Yazar: 19:35 Öykü

Tutunmanın Çekiciliği

Birkaç saattir ön çaprazımda bankta oturan şu adamı izliyorum. Okuyor, saatlerdir. Bir sağaltım hali var sanki üzerinde. Dünyada değilmiş gibi, dünyadan değilmiş gibi. Gelene geçene dikkatlice bakıyor, o insanların da kendi dünyasına ait olduğunu çok yeni öğrenmiş gibi şaşkınlıkla izliyor insanları. O insanları, ben de onu, aynı hayretin parçası gibi izlemeye devam ediyoruz. Bir başka iyi olma hali benimki de, belki. Ona ve bu dünyaya olan uzaklığına bakarak nasıl da rahatlıyorum. Yerini yadırgayan insanların olduğu yerde bu değişimden etkilenmeyenler nasıl rahat uyursa ben de öyleyim. Dünyada yerini yadırgamayanlardan olmak onu seyrettikçe ilginç bir haz veriyor bana. O sanki zamana meydan okur gibi durduğu yerde dururken önünden türlü türlü insanlar geçiyor. Hayret ediyor; gelen geçenin kavgasına, hızına, dünya telaşına şahit oldukça. Giderek kalabalıklaşan ve artık bu dünyaya ayak uyduramayanları içinden boşaltmaya yeminli bir şehir bizimkisi. Kalabalık, gri, yalnız ve muhtaçları görmeyen, önce alt katlara, sonra zemine en nihayetinde de yerin dibine iteklemeye ant içmiş şehirlerden. Tutunmanın en büyük ödev olduğu ve bunu beceremeyenlerin avlulu, taş ocaklı, ahşap kaplamalı evlerine geri yollandığı şehirlerden.

Ben tutunanlardanım; her ay düzenli bir geliri olan, markete gidince alışveriş listesinin kaç lira tuttuğu ile ilgilenmeyen, köşe başı bakkallarını büyük marketlere ilk ezdirenlerdenim. Bir bankanın iyi bir pozisyonunda her ay bir öncekine göre daha mutsuz ama her ay bir öncekine göre daha çok kazananlardanım. Faizi, borsayı, paranın basılı ya da dijital her türlüsünü iyi bilirim; bu sayede bu gri şehrin kalabalık sokaklarında yürürken, yalnız, döndüğümde altı artı bir evime, yalnız, uyuduğumda son teknoloji ultra rahat yatağımda, yalnız, bunları hiç düşünmem. Neden yalnız olduğumu, içimde, göğüs kafesimin altında bir yerlerde bir huzursuzluk sezdiğimi de düşünmem. Bir ruhum olduğunu, benim de bir kalbim olduğunu, etten ve kemikten olduğumu, aciz olduğumu, incinebildiğimi, kırılganlığımı düşünmem. Düşünürsem tutunamam.

Anlaşılan o düşünüyor. Yoksa bir ikindi vakti herkes dünya telaşındayken ne diye gelip otursun şu banka? Ne diye izleyip dursun geleni geçeni? Ne diye dünyada insandan başka canlıların da olduğunu hatırlasın? Ne diye konuşsun güvercinlerle? Güvercinlere herkes yem verir, herkes onların o eşsiz uçuşlarını izler ancak çok az kişi konuşur onlarla. Çok az kişi dert anlatır da bir cevap bekler. Saatlerdir anlatıyor, saatlerdir dinliyoruz. Ben arada kopsam da anlattıklarından güvercinler hep dinliyor.

Önce çocuklarından, sonra can yoldaşının ölümünden, artık tutmayan dizlerinden, beklediği ölümden söz etti, uzun uzun. Dünyada bir yerlerde başka bir var olma telaşı ile dört bir yana dağılan çocuklarını anlattı. Aldıkları iyi tahsilden söz etti. Bunca iyi tahsilin dahi durup dinlenmelerine izin vermediği şu dünyanın telaşına hayretler etti bir kez daha.

Başını kaldırdı bir ara, yarı ağaçlı yarı mavi bir manzara karşıladı onu. “İnsan şöyle bir ağaç gölgeliğinde soluklanamayacak kadar meşgulse bu yaşamak mıdır?”  dedi güvercinlere. Bir iki çırpınıp aynı yerine yeniden kondu güvercin. Yemleri yemeye devam etti. O sırada bu ikili arasındaki çıkar ilişkisi de dikkatimi çekti ama anlattıkları yine de bunun üzerinde kalıyor diye o konuyu düşünmekten vazgeçtim.

Devam etti sonra, on sene boyunca baktığı, bakmaktan gocunmadığı karısını bir gece Azrail’in nasıl aldığını anlattı.

Çok yorulmuştu diyor, gözleri yoruldum benim için yorulmandan der gibi bakıyormuş. Bir gece sanki Azrail’le anlaşmışlar da artık daha fazla yorulmayayım diye gelmiş gibiydi ölüm meleği diyor. Karısı sanki gülümseyerek bakıyormuş tek noktaya diktiği gözleriyle. Giderkenki o bakışını hiç unutmuyormuş, zaten rüyaları da buna izin vermiyormuş. Her gece rüyasında o bir çift mavi gözü görüyormuş.

Nasıl bir sabır ve nasıl bir sevgi diyorum içimden, hayret ediyorum. Az önce onun yabancılığına hayret eden ben şimdi onun gücü karşısında hayretime engel olamıyorum.

Kıpırdanıyor oturduğu yerden, çantasından bir şeyler çıkarıyor, bir fotoğraf. Dokunuyor, okşuyor fotoğrafı, öpüyor sonra ve yerine koyuyor yeniden. Kutsal bir kitabı tutuyor sanki elinde, öyle bir özenle yerleştiriyor çantaya. Çok sevmiş belli ki diyorum. Ne kadar tutunmuş olsam da ben de bilirim sevmenin kutsiyetini. Az da olsa bilirim, vardı benim de öyle zamanlarım. Her neyse konumuz bu değildi. Ben bugün fazlaca dağıldım. Bankadakiler haklılar sanırım, git biraz hava al gel demeleri boşuna değilmiş.

Boş boş bakıyormuşum, tatile mi çıksaymışım, Olimpos’un şimdi tam zamanıymış, deniz daha bir güzel oluyormuş bu dönem.

Ne oluyor diye soruyorlar sürekli. Göğüs kafesimdeki sızıdan onlara bahsetmiyorum tabii. Modum düşük bu ara diyorum onların anlayacağı dilden. O çocuktan da bahsetmedim onlara. Yol kenarında annesiyle bekleyen, bir şeyler satmaya çalışan o çocukla göz göze gelişimizden duyduğum rahatsızlığı da anlatmadım. Günlerdir içimi kemiren o bakışı, o bir çift gözü anlatmadım. Anlamazlar çünkü. Dünyaya sıkı sıkı iplerle bağlı olan tüm insanların gözleri o bir çift göze kapalıdır, kulakları duymaz ve anlamazlar onların azlığını, ihtiyaçlarını. Kalın duvarlar vardır önlerinde dünyanın yaralı kısımlarına karşı.

Benim de vardı, o bir çift gözü görene kadar. Önce o bakışla bir yumruk yedim duvarıma, sonra öyle bir güldü ki, Allah’ım o nasıl bir gülüş? Tek bir tuğlası dahi kalmadı duvarımın. Yıkıldı, yıkıldım. Tutunduğum tüm dallarım da yıkıldı böylece. Dünyanın yaralarına karşı kalkanlarım işlemez oldu, maaşım, birikimlerim, üst tabaka çevrem yetmez oldu bu yaraları görmemeye. En nihayetinde ben de modum düşük sanılarak müsaade edilen bir öğleden sonramı burada geçiriyorum işte, bu ağacın altında. Ağacın gölgesi ikimize de yetiyor. Saatlerdir onu dinliyorum, duvarım giderek yıkılıyor. O güvercinlere yem veriyor, yıkılıyorum. O hasretlik çekiyor, yıkılıyorum, ara sıra espri yapıp gülüyor hatta, daha da yıkılıyorum. Eksikliğimi, azlığımı, yıkıntılarımı daha çok fark ediyorum.

Bu dünyanın telaşına kapılmanın büyüsünden yenice ayılıyorum. Tutunmanın çok da marifetli bir şey olmadığını anlıyorum. En sonunda adam kalkıyor, kitabını çantasına yerleştiriyor ve ağır adımlarla gidiyor. Arkasından öylece bakakalıyorum, beni uyandırdığı o rüyayı düşünüyorum. Nasıl da aldanmışım diyorum.

Yarın da gelir mi acaba diyerek park yerine doğru geçiyorum. Artık tutunduğum dallarım ve dünyaya ördüğüm duvarlar yok.

Arabaya geçiyor ve ilerlemeye başlıyorum eve doğru. Tam kırmızı ışıkta, orada köşede, bana bakıyor, bir başkası. Gülümsüyor, gülümsüyorum. Abi mendil diyor, alıyorum, ben de gülümsüyorum. Artık duvarlarım yok.

Editör: İlknur Sıdar Gülbay

Visited 22 times, 1 visit(s) today
Close