Yazarın Notu: Bu hikâyeyi okurken lütfen Evgeny Grinko-Valse dinleyin. Böylesine umut verici bir müziğin hikayeyle çelişkili olması, hayatınızında aslında her gün kulağınızda dinlediğiniz, dudaklarınızda mırıldandığınız şarkıyla ne kadar tezat olduğunu biraz da olsa fark etmenizi istememdir…

-”Hayatta iki tür Jale vardır tamam mı? Jale gibi olanlar ve Jale gibi olmayanlar. Sen hangisisin ona karar ver önce. Jale gibi olanlar; haftanın altı günü 08.00/ 18:00 çalışarak düzene ayak uydurup, heyecan denen bir duygudan uzak, senelik izni yaklaşınca koca senenin yorgunluğunu iki haftaya sığdırmakla yetinip, instagrama bir iki fotoğraf atıp ‘Wouw! Bu hayatı ben yaşıyorum!’ mesajı vermeyi ilke edinmiş, hayatı kendi çapında özümsemiş bana göre makineleşmiş insan topluluğudur. Jale gibi olmayanlar ise hayatını anlık yaşayıp plan yapmayan, yaşama arzusunu en tepe noktasında yaşayıp ne olmak istiyorsa, nerede durmak istiyorsa orada duran, özgürce fikirlerini düşüncelerini aktaran, başkaları için değil kendi için yaşayan, sendromsuz günleri olan, başkalarına göre sorumsuz ama bana göre aklı bilinci yerinde en doğalından, en organik insan topluluğudur.” Dedi. Jale’nin tiyatro hocası. Adam her oyun öncesi boşla dolu arasına koyamayacağınız türden konuşmalar yapmayı severdi. Aslında adam konuşmayı severdi.

 Jale’nin sahneye çıkmasına beş dakika vardı. Yıllar sonra kurumsal yaşamının arta kalan zamanında hobi edinmeye karar verip tiyatroya başlayan Jale, ilk tiradını beş dakika sora sahnede tek başına canlandıracaktı. Eğitmeni, Jale’den biraz şüphe ediyordu. Jale’nin parçalı bulutlu halleri vardı. Bir anda dersi bırakıp gidebilir, aynı zamanda güneş açıp tüm benliğiyle kendisini ortaya atabilirdi. Bu halleri adamda anksiyete oluşturmuştu. Tiradı Jale’ye vermek zorundaydı çünkü kursun yaş aralığına bakınca tiradın profiline Jale uyuyordu. Bu sebeple Jale’yi, deyim yerindeyse ‘gaza getirmek’ zorundaydı. Hocasının kendisinden fazla heyecan yaptığını hisseden Jale, adamı basit cümlelerle sakinleştirmeye çalıştı. “Tamam hocam. Siz hiç merak etmeyin çok güzel olacak inanın bana.” derken bile Jale kendine inanmıyordu ki hocasını sakinleştirsin. Hocanın yuvasından çıkacakmış gibi bakan ödlek gözlerini tam ensesinde hissederek ağır adımlarla kulisten çıkıp perdenin arkasına gitti. 

Son beş diye başladı içinden saniyeleri saymaya. Baktı olmuyor bu sefer de sübhanekeden başlayarak bildiği tüm duaları okudu ama yine olmadı. Vücudunun her yerinde bu tarifsiz duyguyu hissediyordu. “Şu arka kapıdan çıkıp gitsem mi” diye geçirdi aklından. Hemen parmak uçlarıyla şakaklarına vurmaya başladı. Böyle yaparak bu korkunç fikri aklından silmeye çalıştı. Jale, aklını her böylesi korkunç, imkânsız, dehşet düşüncelerle boğduğunda kendince ürettiği bu ritüeli yapar. Derin nefesler alarak hocasının dediklerini düşünmeye başladı. Jale gibi olanlar mı olmayanlar mı? Bu ne değişik türden konuşmaydı öyle! Bu adam kesinlikle kafayı yemiş, orta yaş bunalımı erkeleri bu hale getiriyor galiba diye geçirdi içinden. Beyninin içinde saçma sapan düşüncülere daldığı sırada, sahneden isminin anons edildiğini duydu. Titreyerek çıktı sahneye. Hemen başlamadı, karanlıkta seyircilere bakındı, hızlıca tanıdık var mı diye göz gezdirdi ama kimsenin olmadığına adı kadar emindi. Kimseyi çağırmamıştı oyununa. Birini çağırabilirdi aslında… Onu içtenlikle alkışlayacak birini. Belki o biriyle sonra kutlamaya giderdi. İyi de böyle biri yoktu hayatında. Hiç var olmayan o birinin şu an da burada olmasını o kadar çok istedi ki Jale. Işıkçı, gözüne ışığı doğrultarak çok bekledin hadi başla dercesine spot ışığını çaktı yüzüne. Derin nefes alarak başladı hayatının tiradına…

“Tam üç ay oldu bugün kamburlaşmış vücudumla, dışı seni yakan için beni yakan tadındaki süslü yola gireli… Benim için üç sene gibi görünen bu ‘üç ay’, hayatın benim nezdimde ne kadar değerli olduğunu ve yaşama arzusu dediğimiz bu duygunun en tepe noktasını yaşattı desem bile inanma çünkü hiçbiri olmadı sevgili… Hadi! Sana biraz vücudumdaki kamburdan söz edeyim; Bu kamburla başım dertte. Her geçen gün katbekat artarak beni yerin dibine gömmeye yeminli. Zafer çanları uzaktan duyuluyor bu savaşın kazananı belli artık… Peki, ben ne mi yapıyorum? Ben, yenildim gömüleceğim günü bekliyorum. Ha! Bu arada gömülmek falan derken fiziki bir gömülme değil, öyle merasim falan olmayacak. Benimkisi tamamen mental bir gömülme. Merasimi sadece ben, sessizce yapacağım kimseler görmeden, duymadan, bilmeden, hissetmeden… Bir tek yukarıdaki benimle olacak, zaten o hep benimle biliyorum. Bu kararıma kuvvetle muhtemel çok kızıyordur eminim. Bakmayın öyle! Ne diyeceğinizi biliyorum. Çok denedim, uğraştım. Kendi içimde bir sürü farklı cephede savaştım fakat heyhat! Her savaş ‘Ya Sabır!’ Diyerek kazanılmıyormuş ben geç anladım. Bu mücadeleye baştan yenik girdiğimi ben anlamamışım…

İnsanoğlunun çoğu bu kamburla – bu arada ben kambur diyorum çünkü benim hayatımın tam karşılığı oluyor. Tabi siz isterseniz yük deyin, çiçek böcek deyin.- bir ömür sürüyor. Ben o insanoğlundan değilim maalesef! Bu kamburu fırlatıp atamıyorum, onunla yaşayamıyorum. Bu yüzden benim için yapılacak tek şey merasim günümü beklemek. Zaman geçtikçe yani mental olarak gömüldüğümde geri kalan hayatıma makineleşmiş insan olarak devem edeceğim. Kızmayın bana hem yukarıdaki de razı buna…

Büyükler hep söyler; Bazen bir seçim yapmadan önce koca koca engeller gözükür. Siz anlamazsınız. Ufak bir çakıl taşı değer ayağınıza. Sadece ufak bir çakıl taşıdır o. Önemsiz, belki sevimli ama değersiz deyip geçersiniz. Bilemezsiniz ki o çakıl taşının gün geçtikçe büyüyüp sizi kamburlaştıracağını. Şimdi ben zamanında sevimli ama değersiz gördüğüm çakıl taşımın bedelini ödüyorum. Yani artık kabullendim sevgili, razıyım olacak olanlara. Yukarıdaki de istemezdi böyle olmasını ama ne yapalım olan oldu işte… 

Saat 23:13, bu gece dolunay var. Yarın hepimiz için yeni bir gün olacak. Küçük bir umut ekebilmek için ciğerlerimizi hayatla dolduracağız. Sizler, bir şarkının notası olup mutlu diyarlarda yahut yıkık bir dünyada gezineceksiniz. Bazılarınız ise yeni umutlara sahip olmak arzusuyla delicesine yarınlara doğru koşacak. Bense… Aa! Bu arada deminden beridir seninle konuşuyorum ama nerede ne yaptığımı söylemedim. Bilirsin konuşmaya başladım mı susmak nedir bilmiyorum huyum kurusun. Ben şu an beyaz demeye bin şahit kireç tadında, nem kokulu duvarlar arasındayım. Günde birkaç defa hatırımı soran her derde deva insan tamircisi var. Onun verdiği renkli şekerler sayesinde senin için bir şeyler çiziyorum. Neyse ne diyordum ben… Bense hayatın ritminden uzakta çayımı yudumlayıp her şey yolundaymış gibi davranacağım çünkü tekdüze yaşayan insanlar böyle yapar.”

Salonun tüm ışıkları açılır. Islıklar, alkışlar havada uçuşur. Hayat bu kadardı işte ne yaşarsanız yaşayın, ne halde olursanız olun, her zaman, her durumda sahne ortasında olmak güzeldir. Birileri sizi tanısın tanımasın beğenilmek güzeldir. Takdir edilme arzusunu tatmak bizi insan yapan özelliklerin başında geldiğine göre Jale’nin hocasının da dediği gibi biz hangi biziz seçmemiz gerekir değil mi?  29 yıldır doğru düzgün takdir edildiğini bile hatırlamayan Jale, öylesine hobi edinmek için gittiği tiyatro kursunda ilk takdirini seyirciden almıştı ve bir karar da vermişti. Hayatı boyunca ‘Jale gibi olanlar’dandı. Biraz da ‘Jale gibi olmayanlar’ nasılmış bunu deneyimleyecekti.

Kübra Ertürk
Latest posts by Kübra Ertürk (see all)
Visited 27 times, 1 visit(s) today
Close