Büyüğüne Saniye, küçüğüne de Sakine demişti. Büyüğünün doğumu çok kolay olmuştu tam saniyesinde geldiği için annesi, Saniye olsun dedi. Küçükte de doğum çok sakin geçmişti onun da adı Sakine olsun dedi. Aralarında sekiz yaş olmasına rağmen iki kız kardeşin isimleri gibi yüz hatlarının da birbirine benzemesi, onları köylülerin hafızasında ikiz kardeşler olarak bıraktı. Yaşadıkları hayat, sıradan insanların yaşadığı hayat olsaydı belki hâlâ hafızalarda ikiz kardeşler olarak kalırlardı. Keşke öyle kalsalardı…

– Uyudu mu çocuk?

– Uyudu, masal okudum. Her zamanki gibi bundan sonra her şeyin daha güzel olacağını anlattığım masalı yine anlatım o da yine inandı veya –mış gibi yaptı.

– İyi, çocuğunu düşünüyorsun.!

– Ben mi?

“Neyse anlat hadi” dedi Sakine. Her gün cezaevinde hastalarından dinlediği hayat hikâyelerini bu sefer ablasından dinleyecekti. Yıllardır görmediği ablasına “Neden geldin?” “Neden şimdi geldin?” gibi sorular sormayacaktı. Geçmiş geçmişte kalmıştı. Dış görünüşü neden şimdi geldiğini gösteriyordu. Ablası onun için hastalarından sadece birisiydi. Taktı gözlüklerini, bir kurşun kalemle topladı saçlarını çabucak, aldı eline defteri kalemi, dinlemeye hazırdı. Doktor rolünü giydi üstüne ablasına da hasta rolünü giydirdi.

“Kaçarak evlendim ben. Arkamda 8 yaşında bir kız kardeş, her gün dayak yiyen bir anne, her gece eve sarhoş gelen beddualar ederek dayak atmaktan zevk alan bir babayı bıraktım. Annemin bizim için yediği dayaklara, sırf midemize birkaç lokma girsin diye çektiği eziyetlere rağmen kaçtım. Ben sırf bu gürültüden kurtulmak için okulunu bırakıp evlenmeyi tercih eden kızdım. 16 yaşındaydım, onu gördüm. Mevsimlik işçi olarak bizim pamuk tarlalarına her yaz çalışmaya gelirdi. Adana’nın pamuk hasadı zamanında hava çok sıcak olur doktor hanım, insanı canlı canlı yakar. Evde birkaç lokma yemek için, babamın içki parasını veriyim de bari bu gece rahat uyuyalım demek için o tarlalarda yana yana çalışırsın. Güneş bizi yakarken acımıyordu ki hayat bize acısın. Ne diyordum, onu gördüğümde o an sanki cehennem sıcağını hissettim. Bilemezdim ki bu ateşin hayatımı kül edeceğini. Ev huzurunun ne anlama geldiğini bilmeden bir evde yaşadım ben doktor hanım. Geceleri 8 yaşındaki kız kardeşimle, uyumadan önce ilerde yaşayacağımız hayatı hayal ederdik. Huzurlu ev, gülünen hayatlar vardı bizim hayalimizde; hiç ağlamak yoktu. Biz tükeniyorduk, umudumuz en azından deniyordu.” dedi Saniye.

Saniye, kafasını kaldırdı, en son 8 yaşında gördüğü kız kardeşi Sakine’ye baktı. Ne kadar da değişmişti Sakine, ayakları yere basa güçlü bir kadın olmuştu. Belki de Sakine bir roman karakteri olsa edebiyatçıların, Sakine’yi Anadolu’da ezilen kadınları temsilen sahneye ilk çıkan Türk kadını olarak tasvir edebileceklerini düşündü. Kız kardeşinin yüzünde ufak bir duygu belirtisi bile göremedi. Gözleri donuk bakıyordu. Saniye, anladı ki hayat Sakine’nin de duygularını çalmıştı. Saniye’nin gözünden bir damla yaş aktı. Eliyle öylesine gözüne toz kaçmış gibi siliverdi ve anlatmaya devam etti…

“Adı Nuri. Bizim oralarda ona Çipil Nuri derlerdi. Minik gözleri çipil çipil bakardı hep. Gözlerinin mahmurluğu kişiliğine de yansımıştı. İnsana huzur veren bir yanı vardı. Öyle sevimli sevimli bakardı ki istemsizce gözlerine takılıp kalmış bulurdum kendimi. Bütün dertlerimden kurtulmuş olurdum onun yanında… Bir keresinde her zaman oturduğumuz sedir ağacı altında bir anda ‘Gel kaçalım Saniye, başta biraz zorlanırız ama bizim sevdamız her şeyin üstesinden gelir. Hem okuruz hem çalışırız. Bilirim sen Sakine’siz şuradan şuraya gitmezsin. Biz belimizi doğrultalım sonra onu da alırız yanımıza annen de gelir belki… Kaçar mısın bana Saniye’m? He… Cevap vermeyecek misin? Gidelim bu kara, acımasız topraklardan Saniye’m… Sen, saniye saniye işledin sevgini yüreğime, artık bırakmam seni, ne olur gel gidelim…’

Sustu bir süre Saniye, nefes almaya ihtiyacı vardı ama derin bir nefes alsa gözyaşlarını tutamamaktan korkuyordu. Boğazında koca bir taş vardı. Sanki bir kelime etse sicim sicim dökülecekti gözyaşları. Yutkunmaya çalışarak boğazındaki taş gider sandı ama taş bir ağaç gibi kök salmıştı boğazına, gitmiyordu. Tuhaflığı hisseden Sakine pencereyi açtı, bir peçete ve bir bardak su uzattı ablasına, “Al, iç iyi gelir.” dedi. Yavaş yavaş içti suyu Saniye, kardeşinin elinden içtiği bir bardak su rahatlattı onu. Anlatmaya devam etti.

“Cahildim doktor hanım, cahildim bir çift söze, çipil çipil bakan gözlere kandım… Gece on iki diye sözleşmiştik. Eve gittim. Birkaç eşya aldım hızlıca, düşünmedim hiç başka yanıma ne alsam diye hem ne önemi vardı. Nuri’yle bir an evvel gitmek istiyordu gönlüm, inanıyordum hayalini kurduğum huzurlu eve sahip olacaktım. Okuyacaktım, kardeşimi de annemi de alacaktım yanıma, çocuklarım olacaktı. Bir tek kardeşime anlattım olanları. Bir söz verdim ben doktor hanım, sözümü tutamadım. ‘Gelip seni alacağım tamam mı? Sabret en kısa zamanda seni yanıma alacağım.’ dedim kardeşime ama alamadım yapamadım… Aradan 10 sene geçti. Tam 10 sene… Başta her şey çok güzeldi. Çok mutluydum ya da mutlu olduğumu sanıyordum. İyi kötü para kazanıyorduk. İstanbul’a gitmiştik. Rutubet kokan bir handa küçük bir oda tutmuştuk. İkimizde girdik bir tekstil fabrikasında çalıştık. Okul desen yalan oldu. Genelde yiyecek yemeğimiz olmuyordu. Yan odadaki komşu acırsa kuru ekmek bir tas çorba verirdi. Ev tutacak parayı bulunca ailemi de yanıma alacaktım. Söz vermişti Nuri’m… Biz geldikten birkaç ay sonra İstanbul’da büyük bir kriz oldu. Çalıştığımız tekstil firması battı. Nuri, hamallık yapmaya başladı. Ben de o sene gebe kaldım çalışacak gücüm yoktu okumuşluğum da yoktu ki elimden bir şey gelsin… Handaki odadan da çıkamadık. Nuri sabah bir çıkar gece yarıları eve gelirdi. Değişti Nuri… Önce o çipil çipil bakan gözleri değişti. Sonra huzur veren ruhu… İlk dayağımı gebeyken yemiştim; olsun dedim, kendine gelince üzülür, düzelir, geçer. Geçmedi, üzülmedi de… Kızım dünyaya geldiğinde düzeldik biraz artık kötü günler geride kaldı sandım. Üstelik çalışmaya da başlamıştım. Kızı da yanıma alıp evlere temizliğe gidiyordum. Bir akşam dedim ki; Sakine’yi alsak ya yanımıza. Bana ters ters baktı ‘Biz bir lokma yemek bulamıyoruz. Aha şu bebeğe nasıl ekmek getirecem diye kara kara düşünüyorum. Bir de senin boklu kardeşinin karnını mı doyurcam.’ dedi. Sustum, susmaktan başka bildiğim bir şey yoktu… Bu pişmanlığımın ilk belirtisiydi ben anlamamışım. Yine gece geç geldiği vakit ayakta duracak hali yoktu. Kapıyı bir saniye geç açtım diye yemediğim hakaret, küfür, dayak kalmamıştı. Elinde pantolon kemeriyle hiç yorulmadan dövüyordu. Bir zamanlar ‘Ben sana dokunmaya kıyamam.’ diyen adam döverek kıydı. Hem bana hem de karnımdaki doğacak çocuğumuza kıydı… Sonrasında fark ettim ki uzun zamandır ört bas etmeye çalıştığım bir duygu, artık bana direnecek duruma geldi. Güçlendi. Çıldırmak üzereydim. Hiç umulmadık yerlerde aklıma geliyordu. Temizlik yaparken, kızı uyuturken, yolda yürürken, gece uyurken sürekli aklıma geliyor. Beynim benden bağımsız hareket edip planlar yapıyordu. Biz Nuri’yle birbirimize benzediğimiz için evlenmiştik. Belki de ben benzediğimizi sanıyordum. Şimdi ikimiz de büyüdük. Uzun süredir ayrıyız; aynı odada, aynı yatakta ama ayrıyız. Artık sesini, yüzünü, o çipil çipil bakan gözlerini unutmaya başlamıştım. Bundan ne acı, ne mutsuzluk duyuyordum. Çünkü ben de eski ben değildim. Bir gece yediğim dayaktan vücudumdaki her bir kemiğin verdiği ağrı hissi dayanılmaz hâle gelmişti. Ağlamaktan gözlerim şişmiş bir köşede kızım bana bakıyor ama baba korkusundan yanıma gelemiyordu. Dudaklarını oynattı ‘Ağlama, Anne!’ dedi. Dayağa alışan bir anneyi en çok ne yıkar bilir misiniz doktor hanım, tüm bu yediğiniz dayakların kızınızın önünde olması. En çok bu yıkar bir anneyi. Ne olduysa o anda oldu. Beynim kızımın bu cümlesini bir emir olarak algıladı. ‘Yeteeerrrrr!’ diye bağırdım. ‘Ben sana ne yaptım. Ne kötülük ettim de sen bunları bana yapıyorsun. Ben senin için annemi, kardeşimi bıraktım seninle kaçtım. Ben ailemden vazgeçtim seni seçtim. Küçüktüm ben onca çileye açlığa katlandım. Bir kuru ekmeği bir tas çorbayı kabul ettim. Attığın dayaklara küfürlere katlandım. Ben senin için neler yaptım sen farkında değil misin?’  Bütün bunlara Nuri ne cevap verdi: ‘Benimle kaçmasaydın o zaman, katlanmasaydın, yapmasaydın, ben sana başta zor olacak dedim. Ben böyleyim. İnanmasaydın bana, kalsaydın ananın yanında da belki baban ananı öldürmezdi, kardeşine de sahip çıkardın.’ dedi ve sızdı kaldı. Acaba yine dövseydi de bu lafları etmeseydi daha mı iyiydi. Neydi bu şimdi… Bütün bu olanları ben tek başıma yaşamışım o ne yaşadı ki hiçbir şey hiçbir şey yapmadı. Hani sevgi her şeyin üstesinden gelirdi. Yalan mıydı o da… ‘Beynim, bu vefasızlığı sindiremezsin hadi artık!’ diyerek komut veriyordu sürekli. Önce gözyaşlarımı sildim yüzüme bir gülümseme koydum. Kızıma, ‘Bak annecim biz şimdi seninle bir oyun oynayacağız tamam mı? Al bu pamukları kulaklarına sok sonra iki elinle kapa, ben sana birkaç kelime söyleyeceğim bakalım benim hangi kelimelerimi duyacaksın? Ancak ben kapıyı açmadan sen içeri girmeyeceksin tamam mı?’ Kızım kafasını salladı dışarı çıktı. Ekmek bıçağı masada duruyordu. Nuri ölü gibi uyuyordu öyle de uyuyacaktı… Kapıyı açıp dışarı çıktım. Kızım suratıma hangimiz kazandık dercesine baktı. Güldüm. Hem de daha önce hiç gülmediğim kadar dolu dolu güldüm. Sen kazandın annecim dedim. El ele uzaklaştık o rutubet kokan handan en yakın karakola gittim. Her şeyi anlattım polise…”

“Şimdi bu cezaevinde kızımla birlikte kalıyoruz. Sadece birkaç ayımız kaldı sonrası belki özgürlük…” dedi Saniye. Konuşmaktan çenesinin yorulduğunu hissetti. Kız kardeşinin suratına baktı. Şimdi yüzünde bir duygu belirtisi vardı. Acıma duygusu mu özlem duygusu mu hiç bilemeyecekti…

Sakine, “Şimdi nasıl hissediyorsun?” dedi.

Saniye, “Bir keresinde kızımı lunaparka götürmüştüm. Orada çok hızlı sallanan bir oyuncak var. Sanki son hızıyla uçuruma karşı sallanan o salıncağın içindeyim. En sevdiğim şarkıyı dinliyormuşum uçurumdan düşeceğim ama şarkı nasıl güzel…”

Kübra Ertürk
Latest posts by Kübra Ertürk (see all)
Visited 15 times, 1 visit(s) today
Close