Yazar: 17:36 Öykü

Tavuk Demetleri

Babadan kalma, kadranında yerdeki yemleri gagalamak için kafasını bir aşağı bir yukarı oynatan bir horozun bulunduğu çalar saatin çıkardığı, henüz yeni doğmuş bir horozun çirkin ötüşünü andıran sesle uyandım yine. Elimden gelse kırar atarım bu saati ama baba yadigârı olduğundan atamıyorum. Beş yıl kadar önce ayar yeri bozulduğundan alarm saatini değiştiremiyorum, bu yüzden yıllardır aynı saatte uyanıyorum. Hangi saatçiye götürdüysem bir çaresini bulamadılar, hatta aralarında daha önce buna benzer bir saat bile gören yoktu. Köylü babamın zamanında çalışmak için gidip bir sene sonra vasıfsız bir işçinin kazanamayacağı miktarda bir parayla köyüne döndüğü eski Sovyet ülkelerinin birinden kalan tek şey bu saatti. Babam orada ne iş yaptığı yönündeki sorularını her zaman yanıtsız bırakmıştı. Oradaki günlerine dair tek bir anı dahi anlatmamış, yalnızca çalışmak için gidip döndüğünü söylemişti. Ancak bir sene sonra köyüne döndüğünde yanında getirdiği para ile evini komple yeniletmiş, yine de paranın beşte birini anca harcayabilmişti. Bu horozlu saati de orada görüp beğenmiş, satın almıştı. Ne de olsa köylü, yurtdışı görmüşü de aynı, içinden söküp atamıyor tavuğu horozu. İnsanı köyden çıkarabiliyorsun ama köyü insandan çıkaramıyorsun.

Uzunca bir gerinmenin ardından doğrulup terliklerimi giydim. Lavaboda yüzümü yıkarken her sabah olduğu gibi aynada uzun uzun kendine baktım. Çirkin bir yüzüm var. Çirkin olmak kötü değildi, ama çirkin olduğunun farkında olmamak kötüydü. Böyle düşünürdüm hep. Lisedeyken sınıfta bir çocuk vardı, çirkindi ama çirkin olduğunun farkında değildi. Okulun en güzel, en popüler kızlarına çıkma teklif eder, haftalarca okulda alay konusu olurdu. Çirkinliğinin farkında olmamak böyle rezilliklere sebebiyet verir. Ama ben çirkinliğimin her zaman farkındayım. Hayatım boyunca hiçbir kıza ondan bir adım görmeden duygularımı açmayı düşünmedim. Hiçbir kızdan böyle bir adım görmediğim için de hayatımda çıkma teklifleri, reddedilmeler, ilk buluşmalar, ayrılıklar falan olmadı. Arada bir bunların eksikliğini hissetsem de bu his çok uzun sürmüyor. Alıştım böyle yaşamaya.

Uzun zamandır hayatımın her günü birbirinin aynısı. İşe giderken farklı hiçbir şey yaşamıyorum, yolda başıma bir şey gelmiyor, minibüste her gün dinlediğim oynatma listelerini bile yenilemiyorum. Bu sabah da aynı saatte uyanarak güne başladım, aynı şekilde yüzümü yıkarken aynaya bakarak tefekkür ettim, gömleğimi giyip eteklerini pantolonumun içine soktum, kollarını bir iki tık kıvırdım, gözlüğümü gözüme geçirdim. Bağcıksız ayakkabılarımı kapının önüne attım.

Yıllardır bağcıksız ayakkabı giyerim. Bağcık bağlamak dünyanın en zor işlerinden biri. Çocukken bir kere öğrendin öğrendin, yoksa bir daha ömür boyu bağcık bağlayamazsın. Ben öğrenemedim. Küçükken ayakkabılarımı hep anneme bağlatırdım. Anne ve babamın bağcık bağlamayı öğretmek için sarf ettiği tüm çabalar beyhudeydi, bir türlü neyin nereden nasıl geçeceğini aklım almıyordu. İzliyor izliyor, her aşamayı doğru bir şekilde tekrar ediyordum ancak baştan sona tek başıma ayakkabılarımı bağlayamıyordum. Bu sorunu cırt cırtlı ayakkabı giyerken fark etmemiştim, ama ayağım büyüdükçe cırt cırtlı ayakkabılar ayağıma olmamaya başladı. Bağcıklı ayakkabıya geçip bağlamayı bir türlü beceremeyince bağcıklara gelişigüzel bir düğüm atıp fazlalıkları ayakkabının içine sokmak gibi bir çözüm ürettim. Zaten kim ayakkabımın bağcığının düzgün bağlanıp bağlanmadığına bakar ki? Hayatımda iki kez ayakkabılarımı üstünkörü bağladığım fark edildi. Bunlardan ilki ortaokuldaki ayakkabı hastası bir arkadaşımın bakıp görmesiyle olmuştu. Arkadaşım ayakkabılara o kadar meraklıydı ki her gün dikkatle kimin hangi ayakkabıyı giydiğini incelerdi. Markası ne, modeli ne, hangi renk hepsini aklına yazar ve unutmazdı. Bir keresinde bunu kanıtlamak için sınıftaki herkesin okula ilk gün hangi ayakkabıyla geldiklerini saymış ve tek birini bile yanlış söylememişti. Tamamı doğruydu. Herkes hayretler içerisinde onun kimin hangi ayakkabıyı giydiğini saymasını izlerken sıra bana geldiğine “Ali ilk gün sarılı siyahlı bir spor ayakkabı ile gelmişti, hatta bağcıklarını öylesine bir düğümle bağlamıştı hala da öyle bağlıyor,” dedi. O an ne diyeceğimi bilemedim. Çok utandım ama benden başka hiç kimsenin umurunda değildi bu bilgi. Herkesin bir kulağından girip diğerinden çıkmıştı. Bağcık bağlayamamamın fark edildiği ikinci yer askerlikti. Komutan bot bağlamayı defalarca kez göstermesine rağmen hiçbir zaman öğrenemedim, bu nedenle askerlik boyunca dayak yedim. Gerçi bazen komutanın sıkılıp dövmediği oluyordu, yine de çoğunlukla dayak askerlik günlerimin vazgeçilmeziydi.

Ayakkabılarımı giyip dışarı çıktım, kapıyı kilitledim ve anahtarı cebime attım. İkinci kattaki evimden aşağı hızlı adımlarla indim. Acelem yoktu ama merdivenleri hızlı inmek gibi bir alışkanlığım vardı. Evimin birkaç yüz metre ilerisinde bulunan durağa yürüdüm her gün olduğu gibi. Yolda yürürken birinin bana seslendiğini duydum ama umursamadım, çünkü yıllardır kimse yolda bana seslenmemişti. Ama aynı kişinin tekrar seslendiğini duyunca durdum, döndüm ve ona doğru baktım. Aynı kişi üçüncü kez, ama bu sefer doğrudan bana karşı konuşuyordu:

“Gardaş, bana bir yardım etsen işin acele değilse!”

İşim acele değildi ama benden ne istendiğini de bilmiyordum. Hızlıca bir karar vermem gerekiyordu. O anda birinin benden yardım istemesi hoşuma gittiğinden yardım etmeyi kabul ettim.

“Olur, tabi, ne yapabilirim sizin için?”

“Hele bir saniye bekle, getiriyorum.”

Adam yolun yan tarafındaki küçük ağaçların ardından ilk bakışta ne olduğu anlaşılmayan iki şeyi eline almış geliyordu. Siyah beyaz karışık tonlarda bir şeylerin demetine benziyordu. Yaklaştıkça ne demeti olduğunu fark etmeye başladım: Bunlar tavuk demetiydi! Evet, adam tavukları -veya horoz artık her neyse- baş aşağı gelecek şekilde ayaklarından bağlayarak üçerli iki demet yapmıştı ve bu tavuk demetlerini bana doğru getiriyordu. O an yardım etmekten vazgeçmeyi düşündüm ama verdiğim sözden de caymak istemiyordum. Acaba bu tavuk demetleriyle ne yapmamı isteyecekti benden? Ben bunları düşünürken adam geldi ve demetleri uzattı.

“Gardaş, benim çok kısa bir işim var, beş dakkaya gelirim. Şunları ben gelene kadar tutsan büyük sevaba girersin.”

Bunu söyledikten sonra tavuk demetlerinin birini bir elime diğerini diğer elime almış, giden adamın arkasından bakıyordum. Adam uzaklaştıkça içinde bulunduğum durum daha anlamsız gelmeye başladı. İki elimde birer tavuk demeti, her demette üç tane tavuk, üstelik canlı ve baş aşağı duruyorlar. Bu vaziyette bekliyordum trafik lambasının altında. Toprağında çiçek bitmeyen lanetli bir köyde, sevdiğine aşkını ilan etmek için tavuklardan demet yapmış bir köylünün reddedilmişliğini sahneliyordum sanki. Babam görse anlardı herhalde hangisi tavuk hangisi horoz. Ben anlamam. Benim için hepsi tavuk, ellerimdekiler de tavuk demeti. Acaba gerçekten anlamıyorum muyum yoksa köylü olduğumu reddetmek için anlamazdan mı geliyorum? Bir baksam tanırdım belki hangisinin horoz hangisinin tavuk olduğunu. Ya anlarsam? Ben bu köylülüğü reddetmek için neler çektim yıllarca, oturup kendi kendime itiraf edemem ya! Mümkün değil.

İnsanlar yoldan gelip geçerken bana bakıyorlardı. Herhalde bir kamera şakası veya sosyal deney falan zannediyorlardı. Reklam veya film çektiğimizi de düşünenler olabilirdi. Ama bu durum biraz canımı sıkıyordu. Bu kadar göz önünde olmak isteyeceğim bir durum değil. Ben her gün aynı yoldan sessiz sakin işine giden bir insanım. Ama bir kere söz verdiğim için orada beklemem gerekiyordu. Demetlerden birini havaya kaldırarak tavukların gözlerinin içine baktım. Yaşıyorlardı. Aynı işlemi diğer demete de uyguladım, oradaki tavuklar da yaşıyordu. Sonra bu yaptığım hareket bana anlamsız geldi. Tavukların yaşayıp yaşamadığının benim için ne önemi vardı ki? İster canlı ister ölü olsunlar, benim tek görevim bu tavuk demetlerini sahibine iade etmekti. Peki ya adamın bana canlı verdiği tavuklardan bir tanesi benim elimde ölürse ve adam da benim öldürdüğümü düşünürse? Açıkçası bunun olmasını hiç istemiyordum. O yüzden düzenli olarak tavuklar yaşıyor mu diye kontrol etmem gerekiyordu. Bir yerden sonra abarttığımı fark ettim. Bir dakikada iki üç kere tavukları havaya kaldırıp gözlerinin içine bakmak fazlasıyla romantik bir durumdu ve ben daha önce hiçbir kadınla yaşamadığım bir romantizmi altı tane tavukla yaşamak istemiyordum. Bir de tavukları sürekli bel hizasından göz hizasına kaldırmak onlar için de konforsuz bir durumdu. İne çıka salak olacaklardı. Kontrol etmeyi bıraktım.

O an tavukları özgür bırakabileceğim aklıma geldi. Ayaklarındaki bağı çözsem hepsi ayrı bir yere giderdi. Adamın altısını da yakalaması mümkün değildi. Çevredekiler yardım ederse belki o şekilde yakalayabilirdi. Ama bizim halkımız genellikle mazlumun yanındadır, bu tavukları o adamın eline bırakmazlardı. Ben de tavukları saldıktan sonra dikkat çekmeden uzaklaşabilirdim. Böylece tavuklardan en kötü ihtimalle üç dört tanesi özgürlüğüne kavuşur, makus talihini yenebilirdi. Göz ucuyla tavukların ayaklarındaki bağlara baktım. Birkaç kez düğüm atılarak bağlanmıştı. Çözmesi çok zor görünmüyordu. Birkaç saniyede her iki bağı da çözebilirdim. Bunu yapıp yapmama konusunda kararsızdım. Çünkü terazinin diğer kefesinde bana bunları veren adam vardı ve ben o adamı hiç tanımıyordum. Belki bu tavuklar onun tek geçim kaynağıydı. Bunları benden alıp bir kasaba satacak ve oradan aldığı parayla birkaç öğün yemek yiyecekti. Ya da belki çocuğu vardı ve ona bu tavukları satıp oyuncak alacağına dair söz vermişti. Eğer öyleyse, tavukları özgür bıraktığım zaman hem ben adama verdiğim sözü tutamayacaktım hem de adam çocuğuna verdiği sözü tutamayacaktı. Çok çetrefilli bir durumun içerisindeydim. Sürekli aklıma başka ihtimaller geliyordu. Adamın tavukları satacağından nasıl bu kadar emindim? Belki de satmayacaktı. Satın almıştı ve beslemek için kendi kümesine götürecekti. Tavuk da bir yerden bir yere böyle taşınırdı sonuçta. Kedi değildi ki bu, taşımak için çeşit çeşit renk renk çantalar üretilsin. Tavuğun taşınması kimsenin umurunda değildi. O yüzden adam da tavukları böyle götürmek zorunda kalmıştı. Yolda bir işi çıkmış, tavukları emanet edebileceği tek kişi olan bana emanet edip gitmişti. Sonuçta ben de yıllardır namusuyla yaşayan, kimsenin tavuğuna kışt dememiş bir insandım. Böyle insanlar dışarıdan bakınca belli olurlar. Adam da benim böyle biri olduğumu anlamış ve yeni aldığı tavuklarını bana bırakmıştı. O halde ben de emanete riayet etmeliydim. Ayrıca tavuklar kurtarılmaya layık hayvanlar mıydı? Yıllar önce çok beğenerek aldığım bir takım elbiseyi mahveden de bir tavuk değil miydi? O günleri anımsadım bir anda.

Lisedeydim. Bir abim evleniyordu. Onu çok seviyordum. Takım elbise aldım, sırf onun düğünü için. Özenle seçtim. Kravatını beğenmedim ama. Başka bir tane aldım. Yedi dükkan gezdim. Onu bulmak için, kravatı yani. Yine de çirkindim. Ama ambalajım güzeldi. Düğüne gittim. Her şey güzeldi. Oynuyorduk. Sonra o geldi. Katırcı Hasan. İçmiş yine. Zil zurna sarhoş. Elinde bir tavuk. Canlı. Ayakları bağlı. Elinde tutuyor. Baş aşağı. Kafasını koparacak. Daha önce de yaptı. Oynamayı bıraktık. Onu iknaya uğraşıyoruz. Konuşuyoruz, anlamıyor. Pis sarhoş. Zehir etti yine. “Siz mutlu olun,” diyor. “Bırakırsan olacağız,” diyoruz. Dakikalar geçiyor. “Tamam,” diyor. Çalgıcıya dönüyor. “Çal,” diye bağırıyor. Çalıyorlar. Çiftetelli. Oynuyor Katırcı Hasan. Elinde tavuk. Bağı çözüyor. Tavuğu atıyor. Havaya. Yere iniyor tavuk. (Yerçekimi). Yakalıyorlar. Uzaklaştırıyorlar düğünden. Çiftetelli çalmakta. Oynuyorlar. İnsanlar bana bakıyor. Neden? Gülüyorlar da. Anlayamıyorum. Bana bakıp gülüyorlar. Kıyafetim güzel. Ben çirkinim. Acaba ondan mı? Yok. Biri işaret ediyor. Pantolonum. Üzerinde bir leke. Tavuk sıçmış. Korkudan. Bana gelmiş. Yepyeni pantolon. Üzerinde pislik. Tavuk yapmış. Herkes gülüyor. Rezillik. Islak mendil. Siliyorum. Çıkıyor. Ama ne fayda. Mahvoldu gece. Tavuk yüzünden. Keşke kurtarmasaydık.

Demek ki bu benim ilk ayakları bağlı tavuk görüşüm değildi. İlk tecrübem acı olmuştu. O günden beri ne zaman canlı tavuk görsem korkardım. Orada kabahatli olan tavuk muydu? Katırcı Hasan tavuğu o vaziyette düğüne getirmese bu olay hiç yaşanmayacaktı. Tavuk korkusundan yapmıştı ne yaptıysa. Ama tavuk da bunu havada yapmak zorunda mıydı peki? Yere indikten sonra ne yapacaksa yapsaydı. O da suçsuz değildi bana göre. O tavuğa sinirimden dolayı bu tavukları serbest bırakmayacaktım. Sonlarının ne olacağı umurumda değildi. İster kesilsinler, ister kafaları koparılsın, isterse kümese kapatılsınlar. Bana ne! Benim burada bir tane görevim vardı, o da bana emanet edilen bu tavukları sahibine geri teslim etmek. Onu da layığıyla yerine getiriyordum. Herkes yaşadığı kadere razı olmalıydı. Tavukların ortalama hayatı da böyledir işte. Kimse bir tavuğu karşılıksız sevip onu eceliyle ölünceye kadar beslemez. Yaşam döngüsü bozulan bir tavuk ne yapacağını da bilemezdi zaten. Düşünsenize, tüm arkadaşlarınızın hayatı aynı şekilde son bulurken siz bambaşka bir yol yürüyüp yaşamaya devam ediyorsunuz. Onlara da bunu yaşatma hakkım yoktu. Sözümü tutacak, teslim aldığım tavuk demetlerini kaderlerini yaşamak üzere aldığım kişiye sağ salim iade edecektim.

İnsanların meraklı bakışları arasında ellerimdeki tavuk demetleriyle beklemeye devam ederken sıkıldığım için ufak adımlarla olduğum yerde volta atmaya başladım. Bu bekleyiş giderek daha da can sıkıcı bir hal alıyordu. Adam gelmedikçe daha da geriliyordum. İşe de geç kalabilirdim. İşin kötüsü, o kadar saçma bir şeydi ki ellerimdeki, kimseye emanet edip yoluma devam da edemezdim. Beklemeye devam etmek zorundaydım. Bir anda aklıma adamın beni bu halde bırakıp gitmiş olma ihtimali geldi. Ya öyleyse? Ne yapabilirdim acaba öyle bir durumda? Elimde altı tane tavukla ortada kalakalmak bir yana, bu altı tavuğun sorumluluğunu bundan sonra üstlenecek olmak asıl sorundu. Eve zaten götüremezdim. Bahçem de yoktu. Satsam, tavukların kesin olarak ölümüne sebep olmayı vicdanım kaldırmazdı. Ne yapacaktım şimdi? Adamın gelmeyeceğine kesin olarak ikna olmuştum. Burada durup tavuklarla birlikte bir gelecek planlaması yapmalıydık. Bundan sonra beraber yaşayacaksak herkes elini taşın altına koymalıydı. Bir kez daha tavukların yaşayıp yaşamadığını kontrol etme gereği hissettim. Hepsi yaşıyordu. Benim evim zaten küçük, altı tavuk da gelirse nasıl yaşayacaktık beraber? İnternetten bir iki video izlesem bir cevap bulurum belki. Orada olmayan bir şey yok. “Evde kümes yapımı” diye aratsam, illa bir sonuç bulurum. Ya da daha garanti olsun diye “Evde tavuk nasıl beslenir?” yazmalıyım sanırım. Durduk yere neden böyle bir dert kaldı ki başıma? Keşke en başından adama yardım etmeyi reddetseydim. Şimdi altı tane tavuğa bakmam gerekecekti. Üstelik bağcıklarım da çözülmüştü.

Adam uzaktan göründü. Eli kolu boş bir şekilde geliyordu. Bankaya gitmiş olmalıydı. İnsanlar bankadan eli kolu boş çıkarlar çünkü. Cüzdanlarına koyarlar her şeylerini bankadan çıkarken. Yüreğime bir ferahlık geldiğini hissettim. Altı tavuğun bakımı benim üstlenemeyeceğim bir sorumluluktu. Onları asıl sahibine teslim etmek iki taraf için de en iyisi olacaktı. Her şey olması gerektiği gibi olmalı. Adam bana doğru yaklaştı. Önümde durdu ve ellerini uzatarak tavuk demetlerini istedi:

“Çok sağ olasın gardaş, Allah senden razı olsun. Alayım ben onları.”

Benim ise gözüm o esnada çözülmüş olan ayakkabılarımın bağcıklarına ilişmişti.

“Şey, ayakkabılarımı bağlayabilir misiniz? Ondan sonra ben size tavuk demetlerini versem.”

Adam hiçbir şey anlamamış gibi suratıma baktı. Küçümser bir ses tonuyla konuştu:

“Gardaş ben senden bunları alınca zaten senin ellerin boşalacak. Kendin de bağlayabilirsin.”

Ayakkabı bağlamayı bilmediğimi söyleyemedim o anda. Tavuk demetlerini ona uzattım. Aldı ve gitti. Giderken eminim ne kadar salak olduğumu düşünmüştür. Keşke ona hiç yardım etmeseydim. Ya da yardım etseydim ama tavukların bağını çözüp salsaydım. Ya da ayakkabılarımı bağlamasını hiç istemeseydim.

Emirhan Mutlu
Latest posts by Emirhan Mutlu (see all)
Visited 14 times, 1 visit(s) today
Close