Yolun sonuna bir adım kala durmuş olan kişi, hiç yürümemiş demektir.

Birinci Perde: Kendisine ait duvarların müptelası olmayı marifet sayanlar, benlikleri arasında, henüz başlangıç noktasında kaybetmiş oldukları bir yarış içindedirler.

Yoksunluk çerçevesine kendi vesikalıklarını elleriyle yerleştiren yığınları, nasıl olur da bu mahrumiyetten kurtarabiliriz? İnsanın baktığı aynanın içinden, güçlü bir el şeklinde uzanıp, onu sadece görmek istediğinin değil de bu muazzam deryanın içine çekivermeli, meşakkati yalın cümlelerle kamçılamalıyız -yağmur ve rüzgâr eşliğinde-.

Edebiyat, büyüleyici bir manzaradır. Sokağa çıkmaya üşenip, apartmanda oturarak, kendi penceremizden bu görsel şöleni izlemek, kaybedenler listesinde görmektir adımızı. Edebiyata bakış açısını ideolojik düşünceleriyle şekillendirenler, günden güne bu kara listeyi kalabalıklaştırmaktadır. Keza kendi fikrini kabul ettirmeye çalışan kalemler de edebiyata kattıklarından ‘eksiye yazanlar’ listesini oluşturmaktadır.

        Edebiyat kibir barındırmaz, konusu pencerelerle sınırlandırılamaz. Birine ve doğaya ideolojik yaklaşmaz.

        Necip Fazıl’ın ‘Aynalar’ından, Nâzım’ın ‘Bir Ayrılış Hikâyesi’nden kendini mahrum bırakmak, denize nazır bir günbatımında benliğini günbatımını ya da denizi seçmek zorunda bırakmaktır.

Bir iç çember yörüngesinde sıralanmış her kapı, merkez ışığı güçlendirir; açıldıkça!

       İkinci Perde: Tiyatro oyununu önceden yazanlar, kimin hangi rolü üstleneceğine de çoktan karar vermiştirler. Fakat bilerek, üstlerindeki ayarsız elbiselerle, sahnede bu rolü üstlenenlere, seyirci olmaya ‘gönüllü gönülsüzler’i bulmak, bu kadar kolay olmamalıydı.

İnsanları, korktuklarına karşı oluşturdukları dağlarla çevreleyip, kimin hangisinin ardına saklanacağını onların seçimlerine bırakanlar, aslında onları korkutan şeyi ortadan kaldırabilecekken bunu yapmayanlardı. Ve sözde edebiyatsever takımının da -bilerek veya bilmeyerek- bu güruha yardım etmiş olması yadsınamaz gerçekti.

Farkında olmayan okurun, -ve bazı yazarların- yaptığı en büyük hatalardan biri yazarların kalemini derecelendirmek yerine, onları sıfatlarla sınıflandırmasıydı. (Örn; komünist, yobaz, faşist yazar vb.) Bu bağlamda pek çok okur, günbegün sınıflandırılan bu yazarlarla arasına aşılmaz duvarlar örmeye devam etti. Oysa ki Atsız’ın ‘Ruh Adam’ını okuyan pek çok okurda bu ön yargı duvarı tümüyle yıkılır gider.

Tüm bunların yanında, başrolü oynayan okuyucunun ta kendisidir. Okuyucu, bu tiyatroda kendisini etkileyen yan rollerin akıl oyunlarına maruz kaldığı bir labirentte dönüp durmaktadır yalnızca.

Hiçbir yönlendirme, sizi labirentin çıkışına götürmeyecek, bütün duvarları yıkın!

– Son –

Bir oyun bittiğinde emin olmanız gereken tek şey, henüz her repliği duymamış olduğunuzdur.

Gecikmiş Tirat: Kurguda anlamı sorgulayan bir bekleyiş çizmek kuşkulu gözlerle, ne hazin… Melodram yüklü bir mızıka senfonisi dinlemek gibi güneşli havalarda.

Hakikatin görülmesi için elzem olan şeyin mana olduğunu söyleyen dervişler tanıdınız. Dervişlik makamını ona kendisi vermiş, gönül vizesi bulunmayan ayraç söylemlilerdi bu kişiler.

İnsan, okuduğunun içindeki gizemi de, onu anlayamamanın tadını da, her şeyi kavramak zorundaymış gibi yakalandığı bu hastalığı fark ettiğinde daha iyi anlayacak. Bazı şeylerin tadının, aslında bilinmemezliğinde saklı olduğunu anladığı gün… İşte o gün; mutluluk, süreğen bir şal takınacak.

Kalemi kapalı şairleri güvenlik uygulamasına tabi tutması da bundandı birçoğunun. Şiir; esirliğin dile vurumu. Kimi bir çocuğa anlatır gibi anlattı yalnızca derdini, kimi insan dili dışına çıkıp bir ağaçla dertleşti yazarken. Şiiri hissetmek yerine anlamlandırmaya çalışarak vakit kaybetmek, bu hastalığın bizden aldığı en değerli soyutluk.

Mısralarında bir yorgunluk hissetmek yerine, sonbahar kokusu duymayı kim istemez Zarifoğlu’nun. Dökülmesini sorgulamayı bırakın denizlerin, ırmaklara.

         Şiir okumak, bir çocuğun başını okşamak gibidir sevdiğim…

Visited 5 times, 1 visit(s) today
Close