Yazar: 12:12 Öykü

Su Uyur Ya Düşman

Araba bizi tabiat parkı diye çamurlu bir göle gölgesi düşen tepenin kıyısına kadar götürdü. Sonra navigasyon durdu. Sinyal kayboldu. Yuvarlak mavi noktanın gösterdiği yerde Gülperi ile göz göze geldik. “Öve öve bitiremediğin doğa harikası burası mı?” diye dudak bükerek suratını astı. Sırtındaki mor renkli pelüş çantanın kemerlerine asılıp ayaklarını yere vurdu.

Aşağıda iki ihtiyar balıkçı kamış oltalarını suya salmışlar, yaktıkları ateşin başında yassı taşlara karşılıklı oturmuş içerken laflıyorlardı. Onlardaki katıksız neşe ve boşvermişlik için neler vermezdim. Misinanın ucunda sallanan, tavaya gelmeyecek ufaklıkta bir kefal yahut eti yenmez kaya balığı heveslerini kaçırmıyordu. Kız arkadaşımın parmak ısırtan güzelliği, az önce yaz yağmurunu andıran geçici kriz halinden sanki bir sağanak yemiş gibi dağılmış, solup kapanarak bende heyecandan eser bırakmamıştı.


“İkindiye az var, vakti geçirmeden şu köyde öğleyi kılıp geleyim,” dediğimi duymadı. Aldırmadı belki. Gösterdiğim taraftan kasketli, kavruk bir köylü traktörüyle bize doğru yaklaşıyordu. Gözleri pörtlemiş, dili dışarıda uyuz bir köpeğin kovaladığı zapzayıf keçilerle kırkılmış birkaç beyaz koyun aheste aheste çimenliğe yönelmiş gidiyordu. Minarenin mavi külahı uzaktan seçiliyordu. Gülperi tereddütle sağına soluna bakındı, yine oflayıp pufladı. Doğrulup eteğindeki tozu silkeledi, kirlenmiş parmaklarını evirip çevirdi. Hayvanlardan yola düşen gübrelerin görüntüsü ve genzini dolduran keskin koku neredeyse içini dışına çıkaracaktı.


Hâlâ kararsız. Peşime takılması beni affetmesi anlamına gelecek. Fakat bu tepeden tırnağa taş toprakla örülmüş soluklukta; huyunu suyunu kestiremediği boynuzlar, kesik kuyruklar, tuhaf ötüşler ve boğuk sesler arasında, manzarası günbegün kemirilmiş bir tabiat posasında inadıyla bir başına kalmak da hiç akıl kârı değildi.

 
Adımlarımı hızlandırdım. Gülperi’nin çizgileri gitgide belirsizleşti, yamaçta yabancı bir karaltı hâlini alana kadar sık sık geriye dönüp bakmama rağmen zerrece umursamadı. Mesafe gözünü korkutmuş, artık istese de yanıma yetişecek cesareti kendinde toparlayamamıştı. Benim de rahatım kaçtı; onun yamaçta donup kalmış, sert hatlı, heyecanlarını bastırmış zavallı heykeli için endişelenmeye başlamıştım.


Namazı kılar kılmaz köy içinde oyalanmadan Gülperi’yi bıraktığım yere dönecektim. Ne hikmetse meydan birdenbire hareketlendi, kenardan köşeden insanlar avluya aktı. Bir cemiyet mi vardı? Ayakkabılarımı henüz giymiştim ki etrafım silme insanla doldu. Tek tek hemen herkesle selamlaşmak mecburiyetinde kaldım. Öğretmen mi yoksa yeni atanan imam mı idim? Köye bir misafir geldiğini işiten soluğu yanımda almıştı. Aklım kız arkadaşımda, soru yağmurunu kısa salvolarla geçiştirmeye çalışıyordum.


Az sonra kalabalığın sebebi ortaya çıktı, gençten bir kadın çamaşır yıkarken düştüğü derede akıntıya kapılıp boğulmuş, cenazesini kılacaklarmış. “Minareden anons edildi duymadın mı?” dedi bir amca. Ağzında diş yoktu, gülüyor mu kızıyor mu anlamadım. “Ben misafirim, geleli fazla zaman olmadı,” dediğimi ise galiba o anlamadı. Beni bastonuyla itekleyip yanıma ilişti. Etrafındakilerle koyu bir muhabbete daldı. Sıcaklardı, mahsuldü, geçimdi derken laf bir türlü taze cenazeye uğramadı.


İmam dedikleri bıyıkları yeni terlemiş sapsarı bir delikanlı lojmanından başını çıkarmış, gömleğinin düğmelerini birbirine iliştirirken eşikteki ayakkabılarını giyiyordu. Tek göz evin çatısı kırık dökük kiremitlerle desteklenmiş olsa da güz yağmurundan epey hisse kaptığı belliydi. Ön cephe sulusepkenleri yemiş, kararmıştı. Yanlarda mavi boya kalkmış, küf her deliği istila etmişti. Buna rağmen pencere pervazlarında alâkadar bir elin değdiği mevsim çiçekleri göze çarpıyordu. Camda görünüp kaybolan kadının imamın eşi olduğunu tahmin etmem zor olmadı.

Cenazeyi kılar kılmaz tabutu sırtlayan kederli topluluktan derhal uzaklaştım. Gülperi’yi o vaziyette, dağ başında hangi vurdumduymazlıkla kaderine terk edip tanımadığım birinin yasını tutuyordum? Bayır aşağı vurdum, yol boyunca kendime söylemediğimi bırakmadım. Telefonlarıma cevap vermiyordu. Ya kaybolduysa? Başına bir şey geldiyse? Bana surat astı diye benim de ona çocuk gibi küsmem mi gerekiyordu sanki.

Göl kenarında ötücü kuşların çığlıkları içimi ürpertti. Bir patikayı gözüme kestirip dengemi korumaya çalışarak taşlığa inmeyi becerdim. Balık tutanlardan geride içki şişeleri, sönmüş çalılar ve yem edilmek için parçalanmış küçük balıklar kalmıştı. Adını kaç defa, avazım çıktığı kadar bağırarak çağırdım, nafile. Ağaçların sıklaştığı, kameriyeler altında ailelerin piknik yaptığı tarafa seğirttim. Kime sorsam buralara yabancı olduğunu söyleyerek hevesimi kursağımda bırakıyordu, ne görmüşler ne duymuşlar. Gülperi’yi mesire alanında değil köyün içinde aramam daha akıllıca olacaktı. Deli danalar gibi koşturmaktan bacaklarım yorulmuştu, ayaklarımın tabanı acıyordu. Bir banka çöktüm. Az ötedeki parkta kumlarla oynayan kız çocuklarını gördüm. Salıncaklardan birinde tombul bir çocuk sallanıyordu, yanındaki salıncak boştu. Kaydırak ve tahterevalli boş. Gülperi olsaydı illaki salıncağa binerdi.  Fotoğrafını çekmemi isterdi. En son iki gün önce bir lavanta bahçesinde poz vermişti. Telefonun galerisini açıp o fotoğrafları aradım. O sırada üç cevapsız çağrı olduğunu fark ettim. Camiye girerken telefonu sessize almış, sesini açmayı unutmuşum. Heyecanla üst üste aradım, çalıyordu ama cevap vermiyordu kimse.

Kan ter içinde yukarı çıktığımda Gülperi arabaya yaslanmış beni bekliyordu. “Cenaze evindeydim, teyzeler sağ olsunlar bırakmadılar. Telefonunu niye açmadın?” diye sordu. Sakin ve nazikti. Kaputun üstündeki plastik tabakta duran bol şerbetli lokma halkaları iştahımı kabarttı. Uzandım, bir parça kopardım. Sıcaktan kavrulmuş, feci halde acıkmıştım.

“Gencecik bir anneymiş ölen,” dedim, “Kim bilir kocası, çocukları şimdi ne vaziyettedirler?”

Gülperi ses etmedi. Dudakları büzüldü. Kolları iki yanına düştü. Sarıldık.

“Seni kaybettiğimi sandım, bir daha asla göremeyeceğimi…”

“Bebek miyim ki hemen kaybolayım?”

Balık tutan gençlere bakmış bir süre, birinin telefonu çalınca tası tarağı toplayıp aniden köye dönmüşler. Gülperi’yi bir merak sarmış elbet. Ürkmüş de. Beni aramış, işitmemişim. Başta kızmış, içerlemiş haklı olarak. Sonra namazdadır diye düşünmüş, arabaya doğru yürümüş. Peşine bir köpek takılmış. Otların arasında bir kertenkele görmüş. Topukları yağlamış. Minareden okunan sela da dikkatinden kaçmamış. Sonra ağıtlar yükselmiş evlerden. Dayanamamış köylü kadınların feryadına. O da benim gibi kalabalığa karışmış. Kalabalıkta unutmuş yalnızlığını.

Üstü başı toza toprağa bulanmıştı, sırt çantasının bir kemeri kopmuş sallanıyordu. Yanaklarında gözyaşlarının izi duruyordu. “Merhumeye mi üzüldün, yoksa…” diye takıldım, barışmış mıydık, emin olmak istedim.

“Sana mı ağlayacaktım?” diye kaşlarını çattı yine. Adımlarını hızlandırdı, önüme geçti.

Arabanın kapısına ulaşmadan yetişip Gülperi’yi yol kenarındaki çeşmeye sürükledim.

“Vallahi gelmem!” diye inat etti, “Ya su mikropluysa? Asla içmem.”

İlkokulda anneannesinin anlattığı bir masalda evden kaçan çocuğu çeşmeden çıkan bir yılan sokuyormuş. Ondan çok korkmuş Gülperi, uykuları kaçmış. Bir zaman evden dışarı adım atmamış, okula gitmemekte ayak diremiş. Kimsenin evinde, başkasının elinden bir yudum su içmez olmuş.

“Masal değil gerçek hayattayız canım,” diye fısıldadım kulağına. “Ne sen ne ben o küçük çocuklarız artık!”

Çeşmeden avucuma doldurduğum buz gibi suyu Gülperi’nin yüzüne çaldım. Gözlerinin içi güldü, yanakları ışıl ışıl parlıyordu. Omuzlarına dökülen ıslak saçlarını elleriyle düzeltti.

O sırada çalıların içinde bir hareketlilik oldu, bir hışırtı duydum. Bir şey yer değiştirdi, önümüzden hızla geçti.

Yok, yılan olamazdı. Gülperi mi, zannetmem fark ettiğini.

Editör: Gülhan Tuba Çelik

Ahmet Yılmaz
Latest posts by Ahmet Yılmaz (see all)
Visited 57 times, 1 visit(s) today
Close