Yazar: 19:11 Öykü

Sis

Bu sabah köyü yine sis kaplamıştı, görüş mesafesi neredeyse sıfırdı. Kör duman denirdi buna buralarda. Daha geceden dağlarla birlikte köye çöker, kuşluk vaktinden önce kalkmazdı. 

    Köyden bir kadınla bir erkek çıktı. Mezarlık yolunda ilerlerken, sisten ötürü göz gözü görmüyor, peşin sıra yürüyorlar, bazen birbirlerinin siluetlerini kaybetseler de ayak sesleri sayesinde biri yekdiğerini takip ediyordu. İkisi de genç yaştaydı. Hangi evlerden çıktıkları, kim oldukları belliydi. Ortalıkta kimselerin olmamasına, sisin her şeyi örtmesine rağmen mezarlığın kenarındaki kayın ağaçlarının dallarının kapattığı karanlık dereye peş peşe girip kayboldular. Burası onların kör duman bastığında gizlice buluşup seviştikleri yerdi. 

    Yüz yüze geldiklerinde ikisinin de delice nefes almaktan göğüsleri hızlı hızlı inip çıkıyordu. Kasıklarına kan hücum etmişti. Birbirlerini sıktıklarında kalpleri yerinden fırlayacakmış gibi atarken, hararetten kadının dudağı çatlamıştı. Genç adam dudaklarına yapıştı kadının. Kanattı dudağını. Kendilerini yerde, toprağın üstünde buldular. Bedenleri birbirine dolanırken nefesleri birbirine karıştı. 

        Gülsüm, başka bir köyden kendinden on bir yaş büyük dul Hasan’a gelin gelmiş, ancak Hasan’ı bir türlü sevmemişti. Malı mülkü çok, zengin ancak kaba saba, ona göre andavalın tekiydi. Onunla gönülsüz yatıyor, mümkün olduğunca yaklaşmamaya çalışıyordu. Hep hayvanlarla uğraşıp kasaplık yaptığından hayvan ve et kokuyordu Hasan. Onunla bir ömür geçiremeyeceğini çoktan anlamış, kurtuluş çareleri arıyordu. Babasına hoşnutsuzluğunu belli etmiş, ancak babası hiç yüz vermemişti. Hasan’dan yüklü bir başlık parası almış, keza geline de iki sarı lira, bir beşibiryerde ve bilezikler alınmış ancak Gülsüm onları takınmamıştı hiç. 

    “Gelinlikle gittin ancak kefenle dönersin,” diyordu babası. 

    Gülsüm çaresizdi. 

    Hasan ona urbalar, ipekten entari, grepteşen şalvarlar alıyor, fakat Gülsüm onları giymiyor, tarlaya, çifte-çubuğa sürmemesine rağmen bir türlü Gülsüm’ün gönlünü kazanamıyordu. On günde bir birlikte yatmaya razıydı ama o da olmuyordu. Hâl böyleyken bir gün Ali ile göz göze gelmişlerdi. Evleri karşı karşıyaydı. Ali, evinin camından gizlice onu izlemiş, Gülsüm izlendiğini fark ettiğinde bir hoş olmuş, fakat Ali kaçınıp geri çekilmişti. Sonraki günlerde aynı cama bakıp, Ali’yi görmeye çalışmış, sonra evin önünde görünce onu, içinde bir şeyler kıpırdamıştı. Boylu poslu yakışıklıydı. Çekingen duruyordu, ancak o da Gülsüm’ü takip etmeye başlamıştı. 

    Gülsüm artık Hasan’ın aldığı urbaları giyiyordu, kapının önlerinde dolaşıp kendini gösterirken Ali ile eni konu bakışmaya başlamışlardı. 

    Ali köyün bakkalından kese kâğıdına kabuklu fıstık, leblebi şekeri alıp karıştırarak yeni bir mendile sarmalayıp bağlamış, gece Hasan’ı kollayıp o kahvedeyken tek katlı kerpiç evin yol tarafındaki penceresine yanaşıp pervazına koyup sonra camı tıklatarak oradan uzaklaşmıştı. Uzaktan da gözetlemeye başlamış bir yandan da Hasan gelir mi diye yolu kollamıştı. 

    Gülsüm cam tıklanınca önce ürkmüş, lambayı kısıp perdeyi çekerek camı kontrol etmiş, pervazın önündeki mendili fark edince pencerenin kanadını açıp mendili alarak başını dışarı uzatıp sağa sola bakınmış, kimseyi göremeyince camı kapatıp perdeyi çekmişti. Ali’nin geldiğini anlamıştı. Mendili koklamış, mis sürülmüş olduğunu fark etmiş, fıstıklardan, leblebi şekerlerinden birazını yiyip kalanını saklamıştı. 

    Karşılıklı bakışmalardan öte geçilmiş, ilk yakın irtibat kurulmuştu böylece. Artık sevgili olmuşlardı. Sonraki günlerde karşılıklı bakışmalar işaretleşmelere dönüşmüş, birbirleriyle el kol hareketleriyle belli belirsiz işaretleşmişler, anlamasalar da aradaki samimiyet gelişmiş, ilişki ilerlemişti. 

    Ali gözünü karartmış, bir gece yine Hasan’ı kollayıp kahvedeyken Gülsüm’ün penceresine gelerek camı tıklamış, Gülsüm lambayı söndürüp camı açmış, ilk defa birbirlerine bu kadar sokulmuşlardı. İkisi de konuşmamış, ne konuşacaklarını bilememişler, ama bu onlara yeterli olmuş, birbirlerinin nefeslerini duyacak kadar yakınlaşmışlardı. Başka akşamlar da tekrarlanmıştı bu gizli buluşmalar. Bir akşam Ali Gülsüm’ün elini tutmuş, yüzüne dokunmuştu. Gülsüm titremiş, “Dışarı gel!” deyince Ali, “Şimdi olmaz,” demişti. 

    Ateş bacayı sarmış, yanıp tutuşuyorlar ancak ikisi de bir belirsizliğin girdabına düşmüşler, bunun aşk mı, sevgi mi, arzu mu olduğunu bilememişlerdi. Nasıl bir tutkuydu bu? Bu küçücük köyde bu işin sonu nereye varacaktı? Bildikleri, önüne geçilmez bir isteğin onları esir almış olmasıydı. 

    Ertesi sabah sisin içine karışıp kaybolduklarında hiçbir şeyi görecek hesaplayacak durumda değillerdi.  İkisi de doygunlukla kendilerini yana atarken ilk defa konuşmuşlar Gülsüm, “Beni götür buralardan, kaçalım,” demişti. 

    Ali, babasını kaybetmiş, anasıyla birlikte yaşıyordu. Anasına düşkündü, bırakamazdı onu. Hem artık babasının ölümünden sonra hanenin direği oydu. Haneyi yıkmak, dağıtmak olmazdı. Fakat Gülsüm’ü de bırakamazdı artık. Büyük bir boşluk içindeyken Gülsüm doldurmuştu hayatını. 

    Bir çözüm bulmalıydı. Kaçırsa namus davası olurdu. Adamın nikâhlı karısını kaçırmak suç olacağı gibi bütün köyü karşısına alırdı, yedi köy çalkalanırdı. Bir müddet yatsa bile çıkınca gün yüzü göremezdi bir daha. Herifi ortadan kaldırmak mıydı çözüm? Tövbe! Tövbe! Her türlüsünü düşündü Ali. 

    Yasak aşkları devam ediyor, artık buluşmaları karanlık derenin haricinde evlere girmelere kadar ilerlemişti. Bir gün yakalanacaklardı. Geri dönüşü yoktu artık bu ilişkinin. Birbirlerine alışmışlar, karı-koca gibi olmuşlardı. Artık Hasan’ı fazlalık görüyorlardı arada. 

    Bir gün Ali, evlerine yakın bir yerde Hasan’la karşılaştı. Karşılıklı hâl hatır sorulduktan sonra Ali: 

    “Hasan Aga sana bir şey söyliycem ama düşünüyom söylesem mi diye?” 

    “Söyle be Ali, Çekinme!” dedi Hasan. 

    “Yalnız çok saklı söyleyeceğim şey. Saklayabilcen mi?” 

    “Saklarım tabii. Söylencek şey var, söylenmeyecek şey var. Sen bi de hele!” 

    Yere çömeldiler ikisi de. Ali hızlı hızlı nefes alıyordu sağa sola bakınarak: 

    “Bir yerde define var ama ben tek başıma çıkaramam. Komşu diye sen aklıma geldin. Hem sen para işlerinden anlarsın. Hem de herkese güvenemiyom.” 

    Hasan şapkasını kaldırıp başını kaşıdı. 

    “Deme be! Çok mu?” 

    “Bir teneke.” 

    “Nerden biliyon sen?” diye sordu Hasan. 

    “Dün değil evvelsi gün yukarki tarlayı sürüykene bir gavur geldi yanıma.  Ermeni miymiş neymiş. Aşağı Keramet köyünde bubaları zamanında oturuymuşlar. Ona da bubası sağlığında anlatmış. Kaç oldu gelirmiş ama o ağacı bulamazmış.” 

    “Ağaçta mı saklıymış?” 

    “Yok, ağacın dibinde gömülüymüş.” 

    “Nasıl bir ağaçmış o?” 

    “Hasan Aga söylerim, ama sana güvenmem lazım. Şimdi sen benle bile olcan mı, olmacan mı?” 

    “Olurum be yav, olmam mı. Çıkarırız bile. Yarıya böleriz diğil mi? 

    “Bilgi benden olduğuna az çokçasını alırım,” dedi Ali. 

    “Ama bozdurma işini de ben görürüm.” 

    “Öyle olursa tamam. Yarı yarıya üleşiriz.” 

    “E şimdi söyle o zaman!” 

    “Hasan Aga, gavurdan önce bulup çıkaralım. Yarın akşam hava kararmadan gidelim, ağacı bulalım. Ben biliyom nerde olduğunu. Aradım buldum. Ben kazma kürek alırım iki de çuval bulurum, benim eşekle gideriz. Hava karardığınayın kazmaya başlarız.” 

    “Tamam, yarın akşam gidelim o zaman.” 

    “Yalnız kimseye söylemek yok. Karıya bile söyleme, karı milletinin ağzı açık olur,” diye tembihledi. 

    “Yok yok, katiyen söylemem.” 

    Hasan o gün ve akşamı hep altınları düşündü. Zengindi ama parayı severdi. Fazla mal göz çıkarmazdı. Hem Gülsüm’ü altınlara boğar, gözüne girerdi. 

    Bilgi sağlam görünüyordu. Hikâye inandırıcıydı. O ağacı düşündü. Ne ağacıydı? Neredeydi? Ağaç hâlâ duruyor muydu? 

    Ertesi günü ikindiden sonra, akşamüstüne doğru köyden ayrı ayrı çıktılar. Çakal Çeşme’de buluşacaklardı. Ali önce gelip su içti çeşmeden. Elini yüzünü yıkadı. Eşek de su içti yalaktan. Hasan da geldi. 

    “Nerde olduğunu söylemeden şurdan şuraya gitmem.” dedi. 

    Ali anlatmalıydı artık. 

    “Hasan Aga, yer tam sırtta. Güneyi göstererek, bu tarafa bakıldığınayın İznik gölünü, bu sefer kuzeyi göstererek, bu tarafa bakıldığınayın denizi görcekmişin. Ağaçta gürgen ağacıymış.” 

    “Bakalım yerinde duruyo mu ağaç? Kesildiyse.” 

    “Ulu bir kayın ağacıymış. İki yüz senelik olmuştur dedi gavur. Ben buldum ağacı.” 

    Kayınla gürgen aynı ağaç sayılırdı. 

    “Neresi?” 

    “Tatar’ın Kayını,” deyince, Hasan inandı. 

    Doğru, tam sırttaydı kayın. Hasan da biliyordu bu ulu ağacı. Beraber yürüyerek Tatar’ın Kayınına vardılar. Ağacın bir tarafı orman bir tarafı açıklık, verimsiz terk edilmiş tarlaydı. Ağaç yaşlı, belki de ölmeye yüz tutmuştu. Kalın gövdesi yumru yumru olmuş, alt dalları kurusa da tepe dalları hâlâ yeşil yapraklıydı.  

    Eşeği ormanın kenarında başka bir ağaca bağladıklarında yerdeki otlardan otlamaya başlamıştı bile. Kayın ağacının dibine geldiklerinde bir tarafta dağların içindeki İznik Gölü diğer tarafta da Marmara Denizi gözüküyordu. 

    “Nerde gömülü olduğu nasıl bilcez?” diye sordu Hasan. 

    “Güneşin batış istikametinde ağacın dibinden üç adım sayıcaz,” dedi Ali. 

    Güneş yeni batmıştı, battığı yerin kızıllığı belliydi. Hasan, ağaca sırtını dayayıp batıya doğru üç adım saydı. 

    “Burası,” dedi. 

    Denk gelen yere bir çomak sokup belirledikten sonra ağacın dibine oturdular. Buraları çok ıssızdı, etrafta kimseler yoktu ama havanın kararmasını bekleyeceklerdi. Çobanlar köye dönmüş olmalıydı. 

    Burası sırt ve tepe olduğundan yaz olmasına rağmen esiyordu ve soğuktu. 

    “Ateş yakmak lazım olcak.” dedi Ali. “iyice karanlık olmadan odun toplayalım.” 

    Ormana girip çalı, çırpı, gazel, kuru odun topladılar. Açık alana koydular. Ali, kalın kalın kuru odunlar bulup getiriyordu. 

    “Abe hederlez ateşi mi yakıcaz? Yeter,” dedi Hasan. 

    “Ne olur ne olmaz.” dedi Ali. “Ne kadar zamanda bulup çıkarcağımız belli olmaz. Hem şavuk olur.” 

    Bulundukları yer yüksek tepeydi ancak köy gözükmüyordu. Arada başka bir tepe vardı. Bu yüzden ikisi de rahattı; ateş de yaksalar köyden kimse göremezdi. 

    O akşam Hasan Gülsüm’e başka bir köye hayvan almaya gideceğini söyleyerek gece eve gelmeyeceğini, o köyde kalacağını bildirmiş, evin köpeği olduğunu, bunun için korkmadan yalnız kalabileceğini anlatmıştı. 

    Gülsüm bu durumdan işkillenmişti. Hasan hiç onu yalnız bırakmazdı. Acaba şüphelenmişti de evin yakınına gizlenip evi ve kendisini mi gözleyecekti? Kendisi dışarı çıkmamalıydı ancak ya Ali gelirse; Hasan yakalayacaktı onları. Hava kararmadan evin önüne çıkarak Aliyi kollamış Ali’yi görürse işaretle tehlike olduğunu anlatmaya çalışacak ancak Ali de hiç ortada gözükmemiş, iyice tedirgin olmuştu. O gece diken üstünde oturdu. 

    Hava kararınca Ali ile Hasan toprağı kazmaya başladılar. Bazen Ali kazıyor Hasan kürekle toprağı atıyor, Bazen de Hasan kazıyor Ali toprağı atıyordu. Üç adım ölçmüşler ancak enlemesine nasıl denk getireceklerini bilmiyorlardı. Öyle ya, onlar bu mevsime göre güneşin battığı yere çomağı sokmuşlardı. Her mevsimde güneş değişik yerden batardı. Acaba gavurun babası hangi mevsimde gömmüştü altını? O yüzden kazım alanını uzun tutmalıydılar. Kayın ağacını nirengi alıp ortalama bir tahminde bulunarak kazmaya devam ettiler. İlginç olan bu aklın Hasan tarafından verilmiş olmasıydı. 

    “Doğru düşündün Hasan Aga, iyi ki seni getirmişim.” dedi Ali. 

    Toprak yumuşaktı kolay kazılıyordu. Taş maş denk gelmemişti hiç. Arada bir kayın ağacının köklerine denk gelseler de kök kazmasının tersiyle kökleri keserek çukuru açmaya devam ettiler. 

    Diz boyu indiklerinde hiçbir belirtiye rastlamamışlardı henüz. 

    “Bu kadar yufkaya gömülmez zatı,” dedi Hasan, “daha derindedir.” 

    Bir yandan ateş harıl harıl yanıyor, Ali kalın kalın odunlar atıyordu. Aslında kazma kürek sallamaktan terlemişler, ateşe hiç lüzum hissetmiyorlardı ama Ali, 

    “Olsun şavuk oluyo,” diyordu. 

    Sabaha yaklaştıklarında bele kadar geldikleri halde hâlâ bir iz belirti yoktu. Ortalığı sis kaplıyordu usul usul, ancak bu Ali’ye göre yeterliydi. Vakit gelmişti. Belinden bıçağı çıkarıp Hasan’a arkadan yaklaşarak yan böğrüne sapladı. 

    “Yandım anam!” diye bağırdı Hasan. Yere diz çöktüğünde ikinciyi göğsünün orta yerine sapladı. Yere düştü Hasan. Rastgele saplamaya başladı bıçağı. Bir an önce ölmesini istiyordu, fakat ölmüyordu Hasan. Böyle olmayacaktı. Can çekişmesine dayanamıyordu, öldürücü darbeler vurmalıydı. Hasan boğazına aldığı darbeler ile kısa zamanda hırlaya hırlaya son nefesini verdi. Ölürken Ali’ye öyle bakıyordu ki Ali bu bakışları hiçbir zaman unutamazdı. Ali’nin gözleri yuvalarından fırlamıştı sanki. Aynada kendini görse tanıyamaz, korkardı. O çekingen Ali gitmiş yerine vahşi bir cani gelmişti. Ateşe odun atarak harlattı. Cesedi ateşe doğru sürükleyip ateşin üstüne bıraktı. Hasan’ın üzerindeki kanlı giysiler tutuştu önce. Elbiseleri tamamen yanınca bedeni yanmaya başladı. Ortalığı bir koku sardı; ancak insan bedeni öyle kolay yanmıyordu. Ali onun tamamen yanacağını düşünüp ateşi ve külleri açtıkları çukura gömüp toprağı da kapatarak iz bırakmadan kurtulacağını hesaplamıştı. Fakat tasarladığı gibi gitmiyordu iş. İnsan eti bu, öyle kolay kolay yanmazdı. Ateşi besleyerek hiç değilse yüzünün ve bedeninin tanınmayacak hale gelmesine karar verdi. 

    Fakat o da neydi? Ateşin içinden ardı ardına patlama sesleri geldi. Patlamalar durunca kürekle cesedi ters çevirdiğinde ateşin içinde bir tabanca ortaya çıktı. Kurşunlar ateşte kızınca patlamıştı. Demek Hasan da boş gelmemişti. Sis iyice bastırmış, kör duman haline gelmişti. Göz gözü görmüyordu. Kürekle ve kazma yardımıyla mevtayı çukurun içine yuvarladı. Çukur tam onun boyuna göre kazılmıştı. Topraktaki kan kalıntılarını ve ateşin izlerini çukurun içine kürüdü. Ardından hızlıca toprakla kapattı. Hava aydınlanıyordu. Yerlere çiğ düşmüştü. Ormandan kuru dal parçaları toplayarak kapattığı toprağı örttü. Eşeğe de hayvanlara diye ormandan taze kesilmiş meşe dallarını sararak sis altında kimseye görünmeden daha çobanlar da çıkmadan köye döndü. 

    Gülsüm o gece uyumadan sabahı zor etti. Ali’den hiç iz yoktu. Sabah onu eşekten bastırık dallarını indirirken görünce içi rahatladı, içine bir güven geldi. Kocasının ne zaman ortaya çıkacağı belli olmazdı. O yüzden Ali’yle olan irtibatında çok dikkatliydi. Ali ondaki tedirginliği fark etmiş, işaretler etmiş fakat bir karşılık alamamıştı. 

    Ali, gece uyumadığı için yattı fakat uyuyamadı, sağa sola döndü, ayağa kalktı, bahçeye çıktı fakat mümkünü yok, uyuyamazdı. 

    İstediği olmuş, sevgilisiyle arasındaki engeli ortadan kaldırmıştı. Fakat katil olmuştu. Nasıl yapmıştı bunu? Kendi kendine şaşırıyordu.  Büyük bir bunalım içindeydi şimdiden. Bu yükü nasıl kaldıracaktı. Olanları nasıl kabul edecekti? Her şey normale dönecek miydi? Ne zaman? 

    Öğle olmuş, akşam olmuş Hasan hâlâ dönmediği için Gülsüm merak etmeye başlamıştı. Gerçi içinden “İnşallah başına bir şey gelir dönmez ya da ölüsü gelir,” diye geçiriyordu gizliden. 

    O gece de dönmedi Hasan. Ali camı tıkladı ama açmadı Gülsüm. Ertesi sabah Hasan’ın ablasına haber verdi. Eniştesi de muhtara haber verince: 

    “Durun bakalım, hayvan tüccarı o, hayvan peşindedir, bekleyelim,” dedi muhtar. 

    Ablasının on yaşındaki oğlu refakat etmeye başladı Gülsüm’e. Ali’yle irtibatları kesildi iyice. 

    Sonraki günler de Hasan’dan bir haber çıkmayınca muhtar jandarmaya tel çekti. Doğru dürüst Yolu olmayan köye jandarma ciple ulaşınca, ilk önce Gülsüm çekildi sorguya. Fakat sorgudan bir sonuç çıkmadı. Civar köylerden, kasaplar araştırıldığında yine bir sonuç çıkmadı. Kimse görmemişti Cambaz Hasan’ı. 

    Buraların bir sözü vardır “İşkilli göt dingiller,” diye. Jandarma kumandanı Gülsüm’ün gizli ilişkisinden dolayı biraz şüphe uyandıran çelişkili ifadelerinden kaynaklanan kuşkularının üstüne gitse de onun gerçekten bir şey bilmediğine hayvan peşinde başka köye gittiğini söylemesine ikna oldu. Fakat bir cinayete kurban gittiği şüpheleri üzerinde duruyorlardı. 

    Bir muamma olarak ortada kalmıştı durum. 

    Gülsüm’ün ödü kopuyordu. Ali’yle olan ilişkisi ya ortaya çıkarsa diye. Gizli aşk diye ne güzel yürüyordu bu ilişki. Esrikli Osman köyün en ilginç kişisiydi belki de. Biraz deli diye kabul edilirdi. Köyün yanı başında yükselen tepede geceleri örek gördüğünü anlatıyormuş köylülere. Örek, Türk halk inancında yaşayan ölü, hayalet gibi manalar taşırdı. Örek, insanlara zarar vermez, ancak onun acıklı sesler çıkararak ve inleyerek gezindiği görülürmüş. Öldürülmüş olan o insanın ruhu huzur bulamadığı için katilin ya kapısını çalar ya da penceresini tıklarmış. Katil bu nedenle aklını yitirebilirmiş. Uzun boylu ve zayıf olup, kanlı kefenini çıkarmadan sadece yüzünü açarmış. Bu söylence, insan öldürmenin eninde sonunda cezasız kalmayacağını anlatmaktaydı. Benzer hikâyeler hep anlatılagelmiştir bu köylerde. Bu kısa sürede yayıldı köye. Başkaları da gördüğünü iddia etmeye başladı. Tepenin adı Örektepe oldu bundan böyle. 

    Ali’yi uyku tutmadı günlerce. Örek gelecek diye korkarak bekledi geceleri. Bir hafta sonra köyün çobanı sürüsüyle daha öğlen erkenden köye döndü. Herkes şaşırdı bu duruma; normalde akşam ezanından önce dönmezdi sürü. Çobanın ağzını bıçak açmıyordu. Doğruca muhtara gitti. Tatar’ın kayınının dibinde ceset bulduğunu anlattı. Muhtar vakit geçirmeden jandarmaya haber verdi. Jandarma da kasabanın savcısına haber verdi. Kumandan, savcı, iki asker ciple köye gelip köylülerle birlikte Tatar’ın kayınına çıktılar. Askerler olay yeri önlemlerini aldılar, köylüleri yaklaştırmadılar. 

    Manzara korkunçtu. Vahşi hayvanlar, belki de köpekler toprağı eşelemişlerdi ve toprağın üstüne çıkardıkları ceset paramparçaydı. Savcı ve kumandan incelediler, fakat tanınmayacak haldeydi ceset. Köylülerin yardımıyla bir kıl palaya sarıp beraberinde götürdükleri eşeğe bağlayarak köye indirip heyet odasının ortasına yere yatırdılar cesedi. Köylüleri tek tek içeri alıp gösterdiler, lakin kimse teşhis edemedi. Kumandan Gülsüm’ü çağırttı. Gülsüm geldi. Ona gösterdiler, fakat Gülsüm de tanıyamadı. 

    Akşam karanlığı basmıştı. Ceset bulunduğu bütün köyde çalkalanıyordu. Köylüler heyet odasının kapısının önünde toplanmışlar içerde ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorlardı. Herkes içerideki cesedin Hasan’a ait olabileceğini konuşuyordu. Kumandan da savcı da çaresiz kalmışlar ne yapacaklarını mütalaa ediyorlardı. Muhtar camiden getirilen lüks lambasını yaktı, Gülsüm hâlâ içerideydi. Tam bu sırada kalabalığı yara yara bir kadın heyet odasının kapısına dayandı. Yüzünde büyük bir ciddiyet ve kararlılık ifadesi vardı. 

    “Söyleyeceklerim var,” dedi. Ara vermeden “Hasan bu. Çocuğum Ali öldürmüştür onu.” 

    Komutan kadını içeri alarak: 

    “Gel bakalım teyze, nerden biliyorsun öyle olduğunu?” diye sordu. 

    “Hasan’ın kaybolduğu akşam Ali de eve gelmedi, anca sabaleyin geldi,” Yeldirmesinin altından bir mintan çıkararak cesedin üstüne attı. “O akşam Ali’nin giydiği mintan, bakın kanlı.” 

    Komutan, savcı mintanı incelediler. Mintanın önlerinde ve kol yenlerinde gerçekten de kan lekeleri vardı. Kadının söyledikleriyle herkes şok olmuştu. 

    “Başka söyleceklerim de var,” dedi kadın. Gülsüm’ü işaret edip: 

    “Bu babı çöcüğümün başını yedi,” dedi. “Çöcüğümü baştan çıkardı.” 

    Gülsüm bembeyaz kesildi, titriyordu. Tek kelime söyleyemedi. 

    “O yaptırdı çöcüğüme bunu,” dedi tekrar kadın. 

    “Peki, şimdi nerde oğlun Ali?” diye sordu komutan. 

    “Evde, korkudan siniyo.” 

    Komutan, muhtar ve askerler derhal Ali’nin evini bastılar. Ali’yi kaçarken yakaladılar. Heyet odasına getirip sorguya çekti kumandan. Ali itiraf etti her şeyi. Bir bir anlattı nasıl yaptığını. Gülsüm’ün bundan haberi olmadığını her bir şeyciği kendisinin yaptığını söyledi. Savcı notlarını yazdı. Ali ve Gülsüm’ü cipin arkasına atıp kasabanın yolunu tuttular. Köyde herkes Ali’yle Gülsüm’ün ilişkisini konuşuyordu. 

    Yargılamanın sonunda Gülsüm’e bir suç isnat edilmezken Ali’ye ömür boyu hapis cezası verildi. Ali hapse girerken Gülsüm babasının evine döndü. Ali’nin annesi ise kahrından erken yaşta öldü. 

     Ve Gülsüm, Ali’den olma bir erkek çocuk doğurdu.  

Recep Meşe

Recep Meşe
Latest posts by Recep Meşe (see all)
  • Sis - 12 Kasım 2021
Visited 6 times, 1 visit(s) today
Close