Doğanın vermediğini ben de aklımla alırım

   Kral Lear, William Shakespeare

 Çok temel bir trajedidir doğa-kültür dikotomisi. Özü itibariyle bir çelişkidir ve yüzlerce yıllık yaşantıların ve düşünce tartışmalarının konusu. İçinden çıktığımız doğa ve içimizden çıkan kültür(uygarlık). Aradaki farklar hareket noktaları itibariyle uyuşmazlıklar yaratır. Hala içimizde olan doğa ile hala içinde olmadığımız uygarlık arasında olmak.

 Doğanın özü arzu, kültürün özü ise akıldır. Özleri farklı olduğundan bu temelden hareket ederek yarattıkları tüm yapılar ve çalışma dinamikleri de farklılaşacak, derinleştikçe makas açılacaktır. Arzu-akıl çatışması. Açıp televizyon izlerken yayılmak mı, yoksa sorumlulukları yerine getirmek mi? Üşengeçliğin ve ertelemenin temelidir bu. Özgürlük ve eşitliğe indirgeyerek bakalım. Özgürlük bizim için derinlerde yatan bir içgüdü mahiyetinde, arzudur. Uygar yaşama enjekte edilemeyecek kadar orijinal bir kavram olmuştur. Çünkü doğada olduğumuz günlerde kalmadır. Arzu, özgürlük diye bağırır. Eşitlik ise aklın bir buyruğudur. Uygarlık eşitliği önümüze koymuştur. Baskı da bundan doğar. Uzun çöpleri doğrayıp eşitleme. Aklın buyruklarına her ne kadar uymaya çalışsak da arzumuz, özgürlüğümüz kendine fışkıracak delikler arar. Olmadık yerde gülmek, sessiz ortamda kendini tutamamak, şehirde yasaya karşı gelmek vs… İnsan özgürlüğü çizgiyi aştığında hisseder. Özgürlük bireyin özgürlüğüdür. Doğa en nihayetinde ilkel bir bireysellik, salt içgüdüsel arzuların giderilmesiyken kültür; toplumsallaşma ile saldırgan içgüdü enerjisini bastırıp bireyleri yatay bağlarla  birbirine bağlayarak paralel enerjiyi ortak amaçlara yöneltir. Bu bakımdan aklın başarısı yadsınamaz. (Liberalizmde bahsedilen özgürlük sıradan bireyin ifade özgürlüğü olarak bir pamuk şekeri değil sermayenin özgürlüğüdür, devletin bıraktığı özel alanda vatandaş tüketmeye koşar!)

 İnsan eğer hayatta kalmak istiyorduysa doğadan çıkıp kültürü yaratmalıydı. Muhteşem bir döngü olarak doğa, mağaradan çıkıp uçsuz bucaksız, yıldızlarla dolu gökyüzüne, kilometrelerce öteye, akan ırmaklara, bin bir çeşit canlıya baktığında ilkel insanda korku uyandırmalıdır. Neden? Doğanın yüceliği ile falan alakalı değil. Şuradan başlayalım. Bir arenaya benzer biçimde doğa içerisinde tek amaç hayatta kalmaktır ve onun da tek yolu fiziksel donanım ve kuvvet. İnsan bu donanıma sahip değil. Eğer ilkel yaşam fiziksel kuvvete ihtiyaç duyuyorsa onun karakterize ettiği iletişim biçimi “doğrudanlık” olacaktır. Yani aracısız olma. “Medium” yok. İletişimde vasıta yoksa despotizm doğar. Yani özne-nesne ilişkisinin doğrudan kurulması. Doğada canlıların tüm ilişkileri doğrudandır. Tüketim, barınma, cinsellik vs. Zira arzu doğrudandır, direkttir. Şimdi insan arzuya sahip ancak fiziksel donanım yoksa? O halde alternatife başvuracak ve aklı geliştirecektir. Bu bir “ikinci yol” olduğundan temel prensibi arzuya karşın “dolayımlılık” olacaktır. Dolayımdır çünkü doğrudan iletişim gücü olmadığından nedenleri anlamaya yönelecek. İnsan öznesinin nesne ile kurduğu tüm ilişkiler üretimden başlayarak böyle karakterize olur. Marx’ın “yabancılaşma” dediği bundan doğar. Yemek isteyen önce para kazanmalıdır. İlişki kurduğumuz insanlarla amacından yoksun cümleler sarf ederiz. Saygı, nefret, yapmacıklık anlamlandırmalarının tümü dolayım ürünüdür. Aşk ifadeleri gibi. Hayatta kalmak sorun olmaktan çıkınca boş zaman doğar, “artıdeğer” yaratılır. Bu şimdi konumuz dışında kalıyor.

 Çözümlemenin sonuna gelirken doğanın korku uyandırmasının neden yücelikle bağlantısız olduğuna bakalım. Aklı temel alacaksak belirsizlikler bizi korkutacaktır. Doğa belirsizliklerle doludur. O halde doğa korkutucudur. Ne zaman doyacağımız, nerde uyuyacağımız, ne zaman av olacağımız gibi göçebe yaşam tarzından da kaynaklı sayısız belirsizlik. Akıl her şeyi öngörmek ister. Ardışıklık, nedensellik, düzen ilkelerine göre çalışır çünkü. Modernitenin neden bu kadar “daraltıcı” olduğunu gösterir bu. Her şey kurallıdır. Duygular da ilkel yaşamdan kalmıştır zira hep kural bozar. Belirsizlikler dizisinin yarattığı onca endişeyi gidermek adına o günlerde bulduğumuz çözümler inanç, umut, önyargı vs. idi. Bugün artık onlara ihtiyaç duymadığımızdan tüm bu yetileri yitiriyoruz. Her şey öngörülebilir artık. Akıl hep kesinlikler arar, doğa eksiktir; tamamlamaya çalışmak zihnin bir oyunudur.  Tüm bu “kesinlik” algısı en çok görsel yapılarda kendini gösterir. Doğada tüm şekiller belirsiz, çizgiler dağınıktır. Aklımız geometrik soyutlamalar arar. Veya somutlamalar. Gezegenleri yusyuvarlak düşünürüz. İlkel mağaramız şekilsiz, modern evlerimiz kare-dikdörtgen kutular şeklindedir. Etrafınıza, kitaplarınıza, telefonun şekline bakarsanız bu kesinlikleri göreceksiniz. Her şey “belirlemek” adına. İlkel erkek, saçı sakalı karışık ancak modern insan berberden çıktığı haliyle, “çizilmiş” zira bıyığına bakarak solcu mu sağcı mı olduğunu bile “belirleyebilirdik”. Ne zaman uyuyacağımız, nerede yemek yiyeceğimiz, kaçta kalkacağımız, işe kaçta gideceğimiz… Tümü aklı temel alan uygarlık denen şeyin hareket ettiği kesinlik, kurallılık ilkelerinin yansımalarıdır. Köy peyniri, köy elması ile marketten aldığınız dilim peyniri, kıpkırmızı elmayı karşılaştırın. Doğa-kültür dikotomisini göreceksiniz.

 Uygarlığın belirlenimleri farklı toplumlarda tabii ki çeşitlenecektir. En politize tartışmalardan doğu-batı ayrımı, doğunun bilimde neden geri olduğu vs. bu kadar temel bir ayrılıktan kaynaklanır. Bu uygarlıklar aynı probleme farklı çözümler geliştirmiştir. Doğa çok kudretli, korkutucu, dehşet vericidir. O halde onun önünde eğilmek, ona saygı duymak gerekir diye kavramsallaşır mesele bir doğu zihninde. Doğaya boyun eğmek, geri çekilmek, kaçma mekanizması kullanmak, maddeyi olumsuzlama, kendine dönmek. Bununla birlikte doğuda spiritüalizm, yoga, meditasyon gibi uygulamalar geliştirilmiştir. Batıya göre ise yine aynı şekilde doğa çok kudretli ise ona karşı savaşmalıdır. Savaşılmalı, nedenleri anlamalıdır. Bilim bundan doğar. Materyalizm bundan gelişir.  

 Uygarlık mutluluk, özgürlük, duygu hislerinden sapmadır. Mutluluk dediğimiz masal ilkel yaşamda yalnızca temel içgüdülerimizin doyurulması ile gerçekleşen bir doyumdu. Basitti. Her şeyin dolayımlı olduğu modernite mutluluğu da girift yapıya bürümüştür. Bugün bu kavram üzerinde durmadan düşünmemiz, en basit duygularımızın böyle kompleks hale gelmesi bundan kaynaklanır. Bugün artık mutluluk ta o günlerden kalan hatıralardan. Uygar insanın karnı doymuştur, ve şimdi koşar adımlarla gerçekleştireceği amaçlara çalışmaya gider. Mutlu olmanın zamanı değildir. Salt mutluluk uğruna uygarlığın yarattığı tüm değerleri, kazanımları bırakmalı ve şehirleri boşaltmalı mıyız? Bu tartışma bir insan tarafından yapılacağı için paradoksaldır. Zira insan biraz doğa biraz kültürdür.

 Şunu da belirtmek gerekir ki uygarlığın üzerine elitizm damgası vurulamaz. Medeniyetin bir tapusu yoktur ve mülk edinilemez. Tüm toplumlardan nasibini almıştır. İnsanlığın ürünüdür. Uygarlığın meyvesini yiyemeyen tüm toplumlar ona çelme takma, başından tutup yere serme hakkını her daim elinde bulundurmaktadır. Güçleri uygarlığın tüm rasyonalist, incelmiş yaşam örüntülerine karşın ilkel kuvvetten gelmektedir.

Selman Vural
Latest posts by Selman Vural (see all)
Visited 4 times, 1 visit(s) today
Close