“Karar verdin mi?” dedi adam. “Evet bir filtre kahve içeceğim,” dedi kadın. Adam güneş gözlüklerini çıkarmamıştı. Kadın bunu hakaret saydı. Gözler temas etmeliydi, bir hoş bakış, yarım gülüş olmalıydı. Nihayet garson patenleriyle masaya yanaştı. Ustaca sürdüğü belliydi. İkisi de paten ustası garsona baktı. Merakına yenik düşüp sordu adam “Bunlarla çalışmak zor olmuyor mu?” İki yüz kişi kapasiteli mekânda müşterileri bekletmek olmazdı. Hızlı olmak gerekiyordu. Hem spor da sayılırdı böylesi, bacak kasları çalışıyordu. Siparişleri aklında tutmuştu. Zaten her ikisi de kahve içecekti. Adamın midesi kazınıyordu ama sırf öyle sözleştikleri için yemek söylemeye çekindi. Gözlüklerini çıkarıp çıkarmama konusunda kararsızdı. Beğenilmeme korkusu onu gözlüklerine sıkı sıkıya bağlamış, sanki dünyanın en karizmatik erkeği plaketini eline vereceklermiş edasıyla etrafına özgüven ışıkları saçıyordu. Kadın dayanamadı “Gözlüklerini çıkarır mısın?” dedi. “Aaa tabii, güneşe alerjim var da.” Halbuki hava bulutlu, yapış yapış nem, alabildiğine kasvetli ve karanlıktı. İlk defa göz göze geldiler, birbirlerine gülümsediler. Bu gülümsemenin samimiyeti sorgulandı. Hiç de fena görünmüyor, diye düşündü kadın. Nasıl bu zamana kadar bekar kalmıştı. Allah’ın vermiş olduğu güzelliğin arkasına sığınıp kendini iyi pazarlayanlardan değildi belki de. Baştan aşağı adamı süzdü, parmaklarının uzunluğuna baktı. Kendi ellerini büyük bulurdu, sevmezdi. Adamın ellerinin ondan büyük olduğunu görünce içi rahatladı, el ele gezerken bir çocuğun elini tutmuş gibi hissetmek istemiyordu. Defalarca eşi dostu ona randevu ayarlamıştı. Hepsine gitmişti ve kendi deyimiyle hepsinden de eli boş dönüyordu. “Ali’yle neden olmadı?” diye sorulunca “Üstünde leke vardı,” dedi. “Hasan ile nasıl geçti?” deyince Kübra, “Çok konuşuyordu başımı ağrıttı,” dedi. Her birine türlü bahaneler buluyor, bir şey hissetmediğini öne sürüyordu. “Selim’de ne buldun peki?” diye sorulunca “Gülüşü güzel,” demişti. Böyle söyleyince arkadaşları gülüp geçiyordu. Şimdi o olsaydı karşımda ellerini incelemek zorunda kalmazdım, diye düşündü. Ellerini ezbere biliyordu. Bir kere o, güneş gözlüğüyle dakikalarca karşısında oturmazdı zaten. Garsonla sohbete de girmezdi. Adam neler yapmaktan hoşlandığını sordu. Kadın sıraladı. Kitap okumak, seyahat etmek, film izlemek gibi klişe şeyler. Birilerine kendini tanıtmak, yaşanmış onca yılı özet yapmak, en kötüsü bunu defalarca yaşamak eziyet haline gelmişti. Bu adımı atmaya aslında kendisi karar vermişti. İnstagram’dan hikâyelere kalpler, yorumlar geliyor, bir iki karşılık veriyor derken, kahve içme teklifi. “Oturduğun yerden kısmet bulamazsın,” diyenlere inat kabul etmişti. İspat edecekti insanlara, bak gördünüz mü bende sıkıntı yok, karşıma çıkanlar arıza diyebilecekti. Şimdi bunda bir kusur aramanın derdine düşmüştü, henüz görünürde bir sıkıntı yoktu. Patenli garsonun kahveleri son hızla ve dökmeden getirişini izlediler. Adam teşekkür etti. “Çok hızlısınız dikkat edin.” Garsonun bu hıza aşina olduğu hatta bundan zevk aldığı söylenebilirdi. Sorular ardı ardına geliyor, kaç kardeş olduklarına kadar tanışmanın temel ilkelerini mülakat havasında gerçekleştiriyorlardı. Kadın adamdan espri yapmasını bekliyor gibi her an kahkahaya hazır vaziyette durmuş, bu ciddi havanın bozulmasını, biraz rahatlamayı umuyordu. Adam ciddiydi. Aklından tek bir soru geçiyordu. Beni beğendi mi? Sosyal medyada sadece bir fotoğrafı vardı. Görünüşüyle alakalı takıntılarını biri onu beğenirse yenebileceğini sanıyordu. Kadının gülümsemelerinden, dişlerini göstermeye hazır oluşundan pozitif sinyaller almıştı. Güzelliği kendisine bakmasından ileri geliyordu. Özenle sürülmüş ojeler, ışıl ışıl far, kirpiklerini arşa çıkaran rimel. Saçları fönlü. Otuz yaşlarında görünmüyordu. Nasıl bu yaşa kadar bekar kalmış, diye düşündü. Kendisi niye bekar kalmıştı. Benzer sebepler olabilirdi. Adam kendisini şekilsiz bulduğu için aldığı iltifatlara ikna olmuyordu. Onun istediği hoşlandığı bir kadın tarafından yüceltilmekti. Uzak kaldığı gönül maceralarından arta kalan zamanda spor yapıyor, saçını sakalını değiştiriyor. Bir orada, bir burada. En son kılıç eğitimi almıştı. Oyuncu olabileceği fikri sıcak gelmişti. Öncesinde de birçok farklı denemeleri olmuştu. Gitar çalmak, ata binmek, ney üflemek… Yarım ve başarısız bu girişimlerinin ardından oyunculuk sıcak gelmişti, tarihi diziler tam ona göreydi. Yaşını önemsemiyor, olur olmadık hayallere kapılıyor, böylece hayata karşı diri olmayı başarıyordu. Bunların hepsini kadına anlattı. Kahvelerinin son yudumlarına gelmişlerdi. Kadın gitmek istiyordu, erkek kalmak. Bir kusur bulmaya ramak kalmıştı. Anlattıkları, sohbeti dikkatini çekmeyi başarmıştı ama yine de bir şey eksikti. Her buluşmada karşısındakinin eksiğini bulup cımbızla çekiyordu. Bu sefer zorlanmıştı. AVM’de buluştuğu Emin geldi aklına. Rüzgârın savurduğu ter kokusu burnunun kemiklerini sızlatmıştı. Selim ter kokmazdı, dişlerini fırçalamadan uyumazdı. Cildi hiç kurumazdı. Ne olmuştu da onda bir kusur bulamamıştı. Kusursuzdu çünkü, diye düşündü. Kusursuz olanlar mı sevilirdi? Kadını terk etmesi, onu aldatması kusur değil miydi? Üstüne başka kadınla fotoğraf paylaşması kusurun da kusuruydu. Kadın bunu biliyordu. Bu sefer değişecek, bu sefer kendime yenik düşmeyeceğim, bu sefer ottan boktan sebeplerle insanları harcamayacağım, dedi adamla buluşurken. Şimdi ne oldu da yine aynı düşünceler zihnine hâkim olmuştu. Kitaplara, terapilere harcadığı paralar boşuna değildi. Bir yerde onu değiştirecek, iyileştirecek, istediği gibi bir kadın olacaktı. Yeniden yaratılan, küllerinden doğan bir kadın. Okları kendine yönelttiğinden kendi başına kalmalar daha da artmıştı. Ayrılığının ardından uzunca bir süre dinlenme, kimsesiz yaşam, sonrasında toparlanma süreci. Bu süreci sayısız randevularla geçirmişti. Selim’siz iki yılı geride bıraksa da buluştuğu her adamda onu aramayı geride bırakamamıştı. “Sen bensiz yaşadın daha önce, bu sefer de bensiz kalabilirsin,” demişti Selim. “Ayrılığı bu kadar gözünde büyütme. Olamayız işte, sen gezmeyi seviyorsun, ben evde oturmayı.” İnsanlara sunduğu bahaneleri Selim de ona sıralamıştı bir bir. Hatta tuvaletin kapısını kapatıyorsun diye tartışma başlatmıştı. Tuvaletin kapısı açık olmalıymış. Sebep arayan bulabiliyordu kolayca.
“Bir şeyler yiyelim mi?” dedi adam. Kadın da acıkmıştı. Yine aynı patenli garson masaya yanaştı. “Durun söylemeyin, şimdi ne yiyeceğinizi tahmin edeceğim,” dedi. Kadına döndü. “Bazlama tost sizinki.” Erkeğinki de hamburgerdi. Tutturamamıştı fakat kadını zihninden koparmıştı. Adam en son ne anlatıyordu, diye düşündü kadın, ayıp olmuştu, onu dinlemediğini anlamış mıydı. Birbirlerinin gözlerine baktılar. Kadın adamın gözlerinin güzel olduğunun yeni farkına varmıştı. Yeşil, çimen yeşili. Heyecanlı ve masum. Kadın utanıp gözlerini kaçırdı. Bahane bulamayınca sohbetin akışına bırakmıştı kendini. Belki de defalarca buluşacaklardı. Adamı incelemekten vazgeçmiş, anda kalmayı başarabilmişti. Gülüşmeler artmış, rahat bir atmosfer yaratılmış, havadan sudan meselelere geçilmişti. “Mesaj geldi, bak istersen önemli olabilir,” dedi adam. Kadın telefonuna baktı. “Her şey için çok üzgünüm. Son bir şans daha.”
Ateş bastı kadını, yanakları kızarmaya başladı, o tanıdık bildik duygu tekrar ve yeniden saç diplerine kadar hâkim olmuştu. “Müsaadenle,” dedi. “Lavaboya gitmem gerekiyor.” Çantasını aldı. Arkasını döndüğünde adam tüm şefkatiyle onu seyrediyordu. Kadın gülümsedi. Tuvaletin kapısında patenli garsonu yakaladı. “Benim yemeğim iptal. Beyefendininkini hazırlarsınız.” Geride bıraktıklarının hiçbir kıymeti kalmamıştı.
Editör: Gülhan Tuba Çelik