Terk edip gittiği gece gibiydi şehir; birkaç sokak köpeği bekçi edasıyla ağır adımlarla yürüyor, yakın sayılabilecek meyhanelerden müzik sesi yükseliyordu. Bazı sokak lambaları hâlâ bozuktu ve duvarlar eskisine göre çok renkliydi ama göze hoş gelmiyordu. Hava aynı havaydı yine; denizden gelen o soğukluk ve keskinlik zerre değişmemişti. İnsanın içini ürpertiyordu köpeklerin yanından geçerken…

Yirmi yedi sene olmuştu bu şehrin havasını yıpranmış ciğerlerine çekmeyeli. Kış gelmek üzereydi terk edip gittiğinde ve arkasına bile dönüp bakmadan, bir daha geri döneceğini hiç düşünmeden küçük bir bavulla koşarak kaçmıştı neredeyse… Şimdi yine aynı havayı soluyordu bildiği, tanıdığı ama kendini yabancı hissettiği karanlık sokaklarda. Bavulu daha küçük ama daha ağır geliyordu kollarına…

Ölen anne ve babasının, çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği eve varana kadar kimseyle karşılaşmadı. Bir tarafı tanıdık birilerini görmeyi çok isterken, diğer tarafı korkak çocuklar gibiydi. Havasız, toz toprak içindeki eve girdiğinde çocukluğu kokan salonun camlarını ardına kadar açtı hemen. Babasının her zaman oturduğu koltuğun üzerindeki çarşafı kaldırıp büyük bir yorgunlukla kendini bıraktı. İçeri vuran soğuğa, tüm anılarına rağmen uyuyabilirdi sokak lambasının yanıp sönen ışığı perdenin arasından hafifçe içeri vururken… 

Anne ve babasının cenazesine bile gelmemişti. Haklı sebepleri vardı kimseye anlatamadığı, anlatamayacağı. Yine de bu küçük yerde kendisinden nefret eden insanlar olduğunu biliyordu. Başka sebepleri de vardı insanların bunun için, cenaze sadece tuz biber olmuştu.

Sabahın titreten soğuğu salona iyice yerleştiğinde uyandı. Aç karnına bir sigara yakıp mutfağa yürüdü. Çocukluğunda annesinin ona kahvaltıda hazırladığı peynirli yumurta kokusu geldi birden burnuna. Onun eteğine yapışıp çabucak yemeğini hazırlaması için mızmızlandığı masum, sevgi dolu anlar. Oysa şimdi evde içecek bir bardak su bile yoktu. Salonun pencerelerini iyice açıp soğuğun yanına güneşi de aldı içeriye ve bavulunu halının ortasına getirip açtı. Bir atlet, bir külot, bir kazak ve bir çift çorap vardı. Onların hemen altındaysa yıllar süren bir pişmanlığın, acının kâğıda dökülüş yüzlerce hali. Bu yüzlerce mektubu, kıyafetlerini bavuldan çıkarttıktan sonra tekrar özenle yerleştirdi; ucu kıvrılanları düzeltti, zarfları renkli olanlarını üste aldı, kırışmış olanları daha alt tarafa… Heyecanlıydı. Korkuyordu. Neler olabileceğini az çok kestirebiliyordu ama yine de merakı bir kedininkinden farksızdı. Pencereden dışarı uzanıp derin bir nefes aldı. Gençlik zamanında, onunla buluşmaya gitmeden hemen önce havayı kontrol ettiği gibi. Binlerce kilometre uzaktan, yıllar sonra gelmişti; hava tam da günlerdeki gibiydi. İçeri dönüp mektuplarına baktı tekrar, bavulunu sıkıca kapattı. Heyecandan kalbi yerinden çıkacak gibi atıyordu. Sıra onu bulmaya gelmişti…

Evinden çıkıp hızlı adımlarla bu küçük şehrin meydanına doğru yürümeye başladı. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen, biraz da güneşin etkisiyle insanlar yollara dökülmeye başlamış, dükkânların çoğu açılmıştı. Çok şey değişmişti; neredeyse orada kaldığı tüm zaman boyunca gittiği berber dükkânı küçük bir mağaza, onun az ilerisindeki manav bir büfe, çocuk parkının olduğu büyük alan ise karakol olmuştu. Kahvaltı yapmak için bir yer ararken gözü daha önce bilmediği bir lokantaya takıldı. Süslü masaların arasından içeri girip bir çorba istedi ve cama yakın, yola bakan bir masaya oturdu. Yaşlanmıştı. Saçları dökülmüş, son on yıldır uzattığı sakalları beyazlamıştı. Bu halde, bu eskimiş haliyle onu birinin tanıması zordu. Korkusuzca gezebilirim diye geçirdi aklından çorbasından ilk kaşığı alırken…

Çarşambaydı günlerden, kalabalığın sebebi biraz da buydu; pazar kurulacaktı meydanda eskiden olduğu gibi. Birkaç sokak daha yürüdü, bir ara yolunu kaybetti ama tanıdık bir dükkân görüp yoluna devam etti. Sonunda ekmek kokuları yükselen fırının önünde buldu kendini. Geçen onca zamana, binalara, yollara, ağaçlara ve hatta insanlara rağmen fırın hiç değişmemişti neredeyse. Onu bu fırından bisikletiyle almaya geldiği günleri hatırladı. Erkek haliyle bile ona yetişemiyor, hep arkasında kalıyor, girdiği her iddiayı kaybediyordu. Zayıf bir adamdı her yönden, olması gerekenden daha güçsüzdü. Taze ekmeğin çıktığı saatlerde fırının önünde buluşup bir ekmek alırlar, yanlarında getirdikleri domates, peynirle birlikte iskelenin önündeki banklarda martılar ve kedilerle birlikte yerlerdi. Fırının önünde dikilip, geçmiş günlerin arasında gidip gelirken genç bir kızın sesiyle irkilip kendine geldi.

“Merhaba. Bir yer mi arıyorsunuz acaba?”

“Aslında hayır. Birini arıyorum. Gülsüm Hanım burada mı? Yani hâlâ burada mı?”

“Annem henüz gelmedi ama yarım saate gelir. Buyurun, içeride bekleyin isterseniz.”

Gülsüm’ün evleneceğini, hatta çocuğu olacağını tahmin etmişti ama bu gerçekle yüzleşmek onu tahmin edemeyeceği bir şekilde sarsmıştı. Karşısındaki yirmili yaşlardaki bu çocuk annesi kadar nazik ve güzeldi. “Demek kızısın. Ne güzel. Benim adım Musa. Annenin eski bir arkadaşıyım. Uzun süredir burada yoktum. Birkaç günlüğüne gelmişken anneni de görmek istedim. Ben yine uğrarım. Annene söylersen sevinirim,” dedikten sonra güler yüzlü bir şekilde tokalaştılar. Annesi gibi gülüyordu, eşsiz. “Elbette efendim,” dedi kız. Ağır adımlarla, her zaman buluştukları yere, iskeleye doğru yürüdü. Gülsüm gelecekti. İçindeki heyecan tarif edilemez bir hal aldı…

İskelenin bankları da değişmişti birçok şey gibi. Oturup denizi, vapurdan inen, vapura yetişmeye çalışan insanları izlerken yerini yadırgadı. Yine de, her ne kadar değişmiş bile olsa, bu banklarda hayatının en güzel günleri, anıları yaşanmıştı. Gülsüm’le birlikte bu banklarda, giden vapurların ardından, bir daha hiç dönmemek üzere buradan gitmeyi, hiç bilmedikleri ülkelerde yaşamanın hayallerini kurmuşlardı. Onu yüzüstü bırakmanın acısı, pişmanlığı peşini hiçbir yerde bırakmamıştı. Şimdi bu şehrin her yeri ondan nefret ediyor gibiydi…

Sert rüzgâra rağmen sigarasını bin bir güçlükle yaktı ve istemsizce sağ tarafa baktı; kalın siyah paltosu, eldivenleri, tüm saçını toplayıp içine sakladığı kırmızı beresiyle Gülsüm geliyordu. Elinde kâğıda sarılmış bir ekmek ve yüzünde zorlama bir tebessüm vardı. Diğer tüm kadınlara dönmüştü sanki; güzelliği azalmış, kilo almış, yüzü kırışmış ve en önemlisi de gözlerinin o parlak yeşili sönmüştü. Ayağa kalkıp elini uzattı. Gülsüm gayet resmi ve soğuk bir şekilde elini sıkıp banka oturdu. Bir sarılma beklemişti ama aradan geçen yılların çokluğunu bazen anlayamıyordu insan ve bazı şeylerin kaldığı yerden devam edebileceği gibi mantıksız bir fikre kapılabiliyordu. Acelesi varmışçasına sordu Gülsüm.

“Bunca yıl sonra… Neden geldin?”

“Seni görmek istedim. Senin için geldim.”

“Neden?”

“Üstünden bir ömür bile geçmiş olsa özür dilemek, beni affetmeni istemek için geldim. Ölmeden önce vicdanımı susturup, bir gece bile olsa rahat uyuyabilmek için…”

“Yani benim için değil, kendin için geldin!”

Yirmi yedi yıl geçmişti. Gülsüm tanıdığı o kız değildi artık. Sesi, mimikleri, kırışmış yüzü, tombul vücudu ve her zaman nefret ettiğini söylediği kırmızı renkte beresiyle başka birisiydi. Yüzünü iyice ona dönüp devam etti, “Yirmi yedi sene geçti Musa, neredeyse bir ömür! Günün birinde çıkıp geliyorsun ve seni daha mutlu, daha huzurlu bir insan yapacak şeyler söylememi bekliyorsun. İnanılmaz!” Tüm bunları da tahmin etmişti. Kucaklanmayı, öpülmeyi beklemiyordu ama aradan geçen bunca zaman bazı şeyleri unutturur diye düşünmüştü. En azından kötü anıları… Bir nefes çekti sigarasından. Gözlerine bakıp konuşmak zordu, hele haksızsan, ama buraya konuşmaya gelmişti. “Yaptığım her şey için, yaşattığım acı için özür diliyorum. Bunu söylemeye geldim sadece.” Gülsüm bunu duyar duymaz kesip atarcasına, “Affettim,” dedi. Cansız, ruhsuz bir şekilde, silik bir tonlamayla çıktı ağızından. Bir gerçekliği yokmuşçasına havada asılı kalan boş bir kelime gibiydi. 

“Şimdi mi affettin beni?” 

“Hayır. Seni unuttuğum gün affettim.”

“Ne zaman?”

Gülsüm elindeki ekmeği bankın üstüne, tam aralarına koydu. Paltosunun cebinden bir sigara çıkartıp yaktı. “Bilmiyorum. Senden sonra uzunca bir süre, her perşembe bu yoldan yürüdüm. Adım attığın yerlere bastım. Kaçıp gittiğin o son vapurun ardından çaresizce baktım. Giden her vapurun peşinden kendimi denize atmak istedim. İçimden bir ses döneceğini söylediği için yapamadım. Kaç perşembe böyle geçti bilmiyorum. Sonra bir gün, seni unuttum. Kendiliğinden oldu; rüzgârın esmesi, yağmurun başlaması gibi… Tüm acılarım hafifledi birden. İyileştim. Bilmiyorum ne kadar sonra birini sevdim, ama sevdim. Onunla yürüdüm, hayaller kurdum, yanında uyudum, çocuğumuzu taşıdım. Yani Musa, ben seni çoktan affettim.” Yıpranmış yüzünden yaşlar süzülmeye başladı. Affedilmeyi istiyordu, bu yüzden buradaydı ama böylesi çok acı olmuştu. Yok sayılmıştı. Tamamen unutulmuştu. Kendisine dair Gülsüm’ün içinde hiçbir duygu yaşamıyordu artık. Umduğu bu olmasa da, içinden gelmese de teşekkür etti. Gülsüm ayağa kalktı, “Gitmem gerek artık. Ekmek senin, eski günlerin hatırına.” Yine soğuk bir şekilde tokalaştılar vedalaşırken. Gülsüm birkaç adım atıp durdu, geri dönüp seslendi, “Musa. Yaşlılık sana hiç yakışmamış. Seni hiç böyle hayal etmemiştim,” dedi. Gülsüm yoluna devam ederken, Musa soğumuş ekmeği avuçlarının arasına aldı…

Eve döndüğünde içinden bir parça kopmuş, canlı canlı sökülmüş hissediyordu. Sabaha kadar uyumadı. Ona her perşembe olmasa da, birçok perşembe yazdığı mektupları okudu. Ağladı. Sövdü. Bağırdı. Yine ağladı. Sabah olduğunda tüm mektupları tekrar bavula yerleştirip, bir çocuk gibi halının üstünde uyuyakaldı…

Uyandığında akşam olmak üzereydi ve hava düne göre daha soğuktu. Sızlayan bacakları ona yağmurun geleceğini söylüyordu. Alelacele toparlanıp pencereleri kapadı, babasının koltuğunun üstüne çarşafı özenle tekrar serdi ve kapıyı kilitleyip evden çıktı. Elinde bavulu koşturarak fırına, Gülsüm’e gitti ama orada yoktu. Tezgâhın arkasında duran kızını gördüğünde tereddüt etmeden içeri girdi. Kıza annesini sorduğunda hasta olduğunu, bugün gelemeyeceğini öğrendiğinde hayal kırıklığına uğrasa da, tüm sevecen tavrıyla elindeki bavulu kıza uzatıp annesine vermesini rica etti. “Tanıştığımıza çok sevindim. Annen kadar güzel ve naziksin.”

İskelede aynı banka oturup son vapuru ve Gülsüm’ü beklemeye başladı. Mektupları okuduğunda belki benim de ne kadar çok acı çektiğimi anlar diye geçirdi içinden. Onun kadar ben de üzüldüm, parçalandım. Evet, olmayacak bir şey oldu, başkasına âşık oldum, hastalandım bu duyguyla ama vicdanımdaki yara bir gün bile sızlamayı bırakmadı, diye söyleniyordu çiselemeye başlayan yağmurun altında. İki saat boyunca kendi kendine konuştu, ağladı, Gülsüm’ün yolunu gözledi. Vakit gelmişti artık. İki adımda bir arkasına dönüp bakarak vapura bindi. Kaçıp gittiği gibiydi her şey; perşembeydi günlerden, yağmur vardı ve içi paramparçaydı. Vapur, halatlarından kurtulup iskeleden ayrılmaya başladığı an Gülsüm’ü gördü iskelede. Gelmişti. Birbirlerine dokunmak imkânsızlaştığı an çıkagelmişti. Elini uzatmak istedi. Denize atlamak belki… Ama Gülsüm elindeki bavuldan çıkarttığı mektupları üçer beşer vapurun ardından denize atmaya başladığı an içi deniz kadar karardı. Mektupları görebiliyordu suyun üstünde. Okumamış mıydı? Belki de okumuştu… Bilmiyordu. Suyun üstündeki mektuplar kaybolmaya başladığında Gülsüm de gözden kayboldu. Geriye bir tek kendi kalmıştı.

Emre Ocaklı
Latest posts by Emre Ocaklı (see all)
Visited 6 times, 1 visit(s) today
Close