Babam eve döndüğünde yine elleri doluydu. Bir kez bile eli boş gelmezdi; ya yiyecek bir şeyler ya da bana oyuncak. Bazen ikisi birden… Onu elleri boş eve girerken görmek nasıl bir şey, gerçekten bilmiyorum.

Ufacık evimizin salonundaki tek masası yemek saatleri hariç ders çalışmam için bana ait. Okulda verilen ödevleri çabucak bitirip televizyonun karşısına geçer, annemin yaptığı yemeklerin kokusu altında kanaldan kanala geçer, ilgimi çekecek bir şeyler arardım. Genelde bulurdum; o saatlerde bazı kanallar çizgi film kuşağı yapardı. Bazılarında da yarışma programları olurdu. Oradaki soruları bilmeye çalışırdım ama genelde yanılırdım. Beni aşan sorulardı. Bir de yemek programı vardı ama onu da annem izlememi istemezdi. Nedenini sormadım. Biliyordum çünkü oradaki yemeklere bakıp üzüldüğünü. Güzel masalar, süslü tabak ve kaşıklar, sürahiler, masa örtüleri, etli yemekler, tatlılar onun için imkânsız bir hayaldi. Biz seviyorduk ama haftanın üç günü patates yemeğini, mercimek çorbasını, çok amaçlı masamızı. Her şeye rağmen annem mutlulukla hazırlıyordu çünkü. Mutlulukla yapılan her şey güzel olmak zorundaydı. Babam öyle öğretmişti.

Okulumun yaz tatiline girmesine bir hafta kalmıştı. Çok başarılı bir öğrenci değildim ama zayıf da değildim. Sınıftaki birkaç çok akıllı öğrenciyle, onların tam tersi okula ilgisiz, başarısız üç beş öğrenci arasındaki yaklaşık kırk kişilik grubun içindeydim. Fark edilmeyen sıradan öğrencilerden yani… Elbette diğer öğrencilerden beni ayıran büyük bir fark vardı. Çoğu karne hediyesi olarak ailelerinin onlara alacağı şeylerden bahsediyor, o hediyelerin hayalleriyle gün sayıyorlardı. Verilecek ara, yaz tatili çoğunun umurunda değildi. Ben de bu konuşmalardan olabildiğince uzak durmaya çalışıyor, kaçamadığım zamanlarda ise yaz tatilinde geç kalkıp tüm gün oyun oynamaktan bahsediyordum. Elbette benim de hayalini kurduğum, ama durumumuz yüzünden babamdan isteyemediğim bir şey vardı; demirleri parlak mavi, arka tekerleğinin yanında iki küçük tekerleği daha olan, büyük bir BMX bisiklet.

Babam, içinde ekmek, salça ve ayçiçeği yağı olan poşeti mutfaktaki ekmekliğin yanına bırakıp annemi omuzundan öptü. Bu sefer haşlanmaya başlamış soğanlardan mıdır bilmem, annemin gözleri doldu yine. Evet, yine; gerçi babam onu ne zaman öpse, ne zaman saçlarına yorgun, kesiklerle dolu iri parmaklarını dolasa annemin gözleri dolar, o güzel yüzünü ona çevirip içten bir gülücükle dudaklarına bir öpücük kondururdu. Bu duygu karşılığının haşlanmış soğanla ilgisi olabileceğine o kadar çok inanmıştım ki, gerçeği anlamam zaman aldı. Gerçi hâlâ soğan fikrini tam olarak atabilmiş değilim.

Elindeki diğer büyük poşette ise ne olduğunu anlayamadım. Gözlerimi siyah poşete dikmiş bakarken babam da bana gözlerini dikmiş bakıyordu. “Hoş geldin yok mu beyefendi?” Şaşkınlığımı atıp masadan fırladım ve boynuna sarıldım. Sanki her gün uzak yollardan, büyük ayrılıklar sonrasında kavuşuyormuşuz gibi hissediyorduk. Sarılmamızdan belliydi bu. Yüzümü boynuna yasladığımda yine ter içinde olduğunu gördüm; üzerindeki eski tişört birkaç kez teri emmiş, kurumuştu. Üstündeki haziran terinin kokusu kısa sürede tüm evi kapladı. Elleriyle beni yere bırakıp, siyah poşeti gösterdi. “Yıkanayım önce, sonra da şu alete bakalım.” İyice meraklanmıştım.

Karnı çok aç olduğundan poşetin sırrı bir süre daha öylece kaldı. İştahına düşkün bir adamdı babam. İki tabak yemeğin yanına neredeyse koca bir ekmeği de bitirmişti. Belki de çok çalıştığı için bu kadar acıkıyordu. Olabilirdi. Kolay bir iş değildi yaptığı ve onun ne kadar yorulduğunu anlayabilmem mümkün değildi. Onu çalışırken hiç görmemiştim. Sadece birkaç kez işe giderken arkasından bakmıştım.

Annem, “Yine mi oyuncak getirdin?” diyerek dünyanın en tatlı, en naif şeklinde sitemini ettiğinde babam, “Bu biraz değişik canım, dur bak,” diyerek yemek masasından kalkıp poşeti aldı ve koltuğa oturdu. Ben de peşinden tabağımı mutfağa götürmeden babamın yanına fırladım. Güzel annem, bir bana, bir tabağa baktı ama tek kelime laf etmedi. Heyecanımı bölmek istemiyordu. Babamın poşeti açmasıyla annem de elindeki bardakları bırakıp yanımıza geldi. Masa bekleyebilirdi. Her şey bekleyebilirdi.

Aslında annem siteminde biraz haklıydı. Küçücük evimizde benim oyuncaklarım ciddi bir yer kaplıyordu. Oyuncağa meraklı bir çocuk değildim ama o kadar çok oyuncağım oldu ki onlarla aramda ister istemez bir bağ oluştu. Yüzlerce misketim, su fışkırtan yüzüklerim, rengârenk oyuncak arabalarım, mantar ve su tabancalarım, minik plastik askerlerim, tahtanın üzerine çakılan çivilerle yaratılan küçük bir futbol saham, topacım, Donatello eksik bile olsa ninja kaplumbağalarım vardı. Annem de onları seviyor olmamdan ötürü bir şey demiyor, ortalığa dağıtmamam karşılığında evde yer tutmasına ses etmiyordu. Gerçi hepsiyle oynamıyordum ama onları atmak istemiyordum. Babam sürekli, “Oyuncaklar çocukluğundur. Kaç yaşına gelirsen gel onlar seni geçmişe götürür. Mutlu eder. Sakın hiçbirini kaybetme. Belki otuz sene sonra bu oyuncaklardan dünyada kalmayacak bile,” derdi. Haklı olabileceğine inandım hep. Gene de otuz yıl çok uzaktaydı.

Poşetin içinde yıpranmış bir kutu çıktı. Kutunun içinden de siyah bir kasa. Sanırım ne olduğunu biliyordum. Atari olmalıydı. Birkaç arkadaşım okulda bahsetmişti. Yanında da bir tane parmaklarıma uygun boşlukları olan, üstünde birkaç kırmızı ve siyah tuş bulunan kol vardı. Joystick. Birkaç tane de uzun siyah kablo vardı. Annem ne olduğunu anlayınca başımı okşayıp yanımızdan kalktı ve masayı toplamaya başladı. Babam büyük hevesle, “Oyun kasetleri yok ama birkaç güne bulurum sanırım. Tatilde oyun oynamak için bolca zamanın olacak.” Yeniden atladım boynuna. Belki de en değişik, en pahalı, diğer arkadaşlarıma kıyasla en normal oyuncağıma kavuşmuştum.

Okulun son günlerinde arkadaşlarıma yeni oyuncağımdan bahsetmedim. İçimden gelmedi. Onların arasına karışmak, onlardan biri gibi olmak istemedim belki de. “Bakın, artık benim de atarim var,” demek sanki sınıf atlatacaktı bana. Olduğum yerden memnundum. Hem henüz bisikletim yoktu. Eğer olsaydı onların saatlerce bisiklet sürdüğü parklara gider miydim, onu da bilmiyorum.

Birkaç gün sonra, okulların kapanmasıyla birlikte babam atarim için üç tane oyun kaseti bulup eve getirdi. Eski oyuncaklarımı beyaz bir çuvala atıp koltuğun altına sıkıştırdım ve yeni oyuncağıma tutkulu bir şekilde bağlandım. Sabah kahvaltımı yapar yapmaz oynamaya başlıyor, gece yarısı gözlerim kapanana kadar televizyonun başından kalkmıyordum. Sanki tüm oyuncaklarım hiç olmamışçasına, tek oyuncağım atarimmiş gibi gözümü ondan ayırmıyordum. Sahip olamadığım bisiklet ise sadece rüyalarımda karşıma çıkıyordu.

Bodrum katında yaşamanın birçok kötü tarafı var. Anlam veremediğim bir şekilde ev kötü kokar, dışarısının tüm gürültüsünü sanki yan odadaymış gibi duyarsın, üst katlarda oturan çocukların tırabzanlardan sarkıp merdiven boşluğundan (hiçbir şeye değdirmemeye çalışarak) bıraktıkları tükürükleri görürsün kapının hemen önünde. Ve yer altından güne başlamak, güneşi apartmandan dışarı adım attığın zaman görebilmek, sırf bodrum katında oturduğun için insanların sana acıyarak bakmasından daha kötüdür. Ta ki bir gün, yedek su deposunun olduğu, insanların eski veya evde tutmak istemediği eşyalarını koyduğu, evimizin hemen yanındaki depoda onu görene kadar. Hayalim birkaç adım ötemde duruyordu.

O bisikletin kimin olduğunu biliyordum. 4.katta oturan Hanife teyzenin oğlu Tolga’nın bisikletiydi. Demek ki evde koyacak yer bulamamışlar, buraya bırakmışlardı. Ben oyuncaklarımı asla evimden başka bir yere bırakmazdım. Hele bisikletim olsa asla! Uykuya dalmadan önce gözlerimin en son gördüğü şeyin o olmasını isterdim. İçimi daha önce hiç tatmadığım bir coşku kapladı. Karanlık deponun kısık ışığını yakıp ona yakından baktım. Eski bir bisikletti. Ya başkasından almıştı ya da yazları bazen gittikleri diğer evlerinden ilk defa getirmişti. Kırmızı demirinde daha önce hiç görmediğim bir marka vardı ve arka tekerleğinin yanındaki iki küçük tekerlekten biri kırıktı. Hiç tereddüt etmeden, sanki yıllardır bisiklet kullanan biri gibi tutup hafifçe eğdim ve bacağımı selesinin üstünden diğer tarafa attım. Harika bir duyguydu. Öylece kıpırdamadan durmak bile heyecandan ellerimi titretiyordu. Ne yapıp edip onunla birlikte saatlerce dolaşmak istiyordum. Ne yapıp ne edip…

Cumartesi geldiğinde sabah erkenden kalkıp dışarı çıktım. Bütün arkadaşlarım uyuyor olmalıydı daha. Mahallede tur atıp perdeleri yavaş yavaş aralanmaya başlayan evlere bakıyor, eşofmanlarıyla bakkaldan dönen tanıdıklara selam veriyor, böylece güneşin yakıcı sıcaklığını yüzümde ve kollarımda hissedebiliyordum. Kısa turumu bitirdikten sonra apartman girişinin soğuk mermerine oturdum. Günlerden cumartesiydi ve her hafta sonu olduğu gibi Tolga’nın ailesi büyük arabalarıyla bir yerlere gidecekti. Tolga’nın bisikleti yanına almayacağını umut ederek, arabalarına bindiğini görmeden yerimden kalkmamaya söz verdim.

Yaklaşık iki saat sonra apartman kapısı her zaman olduğu gibi büyük bir gıcırtıyla açıldı.
Bisikletle ilgili kurduğum düşlerden ayrılıp kendime geldiğimde babam tam karşımda, elinde küçük bir
sandviçle duruyordu. “Erkencisin. Ne yapıyorsun burada?” Elbette söyleyemezdim ona. Arkadaşlarımı
beklediğimi, parka gidip top oynayacağımız yalanını attım. “Hava çok sıcak, bu saatte top oynanmaz.
Akşamı bekleyin,” diye tembihledi. “Söz,” dedim, “oynamayız.” Yüzünde gururlu bir gülümsemeyle
evimizin yolun altına denk gelen, insanların sadece ayaklarını gördüğümüz pencerenin demirine
zincirle bağlanmış arabasını alıp para kazanmaya gitti. Bu onu işe giderken ikinci görüşümdü. Ve eskici
arabasının üç tekerlekli olduğunu ilk defa o an fark etmiştim.

Tolga ve ailesini samimi bir gülümseme ve el sallamayla uğurladıktan sonra, biraz da zaman geçsin diye, eve gidip bir şeyler yedim ve soluğu bisikletin yanında aldım. Anneme duyurmadan, mahallede kimseye gözükmeden nasıl uzaklaşabileceğimi düşünerek merdivenden çıkarttım büyük bisikleti. Apartman girişinde durup mahallenin en sakin anını bekledikten sonra olağandışı hiçbir şey yokmuş gibi bisikleti yanıma alıp hızlı adımlarla uzaklaşmaya başladım tanıdık olan her şeyden, her yerden…

Yaklaşık yarım saat bisikletle yürüdükten sonra, ne mahalledeki çocukların ne de okuldaki arkadaşlarımın olacağı bir park buldum. Yorgunluktan ve heyecandan bütün vücudum titriyordu. Başarabilecek miydim? Kimseye yakalanmadan öğrenebilecek miydim bisiklet kullanmayı? Bisikleti sol
tarafa, küçük tekerleğinin olduğu tarafa eğip bindim ama yine de dengede tutmak zordu. Sağ tarafa kayınca düşüyor, ayağımı pedaldan çekip yere basıyordum devrilmemek için. Birkaç kez daha denedim ama olmuyordu. İmdadıma biraz uzaktaki yaşıtım bir çocuk yetişti. Yaklaşık on dakika bisikleti bırakıp onu izledim. O sırada dikkat çekmemek için bağcıklarımı çözüp yeniden bağladım, çimlere oturup böceklerle oynadım. Sanırım yapmam gereken ilk şeyi öğrenmiştim; biner binmez hızlıca sürmeli, dengeyi hızımı alınca sağlamalıydım.

Çocuğu görebileceğim bir mesafede cesaretimi topladım ve seleye oturur oturmaz tüm gücümle pedalı çevirdim. Birkaç metre ya ilerledim ya ilerlemedim bisikletin boşlukta olan sağ tarafı beni aşağı çekti ve minik taşlarla kaplı kum zemine düştüm. Dirseğim kanıyordu, dizim soyulmuştu. Ama ciddi bir sorunum yoktu. Etrafa hızlıca göz gezdirip düştüğümü gören oldu mu diye bakındım. Fazla kalabalık değildi neyse ki park. Şanslıydım. Kolumu ve dizimi, tozlanan şortumu temizleyip tekrar denedim. Bu sefer ağırlığımı sol tarafa verip kendimi güvende tutacaktım. Hızlıca pedala yüklenip sol tarafa yüklendim ve hafifçe pedalı hiç durmadan çevirmeye başladım. Oluyordu. Bisiklet sürüyordum. Gidiyordu işte bu demirden oyuncak. Başarmıştım. Ta ki önümdeki taştan kaçmak için sağa doğru kırana kadar bisikleti… Yine yerdeydim.

Akşam olmadan mahalleye döndüğümde büyük bir sessizlik ve korkuyla bisikleti olduğu yere bıraktım ve eve girdim. Dirseklerim kan içinde, sağ dizim neredeyse paramparçaydı. Elbette şortum da yırtıktı ve bu annemin hiç hoşlanacağı bir şey değildi. Yine de bisiklet kullanmayı öğrenmiştim. Yiyeceğim azarlar umurumda değildi. Anneme görünmeden koşar adım banyoya girip duş aldım. Banyodan çıktığımda annem elinde yırtık şortum bana bakıyordu. “Nasıl becerdin bunu?” Top oynadığımızı söyledim ama pek inanmış gibi durmuyordu. “Top demek!” Evet dercesine başımı sallayıp suçlu bir çocuk gibi (zaten öyleydim), tüm gün yemek yemediğimi unutarak yatağın altından atarimi çıkartıp televizyona bağladım. Oyuncaklar yaralara sebep olabiliyordu ama o yaraları da yine oyuncaklar iyileştiriyordu.

Ağustos yeni gelmişti. Hava her zamankinden daha sıcak, yaz tatili su gibi akıp geçiyordu. O günden beri rüyalarımda bisiklet görmemiştim. Bisiklete binen çocuklara bakıp iç geçirmemiştim. Hiç. Koca bir çuval dolusu eskimiş, ikinci el oyuncaklarımla, atarimle mutluydum. Benim gibi olan çoğu çocuktan şanslıydım; yüzlerce oyuncağım vardı, annemin güzel yemekleri, babamın varlığı vardı. Hem bisiklet kullanmayı da öğrenmiştim. Eminim ki günün birinde eskimiş bisikletini babama az bir para karşılığında satacak birileri çıkacaktı. Ve ben o gün yine çok mutlu olacaktım. Her zamanki gibi…

Emre Ocaklı
Latest posts by Emre Ocaklı (see all)
Visited 10 times, 1 visit(s) today
Close