Yazar: 18:55 Öykü

Pembe Odalar Mavi Kuşlar

Karnına dayayarak içeriye sokmaya çalıştığı bohça elinden kaydı. Bir hamleyle tekrar sımsıkı tuttu ucundan. Diziyle omzuna doğru attı. Demir kapı gıcırdayarak üstüne kapanırken ayağıyla ittirdi, odaya girdi. Bohçayı yatağının üstüne bıraktı. Derin bir nefes aldı. Ellerini iki yana saldı, uyuşmuş parmaklarını oynattı. Alnında boncuk boncuk yuvarlanan terini çiçekli mavi gömleğinin koluna sildi. Yorulmuştu. Ranzaların üstüne yuvalanmış kuşlara baktı. Kanadını açmış, yavrusunu sarmış, kuluçka basmış, havalanmaya hazır onlarca kuş! Alacakarga, kanarya, saka, sığırcık, serçe… Birinin kanadı yok, diğerinin gagası, öbürünün gözü çıkmış! Yaralanmış, yarım kalmış kuşlar.

Havva, koğuşta yan yana sıralanmış iki katlı, paslanmış ranzaların arasında ilerledi. Koğuş arkadaşlarının düzenli yataklarına baktı. Temizlik günüydü bugün. Her yer köşe bucak silinmiş, çarşaflar değiştirilmiş, lavabolar ovalanmış, kara beton tuvalet çamaşır suyu ile sürtülmüştü. Demir parmaklıkların arasından gelen yarım porsiyon güneş ışığı ve nazlanarak sızan yel bile mutluluk sebebiydi içeride. Bunca temizliğe rağmen pas kokan demir karyolanın üzerine serdiği kırk yama örtünün üstüne bohçanın içindekileri saçtı. Görüşmecisi, Uzun Çarşı’dan ısmarladığı boncukları getirmiş, yanına da uzunca bir liste iliştirmişti.

Havva elindeki kâğıtta yazılanları dikkatlice inceledi.

“Yapılacak çok iş var!”

Kadir’e sarı lacivert kanarya, Ayşe’ye yumurtadan yeni çıkmış, sarı gagalı yavrular, Mehmet’e tuttuğu futbol takımının renginde, sarı kırmızı iki tane küçük kuş, -ikincisi bahsi kaybedene hediye olmalı- Okul müdiresine kermes için irili ufaklı, her renkte elli tane kuş…

Mahpusların hükümlü ellerinden çıkacak, gökyüzüne doğru özgürce kanatlanacak kuşlar!

Havva’nın ilk hükmü değildi bu. Mahpusluk illaki demir parmaklıklar ardında olacak değildi ya! Yıllarca cezaevinin kapısında sıraya durmuş, ekşimiş ter ve küf kokan pembe odalarda kocasına güya kadınlık(!) etmiş, pembenin sadece tozunun kaldığı duvarların arkasında hükmün tillahını yaşamıştı. Namus davası adı altında kız kardeşini acımasızca katleden kader mahkûmu kocası koğuşta iyi hal gösteriyormuş, kuralların gereğini yapıyormuş da karısıyla halvet etmeyi hak ediyormuş! Onun hakkı varmış; ya Havva! Havva’nın hakkı yok muymuş? “Yok!” Aile büyükleri de devlet büyükleri de öyle karar almış!

Görüş gününde, kayıttaki görevlilere tanınmamak için başını örtüyor, yüzünü gözünü sarıyor, hiç konuşmuyordu Havva. Kâğıt kürek işlemleri sona erince kocasına sunulmak üzere pembe odanın kapısında bir ayağı kırık, minderi yırtık sandalyeye oturup bekliyordu. Kapı açıldığında, ağzından turşu pilav kokusu yayılan kocası, vahşice üstüne çullanıyordu. Firari bir hayvanın azgınlığıyla bitmek tükenmeyen üç saat!  Tüm iyi halleri koğuşta bırakıp, salyasını akıta akıta karyola gıcırtıları arasında geçen üç saat! Devlet büyüklerinin de aile büyükleri kadar umursamadığı yıllarca süren işkencenin “sen de razı mısın” boyutuna ulaşamamış üç saat!

Havva küflü karyolanın gıcırtısında kaybolan çığlıklarını içine atarken nasır tutan kalbi bir kere heyecanla atmadı. Boğazını dolduran ekşi meniyle boğulup, iliğine kadar kine battı. Hayattaki hiçbir canlıya karşı sevgi, vicdan, merhamet duy(a)maz oldu. Düştüğü batağın içinden çıkabilmek için ölümü çare olarak gördü. Birkaç kez boynuna ilmeği geçirdi, hapları masaya koydu, bıçağı kalbine dayadı. Olmadı. Yapmadı. Suçlu kendisi değildi ki! Gerçek adalet için, asıl suçlu cezalandırılmalıydı.

Cezaevinde salgın hastalık çıkınca şartlı salınıverdi kocası. Havva kararını verdi.

“Ya o içerde olmalı ya da ben!”

**

Sabah ezanı ile uyandı. Banyoya girdi. Saçlarını iki defa şampuanladı. Vücudunu, iğne deliği kadar yer kalmayacak şekilde keseledi. Derisi kızardı. Beyaz havluya sarınıp çıktı. Küçük odadaki yatağın kenarındaki sehpanın çekmecesinden tırnak makasını ve tarağı aldı. Tırnaklarını kesti. Saçlarını taradı. Pencerenin kenarına oturdu. Dışardan esen rüzgâr ıslak saçlarına değdi. Küçücük oda beyaz sabun kokusuyla doldu. Ceviz ağacından yapılmış, tahtaları oymalı sandığı açtı. İtinayla yıkanıp, ütülenmiş, katlanarak en üste konulmuş beyaz elbiseyi alıp giydi. Topuklarına kadar indi etekleri. Başını iğne oyası ile süslenmiş tülbentle örttü. Yeşil, saçaklı seccadeyi serip, yönünü kıbleye döndü. Namazını eda etti. Peşinden iki rekât da şükür namazı kıldı. Tespih çekti. Seccadeyi itinayla topladı, sehpanın üzerine bıraktı. Mutfağa gitti. Su ısıtıcısını doldurdu. Düğmesine bastı. İki dakika demeden fokurdayan suyu aldı, çaydanlığa döktü. Çayı demledi. Dolaptan tuzlu köy peynirini çıkarıp dilimledi. Üstüne ısıtıcıda kalan suyu döktü. Mutfaktan çıktı. Yatak odasına gitti. “Uyuyor hayvan!” Yüklüğün kapağını açtı. Üst üste kitap gibi dizilmiş renkli yorganların arasına elini soktu. Beyaz etaminden dikilmiş lavanta torbası yere düştü. Odadaki ter ve meni kokusuna lavanta kokusu değdi. Derin bir nefes aldı Havva. Yastık kılıfının arasına sakladığı siyah saplı kurban bıçağını yokladı. Hızlıca çekip alırken cırk cırk öten bir çekirge sesi duydu. Gülümsedi. Sol yanağındaki gamze derinleşti. Yüzü, güllü basma ile kaplanmış yer döşeğinin arasına elini soktu, bir tomar pamuk aldı, mutfağa gitti. Demlenmiş çay kokusuna eter kokusu değdi. Aceleyle yatak odasına seğirtti. Elindeki pamuk topunu hızlıca kocasının yüzüne kapattı. Kocası birden sendeleyerek uyanırken, ne oldum diyemeden tekrar uyudu. Havva, babasından yadigâr, ona da dedesinden kalma, sapı keçiboynuzundan ince ince işlenmiş, kehribar renkli kurban bıçağını sapladı. 

Çekirge sustu.

“İşte şimdi oldu.”

Banyoya gitti. Beyazdan kırmızıya dönen elbisesini çıkardı. Abdest aldı. Yüzünü kurularken telefonun ekranına dokundu. Aradığı kişiye adres verirken her iki yanağındaki gamze iyice derinleşti.

Mutfağa yöneldi.

Çay demini çoktan almış, peynir tuzdan arınmıştı. Sırayla kahvaltılıkları çıkardı. Zeytin, çilek reçeli, tahin, pekmez…  Zeytinin üzerine bolca kekik ve pul biber attı. Domates ve salatalıkları birbirine paralel kıydı. Yanına iki dal nane ve tere ekledi. Saksıdaki fesleğenin ucundan birkaç yaprak çimdirdi. Mis gibi koktu ortalık! “Sevgiyle dokununca nasıl da karşılık veriyor!” diye mırıldandı. Ocağın altını kıstı, fokurdayan çaydanlık sustu. İnce belli bardak çay ile buluştu. Ömründe yaptığı en güzel, en huzurlu kahvaltının keyfini çıkarıyordu. Bir çay daha doldurdu. Kapının zili çaldı. İçeriye kuş sesi doldu. Elinde çay bardağı ile gülümseyerek kapıyı açtı.

Mavi boncuktan yapılmış bir kuştu Havva! Mahpus damında müebbet hüküm giymiş tüm kuşlara özgürlük işliyordu.

Editör: Çisem Arslan

Ayşe Gümüş Çoban
Latest posts by Ayşe Gümüş Çoban (see all)
Visited 23 times, 1 visit(s) today
Close