Yazar: 11:30 Öykü

Pardon Dalmışım

Pardon Dalmışım

Gözümü açtığımda net göremediğimi fark ettim. Sanki ağlamışım da buğulu gözlerle bakınıyorum. Sonra yavaş yavaş alışıyor gözlerim ortama, bir tuhaflık var; anımsadığımı düşündüğüm bir yerdeymişim gibi hissediyorum. Evet, bir yerden anımsıyorum; ama çıkaramıyorum. Bu arada daha net görmeye başlıyorum. Oha! Çok net görüyorum, hatta arkamı bile görebiliyorum. O zaman anlıyorum işte:
“Balığım oğlum ben, denizin dibindeyim. Yüzgeçlerim, kuyruğum falan var. Ayrıca çok esneğim. Hay Allah! Nereden geldik buraya, neler oluyor?”
Çok garip bir his, sanki ıslağım ama öyle hissetmiyorum; ya da ben bir yerden öyle hatırlıyorum. Yıllardır buradaymışım gibi her şeyi çok rahat yapabiliyorum. Çok hızlıyım mesela… Ani dönüşler yapabiliyorum, kafam falan dönmüyor hiç. İstediğim yere sığabiliyorum. Ama içimde bir sıkıntı var. Nedenini anlayamadığım bir sıkıntı. Sanki bir şeylerden korkuyorum gibi, neyden korktuğumu bilmeyerek. Kıyıda takılıyorum şimdilik. Bir tuğlanın içine pinekliyorum. Huzursuzum çok, bir şeyler hissediyorum. Hemen çıkıyorum oradan ve tahmin ettiğim şey gerçekleşiyor. Çocuğun biri elleriyle tuğlanın iki yanını kapatarak çıkarıyor dışarı. Bu olayı bir yerlerden hatırlıyorum ama dur bakalım:
“Tabii ya!” Korktuğum şeyleri anlamaya başlıyorum yavaş yavaş. “Ulan oltaya gelmesek bari, eh geniş kincanlılar da var şimdi; onlardan kaçmak lazım. Neyse kıyı kıyı takılacağız artık.”
Acaba ne balığıyım? Çokta bilmezdim zaten balık isimlerini ama tipe şöyle bakınca sardalya gillerdenim  –tirsi-gibiyim galiba! “Ulan bana ne bunlardan, ne garip sorular soruyorum kendime.Buraya nasıl geldim? Nereden geldim? Niçin buradayım?”
Çabuk alışmaya başladık galiba. Bütün düşüncelerim birbirine karışıyor, hiçbir şey bilmiyorum. Düşündüğüm andan itibaren bir hiç gibi silinip gidiyorlar. “Aman ne yapalım battı balık yan gider.” Evet, çabuk alıştık; baksana kendimizle dalga geçer bile olduk.

 “Acaba bir ailem var mı?”  Yahu nerden olacak; kim bilir nereden geldin hangi yumurtadan çıktın, annen, baban kim bilir hangi oltaya takılıp birilerinin midesine indi, hem böylesi daha iyi, hep yalnız değil miyiz zaten, doğduğun andan itibaren yalnızsın işte. Aileler biraz fazla romantikaya kapılıyorlar bazen. Geleneklere, töreye, an’ane’ye fazla dalıyorlar. Sahipleniyorlar seni, belli bir zamandan sonra:  
“Git yalnız kal, buna alış” diyorlar.
         
Reisi oluyor mesela her ailenin. Bu anlayış başka reisler doğuruyor zamanla. Aha, bir şey fark ettim:
“Reis yook burada!”diyerek, sesli gülüyorum.
Öyle zannediyorum ki bütün reisler yok. Para yok, pasaport yok, vize yok, sınır yok. Vay be, sınır yok! Neredeyim ki ben şimdi? Kim bilir hangi denizdeyim? Şöyle bir dalıp çıksam görür müyüm ki? Aman ya, ne önemi var denizdesin işte. Galiba Marmara bölgesindeyim. Derinlere doğru gidince sanki bir dağın yamancından aşağıya doğru gidiyor muşsun gibi oluyor. Kayalar, mağaralar falan görüntü güzel…
Birkaç ahbap buluyorum daha sonra kendime. Konuşmadan anlaşıyoruz zaten. En güzeli de bu.Takılıyorum peşlerine. Biraz dolaştıktan sonra sıkılıyorum hemen ayrılıyorum guruptan. Kendimle baş başa kalmak istiyorum nedensiz. Bir kayanın aralığı gözüme çarpıyor, tam yöneliyorum, içinden bir ahbap çıkıyor. Duruyorum hemen, ama bir yandan da kesiyorum orayı; çok güzel görünüyor. Çıkıp gittikten sonra fırlıyorum, dalıyorum hemen kayanın aralığına. Ama ters giden bir şey var. Kafalama girdik, dönüş imkânı yok. Usulca geri geri çıkıyorum,  tekrar aynı şekil geri geri giriyorum bu sefer. Neyse “böyle böyle öğreneceğiz,” diyorum. Biraz zaman geçtikten sonra bir ahbap geliyor aralığın ucuna, beni görünce şöyle bir bakıp gidiyor hiçbir şey söylemeden. Bu az önce yerini aldığım ahbap. Sonra anlıyorum tabii. “Burada mal yok, mülk yok.  Kim önce kapıyorsa bir yer, yerleşiyor hemen. Sınır ve pasaport olmayan bir yerde mal, mülk mü olur? Bütün deniz senin işte.” Şöyle bir Rusya kıyılarına gitmek istiyorum aslında. Önce bir yolun uzunluğu geldi aklıma, sonra mevsim ve Karadeniz’in soğukluğu. Sattım iki dakikada hayalimi. En iyisi Akdeniz’e sıcak sulara inmek diye düşündüm.

Aradan biraz daha zaman geçince epey dinlenmiş olduğumu hissediyorum, tam kafayı çıkaracakken biri geliyor karşıma öylece kesişiyoruz biraz. Çarpılıyorum resmen. Öyle güzel görünüyor, öyle güzel bakıyor ki donup kalıyorum belli bir süre. O da benim gibi, “tirsi”. Onun da bir yer aradığının farkına varıyorum hemen. İçimden, “Burada beraber yaşayabiliriz!” demek geçiyor. Sonra dizginliyorum hemen kendimi… “Topa bas oğlum biraz, yine hızlı hareket ediyorsun. Alışamadık bir türlü bu çılgın sulara.”
Hiçbir şey demeden basıyor gidiyor. Hemen peşine takılıyorum, kaybetmek istemiyorum. İçimde anlam veremediğim büyük bir hazla ona doğru çekiliyorum. O hızlanıyor ben de hızlanıyorum, o yavaşlıyor ben de yavaşlıyorum. Beni fark ediyor ama mutlu gibi halinden. Benimle oynuyor gibi görünüyor. Epey gittikten sonra kendini bir kayanın arasına öyle güzel bırakıyor ki; tecrübeli olduğu kesin. Ben dışarıda mal gibi kalıyorum belli bir süre.
Acayip acıktığımı hissediyorum ama ne yiyeceğimi pek bilemiyorum. Aşk acıktırıyor işte böyle, ne yiyeceğini sana söylemiyor. Ayvayı da yiyebilirsin bu durumda. Bizimkinin dışarı çıkıp bir şeyler yediğini görüyorum. Hemen süzülüyorum ben de yanına. İlk akşam yemeğimiz olduğu için oldukça heyecanlıyım. O sırada öğreniyorum neyle beslendiğimizi; bir çeşit plankton[1]. “Vay anasını be… Bu zamana kadar ne yediğimiz belli değilmiş.” Neyse en azından diğer taraftaki gibi bazı şeyleri kaşıkla yedirmiyorlar. Bizimki adını söylemese hiç bilmiyordum bu yiyeceği. Böylelikle muhabbetimizde başlıyor haliyle. Şaşırıyorum biraz.
“Beni neden takip ettin?, Niye gözetliyorsun?, Ben seni yemeğe falan davet etmedim, çağrılmadan niye geliyorsun?” türünden suallerle hiç karşılaşmıyorum. Direkt mevzudayız yani. Baya sevmeye başlıyorum ben bu işi.
Havanın iyice karardığını hissediyorum, ama çok net görüyorum etrafı. Kayanın arasına yerleşiyoruz sonra. Baya iyi anlaştık… Ona seyahat etmekten bahsediyorum. Diğer denizleri, okyanusları, kıyıları vs. bizimki de görmek istiyormuş ama bir türlü fırsat bulamamış. Kaç sefer niyetlenmiş, korkup vazgeçmiş. “ Artık ben varım diyorum beraber gezeriz.”  Neyime güvenip bu sözcükleri yuvarladım anlamadım. Ne ara balık oldun? Burada ne işin var? Bunları daha çözemeden, bir de kalkıp seyahat etmekten bahsediyorsun. Kendimi diğer ahbaplardan farklı gördüğüm kesin. Başka türlü bakıyorum etrafa, ya da ben öyle zannediyorum. Diğer yandan sevmeye başlıyorum aslında bu durumu. İçimde tarif edemediğim bir mutluluk var, çok heyacanlıyım. Galiba bu aradığım, “özgürlük.”
Bizimkinin yanına yaklaşmak istiyorum. Meraktan olduğunu zannediyorum, ama büyük bir iştahla ona doğru çekiliyorum. Aramızdaki çekim kuvvetini anlamlandıramıyorum. Ya, bana öyle geliyorsa? Ya, geri teperse? Ya, kaybedersem?
“Oğlum balıksın yahu, ne geri tepmesi, ne kaybetmesi. Kaybetsen ne olacak?”
Bu duygular bana nereden geldi bilmiyorum, diğer taraftan olsa gerek. Karartıyorum gözü ve sokuluyorum yanına. Ses etmiyor bizimki, galiba o da bunu istiyormuş. İyice sürtünüyorum, yüzgeçlerimiz birbirine değiyor. Acayip bir titreme alıyor beni. Öyle bir haz duyuyorum ki tarifi yok. Birbirimize sürtünerek ilerliyoruz. Güzel bir ahenk eşliğinde dönmeye başlıyoruz. Hiç böyle sarhoş olduğumu hissetmemiştim. Kayanın arasından çıktığımızı ve yavaş yavaş açıldığımızı fark ediyorum. Şimdi ölmek istemiyorum işte. Böyle bir sarhoşlukla büyük bir zevkin içindeyken ölmek istemiyorum. Ağa falan takılıp böyle bir ânın yok olmasını istemiyorum:
“Yahu bıraksana be oğlum kendini… Nereden geliyor böyle şeyler olmayan aklına. Hep mutlu olduğun zaman, bunun arkasından kötü şeyleri düşünmek zorunda mısın? Çık şu saplantılı fikirlerden. Balıksın sen, özgürlüğün tadını çıkar. Bırak kendini zevkin içine.”
Kendi kendime söylenerek, düşünmekten vazgeçiyorum ve bırakıyorum kendimi. Gözlerim kararıyor sonra. Kendimden geçiyorum.

Kendime geldiğimde yine kayanın arasında buluyorum kendimi. Aniden yanıma bakıyorum. Bizimki bana bakıyor. Derin bir, “ohh” çekmek geliyor içimden, yanımda olduğunu bildiğim için. Hemen fark ediyorum ve sonra kafamın içinde yine deli sorular beliriyor.
Az önce yaşadığımız şeyler gerçek değil miydi yoksa?
Rüya mıydı tüm bunlar?
İnanmak istiyorum. Çünkü böyle şeyleri daha önce hiç tattığımı zannetmiyorum. Sormaya utanıyorum tabii. Ama ona bakınca mutlu olduğunu görür gibiyim. Galiba evet, bu yaşadığım gerçek. Onunla birlikte oldum. Ama ne birlikte olmak. Kılçıklarıma kadar hissettim sanki…
Tebessüm ettiğimi düşünüyorum. Acaba gülebiliyorum muyum? Bilmiyorum ki… Sıfatımızı göremiyoruz sonuçta. Aman neyse hissetmek güzel şey… Sahiden, böyle şeyleri diğer tarafta hissediyor muydum gerçekten? Buraya bir yerden geldiğim kesin.
Neyse, tekrar bizimkine bakıyorum o da bana bakıyor. Mutlu olduğunu hissediyorum. Onu öyle mutlu hissedince ben de acayip mutlu oluyorum. Yanındayım, yüzgeçlerimiz tekrar birbirine sürtüyor ve ben yine titriyorum.
Olamaz… Tanrım… Sabaha kadar mı?

Hava aydınlanıyor belli. Güneşin ışığı çok güzel dalıyor denizin içine. Bizimki de uyanmış. Acayip dinlenmiş hissediyorum. Sanki yenilenmiş gibiyim. Daha canlı görünüyorum. Yüzgeçlerim, üstümdeki pullar efsane görünüyor. Kayanın arasından çıkıp avlanmaya, yani kahvaltıya gidiyoruz. Birkaç plankton bulup karnımızı doyurduktan sonra süzülüyoruz denizin içinde. Artık yolculuk için hazırız. Acayip merak ediyorum:
“Madem balıksın, artık kabullendin -gerçi bu çok kolay oldu- diğer ülkelerin kıyılarını görmeden olmaz. Kimseye hesap vermeden yapacaksın hem de bunu. Zaten yüzgeçlerimde olsa bütün sınırlara dinamit yerleştirip patlatırdım.Neyse saçma oldu kabul ediyorum.”
 Beynimin içindeki bu saçma sapan –bazen de sesli düşündüğüm- düşüncelerle süzülüyoruz. Denizin akıntısından anlıyorum, galiba boğazdan geçiyoruz. Çanakkale olsa gerek. Daha iyi anımsıyorum her şeyi. Evet, eskiden yukarıdayım şimdi denizin dibinde. Burada ki ahbapların çoğu öldükten sonra yukarıya çıkacaklarını düşünüyor. Hatta buna inanların arasında bizimki de var. Bu şey gibi:
“Yukarıdakilerin, yukarıya çıkacaklarına inanması…”
“Bir dakika yahu, ama ben aşağıya geldim. Hayda… Yukarıdayken öldü mü yoksa ben? Yok daha neler.”
Tüm bu söylentilere ses etmiyorum. Yukarıdaki tecrübelerime dayanarak tabii… Orada böyle bir şeyin olmadığını söyleyenleri, mantıktan bahsedenleri pek sevmezlerdi. Gerçi yukarıdan bahsedenleri de çarmığa germişleri vardı. Anlatılanlara ve yazılanlara göre. Ama böyle bir şeyin olmadığını söyleyenleri, kesin sevmediklerini biliyorum. Yani iki ucu…  Öyle işte. Burada da değişen bir şeyin olmayacağını sezinleyerek, şimdilik susmayı tercih ediyorum.

Boğazda ilerlerken bizim kuzenlere rastlıyoruz. Sardalya sürüsüne. Takılıyoruz bizde peşlerine. Belli bir süre sürüyle ilerledikten sonra tehlikeyi önceden sezip çekiyorum bizimkini. Ayrılıyoruz sürüden. Ne olur ne olmaz. Sürüyle gitmek tehlikeli, çabuk avlanabiliriz. Burada sürüden ayrılanı kurt kapmıyor; bilakis, sürüyle gidersen kurt kapıyor. Bireysellik fazlasıyla mümkün.

Kazasız, belasız çok fazla etliye, sütlüye karışmadan boğazdan çıkıyoruz yavaş yavaş. Ben rotayı sağa kırdırıyorum hemen.Önce Saros körfezi ardından Selanik körfezi derken kıyı kıyı Yunanistan’dan aşağıya ver elini Akdeniz. Bizimkinin de hoşuna gidiyor bu fikir. Mutluluğumuza değecek yok. Baya hoşuma gitmeye başladı bu iş. Bildiğin kendimizce turistik gezi düzenliyoruz. İstediğimiz yerde rahatça takılabiliyoruz. Hem de bedava. Anarşist Bakunin’i baya yâd ediyorum burada:
“Hey gidi Bakunin; anarşizm gökte değil, yerde değil, dipteymiş. Dipten başlamak gerek her şeye,” diyorum. “Gerekirse her defasında dibi boylayarak…”
            
Ben bunları söylenirken giriyoruz körfeze. Acayip güzel bir körfez. Dünya’da kendi kendini temizleme özelliğine sahip beş körfezden biri diye okumuştum bir yerlerde. Burada gözlerimle şahit oluyorum gerçekten. Kıyıya doğru yanaşıyoruz sonra.
“Aha insanlar!”
             
Ne tuhaf varlıklar. Kıllı ve göbekli biri, yürüye yürüye geliyor bana doğru şimdi. Ben izlemeye koyuluyorum. Ağzında sigara, keyif yapıyor terbiyesiz. Şimdi yukarıda olmak vardı. Yuttururdum o izmariti ona ama ah işte böyleyken bir şey yapamıyorsun ki. Bizim yengeç kardeşlerle anlaşıyoruz hemen, onlara:
“Yakaladığınızda kıstırın” diyorum.
Böylelikle burada ilk direniş fenerini yakıyorum. Kıyı kıyı ilerliyoruz sonra. Bir yerde denizin içini doldurup üzerinde nargile keyfi yapan insanlara denk geliyorum. Sesimi duyurmak isteyerek:
“Ulan, ben sizin yaşadığınız yeri dolduruyor muyum? Böyle devam edin, gün gelecek deniz yutacak hepsini zaten. O gün ben sizin yatak odanızda pinekliyor olacağım.”
            
Biraz daha ilerleyince körfezde bazı yerlerde yeni yeni atılmış çöplerle karşılaşıyorum. Böyle güzelim körfezi niye pisliyorsunuz arkadaş. Dünya’da şu insan denen varlığın soyu bir tükense, kendini on yılda formatlayacak ama denklemi bozuyorlar. Çok ürediler çok… Yayıldılar son zamanlarda her yere. İnsanlık doğaya gelebilecek en büyük felakettir gerçekten. Şu zamanda balık olacağıma, insanın olmadığı dönemde balık olsaydım keşke.
“Yanlış zamanda yaşıyoruz, yanlış.” Bak böyle bir durumda bile yakınmayı başardım. Alacağın olsun insanlık.

Daha fazla dayanamayarak ayrılıyoruz Saros körfezinden ve Selanik körfezine doğru yol alıyoruz. Meriç nehrine denk geliyoruz. Bizim türümüzün bir özelliği de tatlı su havzalarına girebiliyor oluşumuzmuş. Bizimkinden öğreniyorum bunu. Genelde üreme zamanı oluyormuş bu durum. Düşündüğüm şey mi gerçekleşecek acaba. Ama öyle bir şey olsa bu kadar kısa zamanda mı? “Olamaz herhalde” derken, bizimki aydınlatıyor hemen:
“Yumurtlamam için daha erken” diye ve ekliyor: “Ben istemezsem böyle bir durum olmaz.”
Burada erk sistemi yok tabii. Sürekli çocuk isteyip kadınlara baskı yapan, daha birçok konu hakkında baskı yapan bir zihniyet söz konusu değil. Burada herkes tam anlamıyla eşit. Arayıp bulamayacağım bir yer olduğu kesin. Biraz dolaştıktan sonra çıkıyoruz Meriç nehrinden. Önce Orfani körfezi daha sonra Selanik körfezine giriş yapıyoruz. Şuna artık kesinlikle eminim:                                                                            
“Denizin dibi özellikle kıyıları, kara müsveddesinden daha güzel.”

Fazla zaman kaybetmeden oradan da ayrılmayı düşünüyoruz. Birden bir akıntıyla karşılaşıyoruz. Neye uğradığımı şaşırıyorum. Önce derine doğru hızlıca çekiliyorum, aynı anda kontrolümü de kaybediyorum. Dibe doğru iyice batıyorum. Artık güneş ışığının ulaşamadığı yerlerdeyim. Akıntı bitiyor ya da ben kontrolü ele alıyorum. Hemen kendime gelip etrafa bakınıyorum. Bizimkini göremiyorum. İnanılmaz bir korku sarıyor içimi. Aramaya koyuluyorum. Uzun uğraşlar sonucu kıyıya doğru yaklaşıyorum, ama nafile bizimkinden bir iz yok. Hava kararmaya başlıyor, ben aramaya devam ediyorum. İçimde öylesine bir üzüntü var ki, tarifi mümkün değil. Ağlamak istiyorum, belki de ağlıyorumdur bilmiyorum. Onu kaybettim! Yanımdayken kaybettim! İnanamıyorum. İşte o zaman nefrete sığınıyorum hemen. Bütün o güzellikler, güzel hayaller birden siliniyor belleğimden. Bütün düşüncelerin yerini sadece “onu bulamamak,” korkusu alıyor. Tam o sırada bir ses duyuyorum. Biri bana sesleniyor:

Hey kendine gel, neyin var? Ne oldu? Benzin sapsarı kesildi. Alkol mü dokundu?”

Sarsılma ile kendime geliyorum. Karşımda küçük ve yuvarlak zeytin çekirdeği gibi göz bebekleriyle bana bakan, hafif beyaz tenli, kumral saçlı güzel bir kadın duruyor. Önümde tabak içinde ızgara yapılmış iki adet küçük Sardalya. Yanında biraz beklemiş yarım bardak rakı. Hemen bir yudum alıyorum. Isınmış anason tadı önce damağıma sarılıyor. Sonra yemek borusundan aşağıya çarpa çarpa mideme iniyor. Bir şeyler söylemem gerektiğini anlıyorum:
“Pardon dalmışım, ama iyiyim merak etme.” Diyorum.

Ama hiç iyi hissetmiyorum. Gerçekten ne oldu bana? Rakıyı fazla mı kaçırdım acaba? Bunun gibi türlü sualler kafamın içinde dönüp duruyor. Kaçıncı kadehi yuvarladım bilmiyorum. Kesin olan bir şey var. Bu masada karşımda duran dünyalar güzeli kadınla ilk akşam yemeğimiz. Galiba pürüzsüz tenine kararında makyaj yapmış, ama hafif beyaz tenindeki iki çift kırmızı rujlu dudağıyla bana gülümseyen; güzelliğin vermiş olduğu sarhoşlukla fena rezil oldum. Çok naif bir tavırla az önce anlattığı şeyleri dinlemediği mi söyleyerek, biraz da haklı bir bozulmayla kabaca üstünden geçiyor hikâyesini. O kadar utandım ki kendimden; onu dinlemeyip kafamın içinde anlattıklarıyla bir dünya kurmuşum. Oysa bahsetmiş olduğu şeyler o kadar derindi ki. Bütün bunlar, şiddet olayları, baskılar böyle başlamıyor muydu? “Dinlemek” asıl mesele buydu. Biz erkekler dinlemeyi bilmiyoruz gerçekten. Biz toplum olarak dinlemeyi bilmiyoruz. Kaçımız dinliyoruz sevgilimizi, annemizi ve karımızı… Kaçımız duyuyoruz onların haykırışlarını? Kaçımız seslerine ses olabiliyoruz? Çok utanıyorum kendimden. O anda üzerime bir örs ile vursalar, bu kadar canım acımazdı.

Şiddetli bir tokat yemiş gibi kızaran yanaklarımla ve göz bebeklerim yuvalarından sanki fırlayacak gibi  alık alık etrafıma bakınıyorum. Kendimi iyice toparlayıp gözlerimi gözlerinin içine dikiyorum. Tebessümüne karşılık veriyorum. Konuşmasını kesip benim bakışlarıma takılıyor. Konuşmadan duruyoruz öyle bir on, yirmi saniye kadar. Sükut içinde birbirimizin yüz hatlarını izliyoruz. Gözüm, tabaklarda ki balıklara takılıyor sonra. İkimizde dokunmamışız. O da bakıyor ve müşfik bir edayla:

“Çok konuştum ikimizde balıkları yiyememişiz bakar mısın?”

Tekrar o güzel gözlerine bakıyorum:

“Sen hep anlat, ben hep dinlerim.” Diyorum.

“Ama önce affet beni. Özür dilerim.”

“N’oldu? Bir şey mi oldu?”

“Çok güzel bakıyorsun.”


[1] Plankton, suda bulunan, hareket yeteneği akıntıya bağımlı olan canlılara verilen genel isimdir. Genellikle mikroskobik boyutta ve tek hücreli oldukları varsayılsa da, denizanaları veya konuş yosunlar da okyanus bilimciler tarafından plankton olarak tanımlanır.

Feridun Akbeyaz
Latest posts by Feridun Akbeyaz (see all)
Visited 51 times, 1 visit(s) today
Close