Yazın son günlerinde insanların bir kısmı serbest bırakıldı. Karamsar insanlar her yerin dolu olduğuna, yer olmadığına ve bu yüzden bizi serbest bıraktıklarına belki de inanmayacaklardı. Tekrardan iskeleye geri döndük. Ancak bazıları geri dönmemişti. Birkaç ay önce birçok insanın yere çakıldığına şahit olmuştuk. Siyah ambulanslara [1] yüklenmişlerdi, asfaltın siyah şeritleri üstünde gasilhaneye doğru ilerliyorlardı.
Bazı insanları gasilhaneye götürme zahmetine gerek yoktu. Kabristanın arkasındaki büyük çukurlar zaten onlar içindi. İçlerinden birkaç tanesinin beyaz ambulanslara öylece atıldıklarını gördük. Yaralıların iniltileri duyulmuyordu. Ambulansların siren sesleri içinde hızlıca ilerlediklerine tanık olduk. Sanki yaralıların iniltileri siren sesi olup, ambulansın kornasından dışarı taşıyordu. Beni de karga tulumba bunlardan birine atmışlardı. Ambulanslardan birisi dört yoldan hastaneye kadar siren çaldı. Genelevin önünden de geçmişti. Orada bir şeyler yaşanmış olsa gerek ki oradan da bir iki kişiyi ambulansa atmışlardı. İşçiler bunlardan altı tanesinin sedyeler içinde, siyah ambulanslarla hastanenin arka kapısından dışarı çıkarıldığını görmüşlerdi. Aslına bakılırsa, kimsenin bir işçinin gözüne itimat edeceği yoktu. Bazıları büyük olayları dahi küçük görme eğiliminde olup olaylar karşısında daha az rahatsız olurlar. Aşur’un arkadaşlarının birçoğu kamyonla taşınmıştı. İki üç tanesinin resmini gazetede görmüştük. Sonra her şey hiçbir şey olmamışçasına öylece sona erdi, üzerine tek bir kelam edilmedi.
İşlerin yolunda gittiğini duymuştuk. Ancak döndüğümüzde bunun böyle olmadığına tanık olduk. Sıcak, nemli ve boğucu sabahlarda gelir, tek kelime etmeden yabancılar gibi otururduk. Birçok şeyin değiştiğini hissediyorduk, ama hiçbir şeyin değişmediğini görüyorduk. İnsanlar aynı insan, gemiler aynı gemi, vinçler aynı vinç. Yine gelmişlerdi ve iskelenin kenarına bir zincir gibi sıralanmışlardı. Aynı limon renkli su, bir o yana bir bu yana salınıp duruyordu. Meddücezirle birlikte, nehrin kıvrımları üzerinde, zincirin ucu yoğun sis tabakası içinde kayboluyordu. Güneş hala aynı yerden, hurma ağaçlarının arasından kendisini gösteriyordu.
Nemli ve sisli günlerin ardından güneşin rengi solmuştu. Güneş iç içe girmiş gemi direklerinin arasından sızıyordu. Martılar direklerin etrafında kanat çırpıyorlardı. Günler uzundu, batmak bilmiyordu. Güneşi sadece birbirimizin ışıldayan, parlak baretlerinde görebiliyorduk.
Geceleri sakin bir yer bulmaya çalışıyorduk, tüm meyhaneler sakindi, ama boş değildi. Beşinci durakta palmiye ağaçları arasında bulunan bir yere gittik Orada küçük kerpiç bir odada, ışıkları söndürüp afyon kokusu odadan dışarı çıkmasın diye eski bir bez parçasını yakıp dumanını çıkaran yaşlı bir adam vardı. Adam akıllı korkmuştu. Sonra rıhtımın yakınında bulunan her zamanki meyhaneye gittik. Meyhane sakindi, perdeler pencereleri örtüyordu. Sessiz bir köşeye oturduk. Dört masa daha vardı, her birinde üç dört adam oturuyordu. Bunların çoğu iskele işçileriydi. Göz kırpmanın nasıl bir şey olduğunu unutmuş gibi, pürdikkat bardaklarını seyre dalmışlardı. Gençken sessiz sedasız oturmak ayıptı, taşkınlık yapmak değil. Bazı insanlar, yaşlılığın tüm alametleri ortaya çıktığında dahi, yaşlandıklarına bir türlü inanmazlar. Bazı insanlar da aynı yaşta kalırlar ve sonra ansızın, bir gecede yaşlanırlar. Bir sabah görüverirler bıyıklarındaki diken gibi beyazları. Aşur otuz yaşında kalmıştı. Sarhoştu, aynanın karşısına geçti. Karşısında şakakları beyazlamış, şaşkın gözlerle kendisine bakan bir çift göz vardı. Bu tür adamlar her zaman, ilk kez gördüğü birini daha önceden tanıdıklarını düşünürler. Eğer alnındaki üç dört tane derin çukur hatırında değilse kendini bir başkasının yerine koyarlar. Aşur aynaya tükürerek, “Sanki ömrü hayatımı yaşlı bir fahişe ile geçirip avunmuşum,” dedi. Kolunu tutup dışarı çıkardım. Aşur nehrin kenarında durdu ve “Otuz yıl boyunca bir avuç mukaddes fahişeyle uyumuşum,” diye feryat etti.
Nehrin diğer tarafından ses gelene kadar bekledi ve ses geri gelmedi. Bir zamanlar onun için kutsal olan her ne varsa artık değildi. Gecenin sonunda geneleve doğru yürüdük. Aşur’un adımları bekçilerin şaşkın bakışları altında daha da düzensizleşti ve bu vaziyet tahta ayakkabıların asfalt zemin üstünde çıkardığı sesten anlaşılıyordu. Bekçilerin dostane tavırları vardı. Bir şey olacağını düşünmüyorduk. Onların önünden geçtiğimizde dostane bir şekilde, “Bu gece kaç tane?” diye sordular. Biz, “İki şişe,” dedik.
Nasıl yürüdüğümüze dikkat ederler diye geri dönüp arkamıza bakmadık. Gidip tüm odaları ziyaret ettik. Aşur yaşlı fahişelerin yüzüne tükürüyordu. Genç bir kız bulup onun peşine takıldı. Kapının arkasından onun sesini duydum. Kıza, “senden hoşlandım,” dedi.
Kız gülüyordu. Aşur, “Seninle evlenmek istiyorum,” dedi. Kız tekrardan güldü. Defalarca söylediği için kız artık gülmüyordu. Kızın kendine inandığını düşünen bir ifadeyle odadan dışarı çıktı. Genelev patroniçesinin yanına giderek bir şeyler söyledi. Patroniçenin bağırtısı duyuluyordu ve küfür ediyordu. Gidip bekçiyi çağırdı. Aşur’un kızı kandırıp götürmek istediğini söyledi.
Tekrardan küfrü bastı. Aşur cevap vermedi. Bekçiyle birlikte dışarı çıktık. Aşur cevap vermediği için rahatsız olup “Küfürlere cevap vermeyen bir adamın oldukça şerefsiz olması gerekir,” dedi. Teselli etmeye çalışarak, “Cevap vermediği için adamın bir hayli şerefli olması gerekir,” dedim. Genelevden dışarı çıktık. O vakitler genelevi çevreleyen bir duvar yoktu ve bu işin mizacı böyleydi.
Aşur elini cebinden çıkardı, bekçiyle el sıkıştı. Bekçi iyi adamdı. Oracıkta kaldı ve biz yolumuza devam ettik.
Yazın son demleriydi, artık yorgun düşmüştük, yaz aylarından da usanmıştık. Gerçekten buralarda yaz beş altı ay uzun sürerdi, sonrası sonbahardı. Ta diğer yaza kadar sonbahardı. Aşur’a kaç defa izne çıkalım derdim, nereye diye sorardı.
“Her yer olabilir,” derdim.
“Buradan farkı nedir?” diye sarardı.
“Fark eder,” derdim.
“Fark etmez, bir fahişe gibi kışın burada, yazın yüksek yerlere, kuzeye gidelim,” derdi.
Sonunda yalnız başıma gittim. Anladım ki doğru söylüyordu. Hiçbir farkı yoktu. Burucerd’de burası gibiydi.
Yazın on beş günlük izinden döndüğümüz bir günün ilk vukuatı siyah ambulanslar idi. Ambulansların siren sesi yoktu, sanki hiçbir şey olmamış gibi sessizdiler. İşin nereye varacağını düşünerek, siyah ambulansları göndermişlerdi. Siyah ambulanslar beyazlardan daha iyiydi. Beyaz ambulansları hiç sevmem. Çoğunlukla şehrin ara sokaklarından ve işlek caddelerinden siren çalarak dolaşmaya alışkındırlar.
Yarım tonluk iki demir levhanın altında kurumuş kan sızıntısı vardı. Aşağıdaki levhanın altında, tabanı kopuk, ayakucu açılmış, üstten ve alttan birkaç tane çivisi çıkmış sanki bir dizi diş gibi sıralanmış bir bot göze çarpıyordu. Ustabaşı çağırınca çocuklar işlerinin başına döndüler. Gölgeye gittim, her yer güneşliydi. Güneşin ortasında bir tutam gölgelik. Oturdum. Şaşkın, üzgün, dalgın ve bu türden şeyler. Kimseyle konuşmayacak durumdaydım. Ölmenin her türlü yolunu deneyip çok zor yolları kolay diye düşünerek yürüyen, yine de bir faydasını görmeyen ve sonra kör talihin ansızın kendisini bulup aynı kolaylıkla yok ettiği insanı düşünmeye dalmıştım. Belki eski işçiler Aşur’un nasıl bir insan olduğunu hatırlarlar.
Demir levhaları kaldırıp su dökerek kanları yıkadılar. Sonra güneş ıslak zemini kuruttu, sanki hiçbir şey olmamış gibi.
[1]İran’da bir dönem cenazelerin taşındığı araç.
Nasır Taghvai 13 Temmuz 1931’de İran, Abadan’da bir Arap köyünde dünyaya geldi. Babası bir gümrük memuruydu ve onunla İran’ın farklı bölgelerine seyahat etti. Küçük yaşlardan itibaren sinema ve edebiyatla ilgilendi. Birbirine bağlı sekiz hikâyeden oluşan Tabistan-ı Heman Sal (O Yılın Yazı 1069) adlı öykü mecmuası İran edebiyatının önde gelen eserleri arasında yer almakta olup bir liman kentindeki işçilerin zorlukla geçen amaçsız ve karışık hayatlarını gözler önüne serer. Bu öykülerde gerek karakter gerekse atmosfer açısından ciddi anlamda Hemingway etkisi görülür. Ancak Takvayi bu etkiyi kendi tarzının bir parçası haline başarılı bir biçimde dönüştürmüştür. Yazdığı öykülerde olay örgüsü karmaşık bulunabilir, ancak diyaloglar metnin karmaşıklığın yumuşatır. Kullandığı karakterlerin içinde yaşadıkları şartlar ise herhangi bir aşırılığa kaçmadan tüm çıplaklığıyla açık olarak sergilenir.
Öykülerinde resmettiği karakterler ağır işlerde çalışan, kendine yabancılaşan, işten çıkarılan, tutuklanan, ölen ve ölümleri üzerine tek bir kelam edilmeyecek kadar değersiz görülen, güneyin işçi sınıfıdır. Takvayi, yazar olmanın dışında sahip olduğu sinemacı kimliğiyle detaylara ve görüntülere karşı titiz bir yaklaşım sergiler. Sinema ve edebiyat onun dünyasında birbirini besleyen iki kaynak olup edebiyatı bilen ve seven birkaç İranlı sinemacıdan biridir. Kendisi sinemaya girişini şu şekilde ifade eder:
“Sinemaya nasıl girdiğimi bilmiyorum. Bu sayede bilge insanlarla tanıştım, zamanımın ünlü şair ve sanatçılarıyla dost oldum, kâfirlerle, ateistlerle, dindarlarla, salihlerle, yozlaşmışlarla oturdum ve bu toprakların farklı yerlerinde ilginç manzaralarla karşılaştım, ama hayatımda ilginç sahneler yok. Hayattaki tek şansım, herkes gibi iradem dışında dünyaya gelip, kadim bir ulusla yaşıyor olmak olabilir.”
Editör: Onur Özkoparan
- Furuğ Ferruhzad Röportajı - 4 Şubat 2024
- Sandviç (Çeviri Öykü) - 20 Temmuz 2022
- O Yılın Yazı (Çeviri Öykü) - 5 Temmuz 2022