Yazar: 12:36 Öykü

O Elim Kaza

Ağaçların tepesini, bir yetimin başını okşar gibi şefkatle okşuyordu rüzgâr. Kuşların telaşına aldırmadan değişik tonlarda fısıldıyordu aralıksız. Tarlaların sınırlarındaki böğürtlen dikenleri üzerinde çeşitli böcekler, türlü kelebekler kaygısızca uçuşuyordu. Bir ucu tepede, bir ucu derede olan tarlalar nedeniyle kalemle çizilmiş gibi dilim dilim görünen yamacın dibinden küçük bir dere geçiyordu. Baharın başında çoğalan su, ısınan havayla birlikte azalmıştı. Gittikçe azalır, yazın ortasında tamamen kururdu. Hemen hemen her tarlanın sınırında bulunan kavak ağaçları; uzun, gümüş rengi, kaygan gövdeleriyle ve rüzgârın varlığını hissettiren hışırtılarıyla ayrı bir güzellik katıyordu buraya. Bahar aylarının sonuna doğru canlanır, renklenir, yeşillenirdi her yer. 

Kavak ağacının yapraklarının o minik, taze hallerinden zümrüt yeşili olgun hallerine kaçıncı kez geçtiğini düşündü Ahmet. O elim kazadan sonra. Hayatını ürkütücü bir sarsıntıyla ikiye bölmüştü o kaza. Ondan sonra her şeyi o tarihe, o güne göre sayar, değerlendirir olmuştu. Şimdi etrafında dolandığı iki dönümlük şu yokuş bahçeye de her şeyden habersiz kendi halinde akan dereye de kin bağlamıştı uzunca bir süre. Ama karnını doyurmak için muhtaç olduğu hiçbir şeye dargın kalma lüksü yoktu insanın. Yeni ekilmiş arazide, bata çıka yürürken tüm dünya omuzlarındaydı sanki. Bahçede işi olmasa bile arada bir gelir, şöyle bir dolanırdı sağı solu.  

Babasından kalan iki parça toprağı yıllarca ekip biçmişlerdi. Kıyısını köşesini elleriyle çevirmiş, her santimini özenle işlemişti yıllarca. Oğlu Mustafa büyüyüp de şehirde iş bulunca, biraz gevşetti bahçede çalışma işini. Evdekilere bıraktı oyalansınlar diye. Oğlunun yolladığı paralarla kendisini keyifli hissettiği zamanlardı. Çabucak geçip gidecek üç beş senenin içinde olduğunu nereden bilebilirdi. Nihayet gün yüzüne kavuştuğunu düşünmeye başlamıştı oysa. Kendi babasıyla geçirdiği bol sürtüşmeli uzun yılların ardından, çok iyi anlaştığı, hayırlı bir evlatla ödüllendirmişti hayat onu. Böyle düşünüyordu. 

Mustafa’nın gurbete gidip babasına para göndermeye başlamasının üçüncü yılıydı. Birkaç günlüğüne gelmişti evine ve “Baba!” dedi Mustafa. “Biraz para biriktirdim ben. Sürekli uğraşıp duruyorsunuz tarlada, bahçede. Traktör alalım da ekip biçme işinin ağır kısmını ben onunla hallederim. Gerisi de daha kolay olur o zaman. Hatta senin çalışmana bile gerek kalmaz belki!” Ahmet, oğlunun traktör alacak kadar para biriktirmesiyle mi yoksa kendisini rahat ettirmek istediği için böyle bir teklifte bulunmasıyla mı daha çok gurur duysun bilemedi. Ağzından ilk kez, “Nasıl istersen oğlum!” diye bir cümle çıktı.  “Traktör alacak kadar paran var mı? Borca morca girmeyesin sakın! Ben sevmem biliyorsun.” Mustafa’nın yüzüne yayılan o kendinden emin, mağrur gülümseme, bugünkü gibi aklındaydı Ahmet’in.  

Ailece bayram etmişlerdi traktörün eve geldiği gün. Koca köyde traktör alan ilk aile olmanın haklı gururunu yaşamıştı Ahmet. “Hayırlı olsun”a gelen konu komşuya, büyük bir keyifle anlatmıştı traktörün özelliklerini, pazarlık aşamasını. Geriye dönüp baktığında şimdi, yaşamının tamamına yayılması gereken mutluluğu, o birkaç haftada tüketmiş bir müsrif gibi hissediyordu kendini. Çok mu şımarmıştı acaba? Sonrasında olanlar, hep bir şeylerin cezası gibi gelmişti çünkü kendisine. Belki de babasının ettiği bedduaların karşılığıydı kim bilir? Böyle düşününce, ölmüş adama yeniden öfkelendi. 

O sabah tuhaf bir sıkıntıyla uyanmıştı zaten. Hava kapalı, boğucu ve tehditkârdı. Bu emarelerden bile anlamalıydı, ama o anlamadı. Babasından, kendisine döndü tekrar öfke okları. Mustafa gelip, “Baba yağmur yağacak gibi, ben bahçeyi sürüp geleyim!” Dediğinde: “İçimde bir sıkıntı var Mustafa, gitme!” diyebilseydi keşke. Keşke insan bazı günlerin, cehenneme dönebilme potansiyelini en başından hissedebilseydi. “Ya da ben de gitseydim onunla!” diye geçirdi içinden. Belki engel olabilirdi böyle bir şeyin yaşanmasına. Sahi, niye gitmemişti ki o gün? Hiçbir sebebi yoktu. Her zaman oğlunun yanında olan adamın o gün, “Tamam oğlum!” demekle yetineceği tutmuştu. Böyle düşününce, “Kader, her şeyin üstündedir!” inancını perçinleyen bir his belirdi Ahmet’in içinde. O zaman biraz daha hafifledi sıkıntısı. İnsanın kendini, öz evladının ölümünden sorumlu hissetmesi, dayanılır gibi değildi. Öyle ya! Herkes için biçilmiş bir ömür vardı nihayetinde ve öyle ya da böyle son buluyordu. O an geldiğinde de eli kolu bağlanıyordu insanın. Annesinden hep duyduğu o deyimi hatırladı. “Ecel geldi cihana, baş ağrısı bahane!” 

   Sinan’ın, koşturarak geldiğini gördüğü an düşmüştü içine ateş. O, “Sizin traktör dereye uçtu! Mustafa altında kaldı Ahmet amca, yetiş!” demeden önce anlamıştı zaten olup biteni. Tarlaya gidene kadar ne dualar etmiş ne adaklar adamıştı. Düşünmek bile istemiyordu şu anda o günü. O günü, o görüntüyü… Mustafa’nın, biricik oğlunun acıyla inleyen sesini… Onu nasıl çıkarıp yetiştirmişlerdi hastaneye? O yol nasıl da uzamıştı ilerledikçe. Ahmet’i kimse inandıramazdı artık, saniyelerin her zaman aynı hızla aktığına. Birkaç saat içerisinde bir ömür nasıl tükenir, ömürden ömür nasıl gider, bizzat deneyimlemişti çünkü. 

Mustafa’yı el birliğiyle hastaneye yetiştirdiklerinde yarı baygındı. Doktorların müdahalesi sonrası biricik oğlunu tekrar görebildiğinde; tüpler, borular ve cihazlar arasında hareketsiz yatıyordu Mustafa. Tüm umudunu, yaşama sevincini, duymayı umut ettiği birkaç cümleye bağladı Ahmet, ama olmadı. O cümleler bir türlü dökülmedi doktorların dudaklarından. Mustafa’yı yitirme olasılığının karşısında, tüm nimetler bir bir değerini yitirdi gözünde. Gece gündüz uyumadığı, dualarla geçen uzun bir zaman diliminde üç hastane değiştirdiler. Bu süre içinde bir kere bile açamadı Mustafa gözünü. Ahmet oğlunun yanından hiç ayrılmadı, ama bunun hiçbir katkısı olmadı iyileşmesi adına. 

Uğursuz traktörü sattı. Karşılayamazdı zaten başka türlü tedavi masraflarını. Tüm parası tükenmek üzereydi ki hiçbir şeye gerek kalmadığını bildirdiler. Bir hemşirenin, beyaz örtüyü, oğlunun yüzüne umursamazca çekişi, çivi gibi çakıldı hafızasına. Ağızlarından hayırlı tek bir kelime çıkmayan tüm doktorlardan nefret etti Ahmet, hiçbir suçlarının olmadığını bilmesine rağmen… Yine yağmurlu, kasvetli bir günde verdi Mustafa’sını toprağa. Sonrasında defalarca açtı güneş, defalarca ısındı yeryüzü ve rüzgâr esti yine usul usul, ama ne o kasvet dağıldı başından ne içi ısındı Ahmet’in. Toprakla barışmış olsa da hayata küstü, Mustafa’sını toprağa verdikten sonra. 

Fatma Yavuz

Fatma Yavuz
Latest posts by Fatma Yavuz (see all)
Visited 3 times, 1 visit(s) today
Close