Bu yapılan adil değildi. O, böyle dört duvar arasına sıkışmayı hak edecek bir suç işlememişti. Üstelik en kötüsü fiziksel kısıtlanma değildi, insan oturduğu yerden bile birçok şey yapabilirdi, fakat zihni de burada, bu hücrede oluş sebebi yüzünden kısıtlanmıştı sanki. Ne kadar hayal kurmaya çalışsa, izlediği filmleri, dinlediği hikâyeleri zihninde canlandırmaya çalışsa da düşünce çizgileri hep hücrede oluş sebebine ilerliyor, acı verici saatler boyunca onun etrafında dönüp duruyorlardı. 

En kötüsü gece vakitleriydi. Etraf sessizleşip karanlıkla beraber bütün hareketler durulunca gerçek işkence başlıyordu. İşte o zamanlar düşünceleri kafasından başlarını uzatıp kulaklarına eğiliyor, bugün eğer buraya tıkılıp kalmış olmasa yapmış olabileceklerini fakat yapmadıklarını, yapamadıklarını fısıldıyorlardı. Sonra sıra yarın yapabileceklerinin hayaline geliyordu. Onu az da olsa neşelendirmesi, umutlandırması gereken cümleler en acı verici olanlardı. Çünkü içinde bir yerlerde yarın uyandığında yine bu hücrede olacağını, hayallerinin hiçbirini gerçekleştiremeyeceğini biliyordu.

Olağanın içinde nadir bir hareket; onu hücresinden kısa süreliğine çıkarmaya gelen görevliler, gardiyanlar, bekçiler. Kim olduklarını bilmediği üniformalı adamlar. Hepsinin yüzü, vücudu birbirlerine benziyor gibiydi. Hepsinden yayılan rahatsız edici kahve ve sigara kokusu bile aynıydı. Onlar bile hücresinden çıkabildiği bu küçük anları bir tekrara sokarak, olağanlaştırarak ona işkence etmek istiyorlardı. Her şey yanlıştı ve herkes ona düşmandı. Kulağa ne kadar imkânsız, ne kadar çocukça gelirse gelsin uzun süredir bunlardan başka hislere ya da amaçlara işaret eden bir tavırla karşılaşmamıştı. Hayatının büyük bir dönemini yalnızlık içinde, perdeleri kapalı odasında geçirmiş olmasına rağmen daha önce bu kadar yalnız hissettiğini hatırlamıyordu. 

Gardiyanlarıyla yolculuğu bir kez daha aynı uzun, kırık beyaz koridor üstündeydi. Aynı gri kapı ile sonlanacaktı. Tanıdık gri kapı koridorun sonunda görününce nefesini tuttu. Bazen gerçek bir korku sarıyordu içini; acaba o her gün aynı şeylerin olduğunu sanıyordu da, aslında zaman ilerlemiyor muydu? Belki gözlerini hep aynı sabaha açıyordu. Bu endişesini giderebilen tek kanıt; içeride masanın diğer ucunda oturmuş gözlüklü adamın onu her gördüğünde değişen takım elbisesiydi. Bir önceki görüşmelerinde kahverenginin sarıya kaçan bir tonundaydı takım elbisesi. Bugün ise gri bir takım giymişti. Rahatlayarak nefesinin eski döngüsüne dönmesine izin verdi ve oturup ellerinin masadaki metal halkaya kelepçelenmesini bekledi. 

Bir başka farklılık, gözlüklü avukatın yüzündeki ifadeydi. Normalde gergin ve ciddi, her an sinirle kırışabilecek gibi görünen yüzü bugün daha yumuşak, kaşlarının kavisi neredeyse endişeliydi. Konuşmadan adama baktı, adını unutmuştu.

“Ethan, yine adımı mı unuttun?”

Artık birbirlerini adamın bunu çıkarabileceği kadar tanıyorlardı demek ki. Senelerdir bu hücrede bekleme ve adamla konuşma döngüsünü tekrarlıyormuş gibi hissediyordu. “Ne kadar zamandır buradayım?” diye sordu, odaklanmakta zorluk çektiği için gözlerini masanın parlak yüzeyine dikmişti.

“Johnson, bana Johnson diyordun. Üç aydır buradasın Ethan.”

Adamın onu sanki olduğu yerden yanına çağırır gibi sıklıkla adını kullanma alışkanlığı vardı. Hâlbuki ortalarındaki masayla bir metre bile etmeyen bir boşluk vardı aralarında. Ethan bunun avukatın gözlerinin içine bakmadığı için olduğunu düşünüyordu. Kaşları hafifçe çatıldılar. “Geçen sefer altı aydır burada olduğumu söylemiştin.”

“Hayır, geçen sefer; eğer şanslıysak hâkimin tanıdığı bekleme süresini altı aya çıkarabileceğimizi söylemiştim.” diye düzeltti Johnson. “Pek şanslı değilmişiz.”

“Daha fazla burada kalmak istemiyorum.” dedi yerinde kıpırdanarak. Sınırına çok yaklaşmış gibi hissediyordu. Burada kaldığı süre boyunca cildi değişmiş, gelişmiş, onu tutan bir bağ haline gelmişti. Kollarını, bacaklarını saran bir kozaydı cildi ve hareket edemiyor, nefes alamıyordu. Boğulmasına çok az kalmıştı.

Avukat ne diyeceğini bilemiyormuş gibi gözleriyle masa ve sandalyeler dışında boş odanın iki yanını taradı, ardından ellerini masanın üstünde kenetledi. “Duruşman yarın.”

Ethan’ın gözleri aydınlandı. “Buradan çıkıyorum.”

Johnson iç çekmek dışında yanıt vermedi. Hala doğru kelimeleri arıyordu, gözlüklerinin arkasındaki gözleri söylemek istediklerini ele veriyordu. “Ethan, şimdi beni dinlemen çok önemli.”

“Dinliyorum zaten.” diye hızlıca yanıt verdi ters bir sesle. Masaya kelepçelenmişken onu dinlemekten başka çaresi yoktu.

“Geçen sefer hâkim çok açık bir şekilde davanın nasıl sonuçlanabileceğini söyledi. Eğer itiraf edersen buradan çıkacaksın, seni bir akıl sağlığı enstitüsüne nakil edecekler.”

Avukatın sözlerine karşılık Ethan’in ensesindeki tüyler dikelmişti. Dudakları geriye çekilirken gözlerindeki umutlu bakış sönmüş, yerini daha sert, daha yakıcı bir ışık almıştı. Kendilerini savunmak için tüylerini kabartan hayvanlardan pek bir farkı yoktu o anda. “Hayır!” diye kükredi. “Ben yapmadım! Hepsini o yaptı, o- o- o deli şıllık! Hepsini o öldürdü.”

Johnson genç adamın aldığı halden pek etkilenmiş görünmüyordu, bu haline alışmak bir yana, sanki o da sıkılmış, sabrı taşmaya başlamıştı. “Eğer itiraf etmezsen idam cezası alacaksın!” diye geri bağırdı müvekkiline. 

Bu, Ethan’ın duraksamasına neden olmuştu. Sinirle aniden gerilmiş vücudu, aldığı derin nefeslerle sarsılıyor, alnından aşağı ter damlaları iniyordu. Dudaklarını birbirlerine bastırıp kafasını sertçe iki yana salladı. Avukat için bu itirafın değil, gerçekliğin bir reddiydi. Bir eliyle yüzünü ovuşturup hareket yüzünden kayan gözlüklerini düzeltti. Aynı eli yavaşça uzatıp Ethan’ın omzuna koydu. “Bak, artık ne olduğu çok önemli değil. Gerçeği boş ver. İfadeni yenile, yoksa öleceksin.”

Genç adam omzunu silkerek onun elinden kurtuldu, hala başını iki yana sallıyordu. “Hayır. Deli hastanesine gitmeyeceğim, ben deli değilim. O kadın deliydi. Çocukken beni kandırmak için hasta olduğumu söyleyip dışarı çıkmama izin vermezdi. Kardeşlerime de aynı şeyi yaptı. Onu bırakıp gidemeyelim diye zehirledi onları.”

Johnson bir kez daha iç çekti ve yere bıraktığı çantasını açıp bir dosya çıkardı. Dosyayı karıştırıp bir şeyi arayan hareketleri sert ve hızlı, sabırsızdı. “Olay yeri raporunu yüzlerce kez okuduk Ethan. Ocağın gazını odalara ileten borularda senin parmak izlerin var. Polis seni evin bahçesinde bulup hastaneye götürdüğünde gerekli testleri yaptılar. Gece uyandığında kokuyu alıp dışarı koştuğunu, bayıldığın için polisi arayamadığını söylemiştin, ama testlerde senin de zehirlendiğine dair en ufak bir işaret yok. Bu kadar temiz bir sonuç almış olmak için gaz eve yayılmaya başlamadan önce dışarı çıkmış olman gerekiyor.”

“Ben doğruyu söyledim.” dedi Ethan. Yüz hatları titriyor, omuzlarıyla beraber seğiriyorlardı. “O bizi zehirlemeye çalıştı. Bana tuzak kurmuştur. Testler yanlıştır.”

“Paranoyan konuşuyor Ethan.” diyerek onunda bakması için dosyayı ona doğru itti Avukat, fakat müvekkili bakmak yerine kafasını çevirdi. “Sen gerçekten hastasın, ne yaptığını bilmiyordun. Ölmeyi hak etmiyorsun. Tedavi olup hayatına devam etme şansın var. Lütfen itiraf et.”

Genç adam aniden “Hayır!” diye kükredi.

Bu kez kafasını iki yana sallayan Johnson’dı. “Annenden nefret ediyordun, seni kontrol ettiğini, sana kin güttüğünü düşünüyordun. Peki ya kardeşlerin?”

Kardeşlerinin lafının edilmesi Ethan’ı heykele çevirmişti. Donup kalmış, sözlerinin anlamını kavrayamamış bir halde ona bakıyordu. Zihninde sözler yerlerine oturunca “Ben yapmadım.” diye itiraz etti.

“Eğer itiraf etmezsen sana yardım edemem Ethan.”

“Ben yapmadım!” diye bağırdı genç adam. “Ben yapmadım! Ben yapmadım!” bağırırken bir yandan ayağa kalkmış, bileklerini tutan kelepçeleri çekiştiriyor, masa yere sabitlenmiş olduğu için kıpırdayamıyordu. Aniden tekrarladığı iki kelime yerine “Boğuluyorum!” dedi. Bu kelime avukatın irkilmesine neden olmuştu. Hapishanenin bekçileri gürültü yüzünden içeri girerken hala “Boğuluyorum! Anne! Boğuluyorum!” diye tekrar ediyordu.

Bekçiler onu kelepçelerini çözerek masadan ayırdılar ve kollarına girdiler. Ethan gerçekten boğuluyormuş gibi kıpkırmızı olmuş, dudaklarını sessizce oynatıyor, gözleri sonuna kadar açılmış halde etrafına bakıyordu. Johnson bekçiler onu götürürken yerde arkalarından sürüklenen ayaklarına baktı. Üçüncü ve onu taşımak için yardım etmeyi gerekli görmemiş olan bekçi arkalarından “Revire götürün.” diye seslendi avukata dönmeden önce.  “İtiraf etti mi?”

Avukat başını iki yana salladı. İtiraf etmemişti, belki de kendine bile, asla itiraf edemeyecekti.

Ecem Kapusuz
Latest posts by Ecem Kapusuz (see all)
Visited 144 times, 1 visit(s) today
Close