Yazar: 19:28 İnceleme, Murat Gülsoy Dosyası, Öykü Kitabı

“Madam Anna’nın Yeniden Ortaya Çıkışı” Öyküsünde Arkaik Unsurlar

Binbir Gece Mektupları adlı kitabın ilk öyküsüdür Madam Anna’nın Yeniden Ortaya Çıkışı. Sacit’in trajik bir hikâyesidir. Zaten karakter muhakkak trajik bir nihayete ermelidir. Bu kuralı kadim mitlerden biliyoruz. (Gılgamış, Oedipus, Antigone, vb.)

Sacit sektörde “tutunamamış”, pek başarılı olamamış bir oyuncudur. Mesleğini layıkıyla icra edemeyince bir “oyun” tezgâhlar. Sacit, âdeta tatlı bir dolandırıcıdır. Ayrıca delicesine bağlı olduğu Fatmagül’ün de jigolosudur.

Öykünün ilk sayfasında Sacit’in Fatmagül’e olan bağlılığını okuruz. Ondan ayrılmak büyük bir züldür karakterimiz için. “… yastığa başını gömüp kokusunu içine çekti. Fatma-gül kokuyordu.[1]

Sacit’te antik çağlardaki ana tanrıça tapıncını görmek mümkün. Yazarın bize verdiği bilgiler ışığında Fatmagül’ün kırklı yaşlarda akıllı, varlıklı ve evli bir kadın olduğunu biliyoruz. Gülsoy, Fatmagül’ü tüm olumlu ve üstün özelliklerle donatmış.

Sacit’in Fatmagül’le beraber olmaya o kadar çok ihtiyacı var ki… Onun her hareketinden her sözünden derya deniz manalar çıkarabilme kapasitesine sahip. Sacit’in Fatmagül’e bu denli bağlı olmasını kendisini büyüten büyük hala figürüne götürebiliriz. Tıpkı Kibele, bereket tanrıçası, gibi. Sacit’i yedirip içiren büyük halası gibi.

Halanın varlığıyla yokluğu tartışılmaya açık bir konu. Tüm öykü boyunca yalan ve gerçek birbirine karıştığı için Sacit’le ilgili her türlü veriye şüpheyle yaklaşmakta fayda var. Zaten böyle postmodernist bir eserde salt doğrudan bahsetmek oldukça absürt olur.

Öykünün içinde bahsi geçen bir efsanedir Madam Anna. Ya da Sacit’in insanları dolandırmak, kandırmak, onlarla eğlenmek için uydurduğu bir hikâyedir. Bunu net olarak bilemiyoruz. Sacit toplumsal kabul görebilmek için çevresindekilere böyle bir hikâye uydurmuş olabilir. Yolunda gitmeyen hayatına bu şekilde bir anlam vermeye çalışmış olabilir.

Başlıktaki “Yeniden” ifadesine odaklanalım. Madam Anna’nın anlatılagelen öyküsü “yeniden” inşa edilir. Öykünün aslı şudur: “Madam Anna, rivayet edilir ki İstanbul’un gelmiş geçmiş en önemli medyumudur. Onun gösterdiği mucizeler hâlâ kulaktan kulağa dolaşır. Hele bir de kızı vardır ki… Bir gün kapınızı çalabilir dikkatli olun!”[2]

Bir gerilim tadında gitmiyor aslında öykü. Yazar heyecanlı bir dille anlatsa da, bu efsaneyi Sacit’in ağzından dinlediğimiz için sürekli “gerçekliği” zedeleniyor. Bu ironik dil, efsaneyle aslında dalga geçiyor. Postmodernizmin kilit noktasına henüz gelmedik. Biraz daha sabır!

Madam Anna’nın kızı tecavüze uğrar ve öldürülür. Ancak kız annesine düşmandır. Çünkü Madam Anna iyi bir medyumdur. Kızının öleceğini bilse de kılını kıpırdatmaz. Ataerkinin kadim bir mitin içine nasıl saklandığını görüyoruz. Ancak yazar bu durumu Madam Anna’nın lehine düzenler. “Küçük kız evden çıkmadan önce annesinin ağladığını görmüş.”[3] Kadın yazgıdan kaçamadığını bildiği için bir şey yap(a)maz. Bilhassa Antik Yunan anlatılarında gördüğümüz fatalist düşünce burada da yerini alır. Tüm Anadolu medeniyetleri de aşırı kadercidir. Kaderden kaçılmaz (!)

Kız, annesinin bildiği halde kendisini kurtarmadığını öne sürerek ondan intikam almaya çalışır. Annesi ne zaman medyumluk yaparsa kız da olaya dahil olur. Ayrıca bu intikam meleğinin insanların kapısını çaldığını, onlara bir paket verdiğini, paketi açanların da delirdiğini öğreniriz.

Burası çok ilginçtir. Zira Madam Anna’nın kızı insanların aklını alıp giden postmodernist- rövanşist bir hayalete dönüşmüştür. Modernizmin aklı dogmatikleştirerek çıkmaz bir sokağa çevirdiği barizdir. Hegel’in “gerçek olan rasyoneldir, rasyonel olan gerçektir.” sloganı da postmodernist çerçevede eriyip gider. Yüzyıllardır sadece erkeğe aitmiş gibi kabul edilen ‘aklın’, bir kızın hayaleti tarafından bertaraf edilmesi de son derece mânidardır.

Bir gün, Sacit’in kapısını eski arkadaşı Kemal çalar. Böylece öykü anlatılagelen meta diskurun, Madam Anna efsanesinin, yeniden üretimine (parodisine) olanak verir. Kemal Sacit’ten Madam Anna’ya ulaşmasını ister. Madam Anna iyi bir medyum olduğu için Kemal’in sevgilisi İlkay’a yardımcı olabilir. İlkay, çok sevdiği babasını kaybetmiştir. Hayatla olan bağını koparmıştır, delirmiştir. Kemal, sevgilisi için bir şey yapmak ister. Madam Anna, İlkay’ı eski haline kavuşturmalıdır.

Kadim mitoloji geleneği içinde kadına atfedilen vazifeler arasında şüphesiz otacılık, şifacılık, cadılık, büyücülük gibi metafizik uğraşlar yer alır. Oysa erkek, akılla beraber bilimi ve modern tıbbı doğurur. Kadına ait bu uğraşlar köhne ve faydasız olarak kabul edilir. Ancak modern tıp İlkay’a çare olamaz. Çok yüceltilen bu modernist- eril aklın çaresizliğini görürüz. İnsan istese de istemese de akıl dışı olarak kabul edilen bu uğraşlardan medet ummak zorunda kalır. Burada hiç şüphesiz ‘eril akıl’ eleştirilir. Kadına ait kabul edilen öğeler ön plana çıkar.

Bu nokta postmodernizmin göbeğidir. Kemal, kayınpederi için bir ruh çağırma ayini düzenlemek ister. Öykü, 2000’lerin başında kaleme alınır. Bu devirde hâlâ bunlara inananlar var mıdır? Tam da burada Hüseyin Rahmi gelir aklıma. Toplumun köhne inançlarını tiye aldığı eserlerini hatırlarım. Hüseyin Rahmi aydınlanamamış bu toplumun modernist bir kalemidir. Ancak aradan bu kadar yıl geçtikten sonra bile hâlâ metafizik bir anlatıya ihtiyaç duymak, modernizmin bazı temel ihtiyaçlarımızı karşılayamaması manasına gelir.

Öyküye dönersek, Sacit arkadaşının isteğini yerine getirir. Bir tiyatrocu arkadaşını, Hülya’yı, Madam Anna kılığına sokar. İnandırıcılıktan uzak bir ruh çağırma ayini düzenler. Yazar, ironik dilini burada da sürdürür. Okur olarak bu ayine inanmak hatta biraz da gerilmek yerine absürtçe güleriz.

İlkay’ın babasının ruhu gelmiş gibi Madam Anna (kılığındaki oyuncu), onlarla konuşur. İlkay ve Kemal bu show’a inanırlar. Oyun bitince Sacit ve Hülya, kazandıkları paraya bakarlar. Sacit bu işi büyütmek ister. Bir nevi mesleğini icra ediyordur. Kurduğu oyunun bir parçasıdır. İşte burada Oğuz Atay’ın Oyunlarla Yaşayanlar’ına göz kırpmamak olmaz herhalde. Sacit’in bir ‘deli’ olduğuna kani oluruz.

Öykü çarpıcı bir şekilde sona erer. İlkay babasının ruhuyla iletişime geçtikten sonra (Sacit’in sözde Madam Anna ayini) kendini öldürür. Babasının yanına gider. Peki, neden bu kadın babasına bu denli bağlıdır? Nişanlısı var, hayatına devam etsin. Neden edemiyor? Burada baba- kız arasındaki garip ensest bir tabudan söz edebiliriz.

Babası, kızı istemiyor diye başka bir kadınla evlenmez. Çok fedakâr olduğu için mi? Sanmam. Freudcu okumalarda sıklıkla karşımıza çıkan, Jung’un da alıp geliştirdiği ama son zamanlarda eleştirilen Elektra Kompleksi’yle karşı karşıya olabiliriz. Öyküde bunu doğrulayan pek detay yoktur. Ancak Kemal ve Sacit’in konuşmalarında şöyle bir bölüm vardır:

Cemal Akaydın’ın yüzünün -Kemal’in anlattıklarının etkisiyle- Hulusi Kentmen’e dönüşmeye çalıştığını hissediyordu ama boşuna. Aklına farklı farklı şeyler geliyordu. Cemal Akaydın’ın görüntüsü Kemal’e dönüşüyor…”[4]

Sacit ve İlkay bir madalyonun iki yüzü gibiler. Yazının başında değindiğim gibi Sacit, tapındığı kadınla cinsel ilişki yaşayabilir. (jigolo) Bu onu hayatta tutar.  Ancak toplumsal normlar gereği İlkay istese bile böyle bir ilişki (ensest) yaşayamaz. Önünde sadece intihar seçeneği mevcuttur. Bittabi, hayatı efsaneleşir. Çünkü “Bilinçdışının varlığında baskılanan arzu, söylencelerin ana hedefi haline gelmiş, toplumsal düzen bunun üzerine kurulmuştu.[5]

Ayrıca Sacit, tipik Oğuz Atay karakterleri gibi hayatına çeşitli oyunlarla yön verebilir. Kurgu ve gerçeklik arasındaki çizgileri yok ederek şizofrence bir yaşamı devam ettirebilir. Akıllı olmanın yetmediği bu çağda, belki de “akıllı bir şizofren” olmak daha iyidir. Sacit’in kurgu- gerçek yanılsaması, bu eril akıldan “dişil” bir kaçış olarak yorumlanabilir.

Sacit’in Madam Anna mitini yeniden düzenlemesi (çok absürtçe olsa da) iyiye hizmet etmiştir. Eğer İlkay hayatta kalsaydı, “deliliğine” devam edecekti. Belki de ömrünü bir klinikte veya hastanede geçirecekti.

Öykü boyunca antropolojik birçok arkaik unsurun kullanıldığını gördük. (Ana tanrıça tapıncı, şifacı kadın motifi, ensest tabusu) Tüm bu yapılar günümüz edebiyatında gerek karakter tahlillerinde gerek sembolik düzeyde işlenmeye, biçimlenmeye, toplumsal hayatta kimi  zaman görebildiğimiz kimi zaman da göremediğimiz şekilleriyle yaşanmaya devam edecektir. Geçmişle şimdi arasında, gerçek ile gerçeküstü arasında, gerçek ile ironi arasında.


[1] Murat GÜLSOY, Binbir Gece Mektupları, Can Yayınları, İstanbul, 4.baskı: 2019, s. 13.

[2] Murat GÜLSOY, a. g. e., s. 16.

[3] Murat GÜLSOY, a. g. e., s. 17.

[4] Murat GÜLSOY, a. g. e., s. 22

[5] İsmail GEZGİN, Homo Narrans İnsan Niçin Anlatır?, Redingot Yayınları, İstanbul, 3.baskı: 2020, s. 115.

Editör: Melike KARA

Visited 7 times, 1 visit(s) today
Close