Yazar: 16:30 Öykü

Küf

Şeytan, bacaklarıma sarıldı. İlk başta neler olup bittiğine bir anlam verememiştim. Zamanla taşlar yerli yerine oturdu ve sanki durgun bir deniz, birdenbire coşmuş da bütün dalgalarını üzerime boca etmiş gibi sırılsıklamım. Yorganım, yastığım akan, sonra da aktığı yerde kuruyup soğuk bir neme dönüşen terimle ıslanmış. İçinde tir tir titriyorum. Ah, ayaklarımı kıpırdatabilsem. Çıkıp kurtulacağım bu cendereden. Bakışlarım, sahte bir sevecenliğin arkasına sığınmış, kötücül. Her şeyi kenara koyup onları yok etmem lazım. Anlaşılırsa içimden geçenler, beni kimse kurtaramaz. İşte, bakın yine geliyor o yakıcı duygu. Kaçabilsem keşke sokak sokak. Ya da dağlara çıksam, ormanları geçip cehennem hayatımı cennete çevirsem. Ama nerede? Bu yeraltında çürüyüp gideceğim. “Bakma,” diyorum sana, “artık anla.” Bazen öyle anlar oluyor ki uzayıp giden dalgınlığımın arasında, daha önce zihnimin koridorlarında karşı karşıya geldiğim fakat dikkat etmediğim bir düşünce çıkıyor karşıma. O zaman bakan ile bakılan birbirine giriyor. Kendimi seyreden biri mi oluyorum, yoksa başkalarını süzen yine ben miyim, bilemiyorum?

Belki de bunun nedeni yalnızlığım. Sakın, bundan yanımda kimselerin olmadığı çıkarımında bulunmayın. Elbette bir ailem var. Fakat öylesine şiddetli duygular, düşünceler içerisindeyim ki onların sesini duyamıyorum. Hastalığımın ilk evrelerinde hayat doluydum. Etrafıma umut saçıyordum. Her ne olduysa bacaklarımın güçten düştüğü ve beni taşıyamaz hale geldiği günlerde oldu. Sanki karanlık zindanların en kuytusuna atıldım. Sonrası krizler, çöküntüler… Fanatiği olduğum takımımın maçlarını seyretmez, benim için olmazsa olmaz dediğim kitapları bile okuyamaz oldum. Acaba yeraltından bir şeyler mi yazsam? Neyse, bu anlamsız hallerimden sonra gözlerime odaklandım. Her şeyi onlarla yaptım veya yapmadım. Etim acıyor artık. Galiba çok yatmaktan. Ama ne yapayım? Ellerim, ayaklarım tutmuyor ki. En azından hafifçe kımıldanayım. Ev ahalisi son çare olarak havalı yatağı düşündü fakat bilmiyorlar ki asıl acı içimde.

Geçen akşam akrabalar ziyaretime geldi. Hiçbirine yüz vermedim. Hepsi de cahil ve işe yaramaz. Kimi daha iyi göründüğümden bahsetti, kimiyse hafta sonu derbisinden. Oysaki gitmeleri için can atıyordum. Bardağın içinde dönen kaşıklar, ağızlardan yayılan şapırtılar midemi bulandırıyordu. Annem teyzeme bir tane daha içmesi için ısrar ettiğinde cinlerim tepemde raksa başladı. Ağzıma gelen küfürleri bir bir sıraladım. En son babamın kıpkırmızı olan yanaklarını hatırlıyorum. Hayır, sonrası da aklımda tabii ki. Fakat herhalde istediğimi anımsamakta özgürüm değil mi? Kapanan kapının ardından evde buz gibi rüzgârlar esti. Yan odada fısıltılı konuşmalar duyuluyordu. Sessiz olmayı beceremiyorlar. Keşke size dudaklarımda beliren gülümsemeyi gösterebilseydim. Kulağıma yarım yamalak kelimeler geliyordu. Bense âdeta yapboz parçaları gibi onları birleştiriyordum. Anladığım kadarıyla bakımevinden bahsediyorlardı. Belki de hepimiz için en sağlıklısı buydu. Ama annem gözyaşlarıyla karşı çıkmıştı. Tabii son nefesime kadar bakarım edebiyatıyla. Ah şu kadınlar. Abartmadıkları şey yok.

O günden sonra hanedeki konumum değişti. Annem hariç diğerleri için saksı gibiydim. Suyla, çorbayla, ekmekle sohbetim daha fazlaydı. Yirmi dört saat çalışan, otuz iki ekran tüplü televizyonun karlı gürültüsü de olmasa, odayı sessizlik boğacaktı. Ha bir de annemin soğuklardan dem vuran sesi. Pencereye bakmayalı yıllar olmuştu. Yatağım duvar dibinde ve karşı duvara bakar vaziyetteydi. Bazen aptal kutusuna bakmaktan yorulur, ardındaki bol çatlaklı boyaya kayardı gözlerim. Neler çizmedim ki oraya. Bir zürafa, sonra güzel bir kız, orman, trafik lambası, zigon sehpa ve daha neler neler. Evet, biliyorum, sonunda delireceğim. Yine de kimseye söylemeyeceğim. Sevmedikleri insanın ne halde olduğunu bilmeseler de olur. En iyisi bir şeyler karalamak, çizmek. Dur bakalım ne çıkacak?

Uzun, dümdüz bir yol. Her iki tarafında ağaçlar. Ben bisikletime binmiş, son sürat gidiyorum. Rüzgâr gömleğimin içine girip tenimi okşuyor. Yanımda bir bisiklet daha var. Sürücüsü benim yaşlarımda güzel mi güzel bir kız. Arada sırada bana bakıyor. Tekerleklerimizin etrafında dolaşan küçük köpek bizi yakalamaya çalışıyor. Önce yavaşlıyorum sonra parmaklarımla frenliyorum aracımı. Usulca sokuluyorum kıza. O, köpeği sevmekle meşgul. Siyah saçları hayvanın üzerine dökülüyor. Bana bakıyorlar. Dişleri arasından kan sızıyor. Her bir saç teli korkunç yılanlara dönüşüyor.

Nedense çizimlerimin sonu hep böyle dehşetle bitiyor. İlk zamanlar bunları kardeşime anlatırdım. Kendisi beni Stephen King’e benzetirdi. Bilmezdi ki abisi hayal etmiyor, yaşıyordu. Size başta anlatmıştım titrediğimi. İşte, bir kâbusun geride bıraktığı etkiydi bu. Ayışığının aydınlattığı duvara son rüyamı çizerken kan ter içindeydim. Kimseye seslenecek halim de kalmamıştı. Sabah kalktıklarında, sıtmaya tutulmuş bedenimle karşılaştılar. Bense duvara bakmamaya çalışıyordum. Ayaklarıma sarılan yılanlar vücudumu sürüklüyor, beni yolun sonundaki karanlığa çekiyorlardı. Her bakışımda daha da onlara yaklaşıyordum. Evde telaşla koşuşturan insanların sadece gölgelerini hissediyordum üzerimde. Bu insanlar tanıdığım kişiler miydi onu bile bilmiyordum. Burnuma kötü bir koku geliyordu. Sanki onlarca leşi getirip başucuma koymuşlardı. Annem arada bir yorganımı kaldırıyor, sonra ağzını kapatarak hızla odayı terk ediyordu. Ne vardı orada? Ellerim tutsa da açıp baksam.

Medusa’nın izleri her yerimi sardı. Taşlaştırdığı bedenimi kuyruk darbesiyle darmadağın etmedi fakat giderek çürüyen ve küflenen bir enkaza çevirdi. Artık kimse, covid günlerinde taktığımız maskeleri kullanmadan yaklaşamıyor bana. Âdeta uzaylıymışım gibi davranıyorlar. İnsanlara ne kadar da alışıkmışım. Her biri gözümde tüter oldu. Oysa dünyada tek başıma kalsam, rahat edeceğimi düşünürdüm hep. Korkularım kokuma karıştı. Varlığını sorguladığım şeyler, yokluklarıyla imtihan ediyor beni. Dayanamıyorum. Nedenini bildiğim fakat anlatamadığım hastalığın kıskacında, mahcup gözlerle etrafa bakıyor, çıkış yolu arıyorum. Ensemde yanan ateş, göğsüme, oradan da tüm bedenime yayılıyor. Aileme bahsettiklerim, hayal dünyamdan çıkıp gelen masallar misali inandırmıyor onları. Halbuki adım gibi biliyorum ki bu hale gelişimin sebebi o. Çatlaklar arasından sızıp yatağıma gelen ve beni bakışlarıyla yakalayan. Eğer düşüncelerimin yok olması ölümüme bağlıysa buna çoktan razı oldum bile.

Gündüz bir nebze de olsun ayak sesleri, kapanan kapılar, annemin ve diğerlerinin arada sırada başlarını uzatıp bakmaları içimdekileri bastırıyordu ama geceler giderek çekilmez oldu. Kafamın içinde saklanan canavarlar, devler, gulyabaniler ayın doğuşunu dört gözle bekliyor, herkes günün yorgunluğuna yenik düşüp de yataklarına çekilince benim kâbuslarım başlıyordu. Yakama paçama yapışan ecinniler, beni dipsiz kuyulara çekiyordu. Sabah ezanıyla birlikte Tartarus’un kapıları kapanıyor, uykusuzluktan kan çanağı olan gözlerim, annemin odaya gelişine kilitleniyordu. Bir kayanın yuvarlanması misali günlerim hep aynı cezayla geçiyordu. Fakat bir gün beklemediğim bir şey oldu ve birtakım özel giysili adamlar gelip beni aldılar, buraya getirdiler.

Şimdi beyaz bir odanın içinde çırılçıplak yatıyorum. Neler olduğunu anlamasam da tebdili mekân ferahlattı beni. Kimi günler annem, babam geliyor. Camdan, duvarın arkasından bana bakıyorlar. Hasta bakıcılar yemeğimi yediriyor; yüzleri, gözleri maskeli. Ara sıra bacaklarımda karıncalanmalar hissediyorum. Bana umut veriyor. Duvarlara çizimler yapıyorum yine. Sonu mutlu oluyor. Bazen müzik açıyorlar. Çoğu klasik olan tınılarla rahatlıyorum. Evdekiler bunlardan hiç dinlemiyordu. Son zamanlarda sırf bu sebepten beni anlamadıklarını düşünüyorum. Burada ruhun ilacını biliyorlar. Ama koku, o peşimi bırakmıyor. Sanki içimden bir yerlerden geliyor. Ellerimi kıpırdatabiliyorum. Bunu sağlayanın ne olduğunu çözemesem de hayata tutunmamı sağlıyor. Günler, haftaları getirdi. Ziyaretçilerim, pazar ziyaretlerini hiç aksatmıyorlar. Bir el sallamak için bunca yol tepilir mi? Acaba kendim yapar mıydım? Haşeratları yok eden ilaçları bilirsiniz. Zihnimde çalışan mekanizma tıpkı o ilaç misali kötü düşüncelerimi öldürüyor. Doktorlar serotonin, dopamin deseler de pek inanmıyorum. Değişen şeyler var ama ne?

Günün birinde buradan çıkacağım. Evime, aileme kavuşacağım; bunu biliyorum. Kim bilir belki o zaman, uzak diyarlara yolculuklar yaparız, bense yeni insanlarla tanışır, gerçek dünyanın kapısından girmiş olurum. Hayallerim kâbuslarımı yeniyor artık. Kendimi yüksek yamaçlardan boşluğa bırakıyor, gökyüzünde özgürce uçuyorum. Çizimlerim beyaz duvarları süslüyor. Geçmişin ve geleceğin kaygısını bir kenara bıraktım. Ölü ozanların hayat felsefesi tüm iliklerime işledi. Bunu başarmak tabii ki de kolay olmadı. Ölmek istediğim günlerin sayısı oldukça fazlaydı fakat bütün gücümle buna karşı koydum. Bazen nasıl olup da böylesine köklü bir değişimi arzu ettiğimi düşünüyorum. Birdenbire başkası olma isteğiyle doldum taştım. Kozasını yırtan tırtıl misali, hayata tutundum.

Gelin size son çizimimi anlatayım; masmavi bir deniz. Üzerinde gemiler yüzüyor, sonsuza yelken açmışlar sanki. Ben kanatlarımı göğe germiş uçuyorum. Gökkuşağını andıran renklerim görenleri hayran bırakıyor. Karnımı suyun serinliği okşuyor. Uzaklardan sesler geliyor, adeta cennetten gelen melodi. Hızlanıyor, geniş bir ormana giriyorum. İğne yapraklı ağaçların arasında süzülüyorum. Güneş, dalların arasında parlıyor. Gözlerim sığınabileceğim bir yer arıyor. Ne de olsa ben gündüz kelebeğiyim. Sabahlar bana ait. Kırlar, ovalar, dağ yamaçları, hepsi benim. İşte, orada güzel mi güzel bir papatya. Kıldan ince bacaklarımı nazikçe koyuyorum üzerine. O an içimde bir sarsıntı hissediyorum. Önce yıkıntılar oluşuyor; ardından onların yerini yeni moleküller, sonra da eli ayağı olan bir beden alıyor.

Şimdi çiçekteki canlıyı seyreden insanın gözlerindeyim. Issız ormanın derinliklerine doğru yürüyorum. Kelebeği rüyalarıyla baş başa bıraktım. Ömrümün bu kadar kısa olmasını istemezdim zaten. Başlamayalım albayım yine! Oyunlar oynardık çocukken saklambaç, körebe… Fasulyeden olmak güzeldi, faydalıydı; çünkü adım adım diyar diyar Anadolu vardı televizyonda, Youtube yoktu, iki kat hızlı seyredemezdik veya ileri saramazdık hayatı. Kim yapmak ister ki? Ben şu kısacık ömrümde her şeyi yapmak, her yere gitmek isterdim, giderdim de ah! Neyse yürüyeni unuttuk ormanda. Az gitti uz gitti, dere tepe düz gitti. Bir kuyuya vardı Mehlika’nın kuyusuna.

İşte oradan öteye gidemiyorum. Günlerdir hep aynı çizim önümde oynaşıp duruyor. Kelebek, adam, kuyu… Öylesine derin ki gördüklerim, kelimeler yetmiyor cümlelere. Bacaklarımda herhangi bir iyileşme yok. Kendime verdiğim ümit yalanlardan ibaret. Kimse uğramıyor yanıma. Unutulan eski bir anıdan ibaretim. Beni kurtaracak yegâne şey ölüm, o da uğramaz oldu semtime. Elimde sadece suyun ahengi kaldı.

Hani dalgalar kıyıya vurur da parçalanır ya, işte bütün duygularım öyle paramparça oluyor. Şiddetli bir fırtınanın tam ortasındayım. Her yerim sırılsıklam. Küf yok artık. Yerini büyük, sonsuz bir boşluk kapladı. Kokunun genzimdeki misafirliği de bitti. Sanki beş duyum da beni terk ediyor. Kendimi tanıyamaz oldum. Duvarlara da bakmıyorum, terk ettim onları. Kuyu, adam, kelebek orada kendi kendilerine oynaşıyor; bense varlığımı sonlandıracak anı düşlüyorum. Eskiden İngiliz Hasta diye bir film seyretmiştim. Hafızamda sadece yatağında öylece yatan biri kaldı. Sonumun onunkine benzeyeceğini tahmin bile etmezdim. Oysa zaman her çılgınlığı yapabilecek kadar hünerli bir hokkabaz. Beyaz ışıkların altında durmaktan sıkıldım. Beni ne kadar korkutsa da gecenin karanlığını özlüyorum. Bitimsiz aydınlığın kıskacında yaşamak belki de dünyanın en acımasız işkencesi.

Bugün son kez çizimime bakacağım. Belirsiz şekillerin oynaştığı tuvalim tam karşımda. Elleri, ayakları özgürce hareket eden adam, kelebeğe bakıyor. Minik kanatlar, beyaz yapraklara değiyor. Çiçek ince sapının üzerinde nazikçe başını eğiyor. Rüzgâr, fırtınaya dönmek üzere. Önce kelebeği savuracak, ardından çiçeği ve adamı. Böylece bitecek güzellikler. Aheste çekilen küreklerin faslı geçti. Korkuyu bekliyor dünyam. Bu benim gibi yalnızların intikamıdır. Niye mi ki yaşayamıyoruz şu canına yandığımın hayatını, kimse mutlu olmasın değil mi albayım? Değil. Mutluluk denilen yalancı uydurması zaten hiç var olmadı, olmayacak, sonu getiren sadece hayallerim olacak. Adam yalvaran gözlerle bana baktı. Galiba kelebek de. Ama acıma duygusunu yitiren her cani gibi kalemlerini kırmak için can atıyorum. İşte geri sayım başladı. On. Yer sarsılıyor, tüm pislikler ortaya saçıldı, saçılacak. Dokuz. Ayaklar artık yerden kesik, anladınız mı şimdi beni? Sekiz. Ağaçlar köklerinden kopup geliyor. Yedi. Deniz köpürdü, kuduz köpek misali. Altı. Adam yakasındaki kravatı çıkardı. Beş. Teri soğuyor, uğultulu tepeye koşarken. Dört. Yıldırımlar peşi sıra geliyor, çaresiz bedene. Üç. Toprağın üzerinde yarıklar açılıyor. İki. Tepe kayboldu bile. Bir. Adam ipi kopmuş uçurtma misali göğe doğru yükseliyor. Kolları ve bacakları iki yana açılmış. O an göz göze geliyoruz. Avuçlarından kan sızıyor. Büyük çiviler saplanmış ayaklarına. Sonra fırtına birden diniyor. Her şey eski yerinde, hayat hiç bitmemişçesine devam ediyor. Gökyüzünde bulutların arasından inen ipler, bir kuklayı oynatıyor. Eller, ayaklar ahenk içinde. Yüzünde yıllardır görmediğim neşeyle ona bakana umut oluyor. Oysa ikimiz de biliyoruz ki başkalarına verdiğimiz şeyler bitiriyor bizi. Bakışlarımı bundan sonra ayırmayacağım ondan. Tıpkı onun gibi bedenimi oynattığımı hayal edeceğim. Çünkü burada yapacak başka şey yok. Değil mi? Evet.

Editör: Hatice Akalın

S. Sinan Özer
Latest posts by S. Sinan Özer (see all)
Visited 13 times, 1 visit(s) today
Close