Yazar: 22:00 İnceleme, Kitap, Kitap İncelemesi, Roman

Koleksiyoncu

Birçok yayınevi tarafından geri çevrildikten sonra 1963’te basılan Koleksiyoncu, İngiliz romancı John Fowles’in ilk romanı. Dilimize ilk kez 1992’de basılmış. Bu incelemede 2019’da Ayrıntı yayınları tarafından yapılan on birinci basım ele alınmıştır. Çevirmen Münir Göle’dir. (Romanı okumayanların yazıyı okumamasını öneririm.)

İlk bakışta sadece tutkulu, daha doğrusu sapkın bir aşkın romanı gibi görünen roman arka planda gözle görülür bir biçimde pek çok şeyi tartışır. Bunlardan ilk alt sınıf üst sınıf tartışmasıdır. Bir diğeri suç, masumiyet ve güzellik, bir diğeri romanda “Yeni Kitle” olarak geçen popüler kültür ve entelektüellik. Sonra baba-koca ve genç sevgili, özgürlük ve esaret. Kötülük ve kötülüğün çeşitleri, boyutları. Sahip ve ait olma arzusu.

Bu zıtlıklar, kavramlar verilirken bir yandan edebi metinlerin gücünden de faydalanılmış. Örneğin Shakespeare, Bernard Show, Thomas Hardy, Jane Austen, Charles Dickens…

Miranda, Londra’da orta-üst sınıfa dahil oldukça güzel bir kızdır. Resim eğitimi almaktadır ve bu konuda bir burs kazanacak kadar da yeteneklidir. Süreç içinde onun karakteri hakkında bilgi sahibi oluruz. Miranda romandaki sınıf çatışması meselesinde üst sınıfı onun snop bakışını temsil eder. Sanattan anlar, Ferdinand’ın aksettirdiğine göre iyi giyinir, hareketleri ölçülü ve kibardır. Fakat kendi içinde çelişkilidir de. Güya dahil olduğu bu sınıfın snop hallerini beğenmezken alt sınıfa onlar gibi bir baktığının ya da en azından farklı bir versiyonuyla öyle baktığının farkında değildir. Alt sınıf eksik ve kusurludur ve onun gibiler tarafından eğitilmeye muhtaçtır. Bir yandan “Yeni Kitle” diye bahsettiği samimiyetten uzak tüketici ve aynı tip insanlara, kendini entelektüel ve sanatsever zanneden ama aslında hiç de öyle olmayan topluluğa da sinir olan bir uyumsuzdur. Ona göre ressam olan G. P ünü çok olmasa da kıymeti bilinmese de gerçek bir idoldür. Onu kendine fikren ve ruhen yakın hisseder. Onu; karakterinin dengesizliğine, zaman zaman kabalığına ve çapkınlığına rağmen örnek beller. Uzun süre ona olan hislerini dizginler ve sonunda aradaki yaş farkına rağmen asıl sevdiğinin o olduğunu anlar. Ailesinden de memnun değildir. Şöyle der: “ Tüm anne babalar bizimkiler gibi olmalıydı; böylelikle kardeşler de gerçek anlamda kardeş olurlardı. Hepsi Minny ile benim gibi davranmak zorunda kalırlardı birbirlerine.” (sf.140) Yine bir başka yerde teyzesi ve annesinin nefret ettiği kadın tipine uygun olduğunu da söyler. İşte bu tuhaf aile düzeni ve eşsiz güzelliği ile hemcinslerinden çok farklı bir kızıdır Miranda.

Frederick, Miranda’nın kendisine Ferdinand demesini ister.  Fakat daha sora Miranda ona günlüklerinde Caliban olarak yer verir. Caliban Shakespeara’nin Fırtına adlı, güç-iktidar konusunun işlendiği eserinde bir karakterdir. Birçok metinde bu oyuna göndermeler yapılmıştır. Caliban ve Prospero arasındaki çatışma, ezen ezilen ilişkisi ya da özgür ve köle çatışması birçok esere konu olmuştur. Eserde Prospero, Caliban’ı kendi arzuları doğrultusunda adeta yeniden yaratmak ister. Miranda ise eserde zaten bu adla yer almaktadır. Miranda Caliban’ınını eğitmeyi kendine yüce bir amaç edinir. “Ona insanların nasıl yakışık alır şekilde yaşadıklarını ve davrandıklarını göstermek gerektiği inancındayım.”derken patron kendisi olmuş gibidir. Bir başka yerde bunu açıkça yazar: “Onun elinde tutsağım ama geri kalan her şeyde efendi benim.”

 Frederick, annesinin terk ettiği yetim bir çocuktur. Eniştesi ve halası tarafından büyütmüştür. Kötürüm bir kuzeni vardır. Eniştesi ile iyi anlaşır. Beraber doğada zaman geçirmeyi severler. Frederick kelebek, eniştesi de balık avlar ancak Frederick 15 yaşındayken enişte de ölür. 21 yaşına geldiğinde(1956) bahis oynar ve zengin olur. Bir yandan da Belediyenin “Ek Bina”sında çalışmaktadır. İş yerindekilerle iyi geçindiği söylenemeyen biridir. Halası ve kuzeni Avustralya’ya akrabalarını görmeye gidince planını uygulamaya başlar. Şehrin dışında mahzeni olan eski bir ev alır, planına uygun olarak tadilat yaptırır ve döşer. Kelebek koleksiyonlarını da elbette unutmaz. Kelebekleri birbirinden eşsiz türlerdir. Onları yakalayıp iğneleyip öldürmek, kurutmak en keyif aldığı iştir. Tıpkı Miranda’ya yapacağı gibi. Üstelik daha sonra Miranda’ya söylediğine göre en çok gurur duydukları “türden sapma” dediği cinslerdir. Kadınlarla o vakte dek hiçbir şekilde ilişkisi olmamış, zaten annesi tarafından terk edilmiş, halasını sonradan görmeliği ve her şeyde bir kusur bulması huyundan dolayı sevmemiş ve son olarak kuzeni Mabel da kötürüm haliyle ona iyi bir arkadaş olamamıştır. Frederick’in hayatında onu şu ya da bu şeklide mutlu kılan tek bir kadın yoktur ve Miranda’nın güzelliği eşsiz bir kelebeğin güzelliğinin onu büyülemesi gibi büyülemiştir. Temassız, ona göre asla “kirletilmemesi” gereken hastalıklı bir tutkudur ona beslediği. Onu da kanatlarından iğneleyip sonsuza dek kendine ait kılacaktır. Fotoğrafla da ilgilidir ama Miranda’ya göre hayal gücü çok sığdır, kördür, sanatın her alanı için yetenekten yoksundur. Frederick’in kendi itirafı ise hayatta yalnız olduğudur. Miranda da giderse kimsesi kalmayacaktır. Türünün tek örneğidir bir nevi. Bunu kendisi de bilir zengin de olsa alt sınıftandır, asla “onlar” gibi olamayacaktır. Zaten her anlamda farklı ve siliktir. Çalıştığı bina bile “ek bina” diye vurgulanır. Miranda’ya göre yüzünde doğuştan incinmiş bir hava vardır.

Roman boyunca sık tekrarlanan durumlardan biri  olanların tam da Fraderick’i kontrolünde olmadığıdır. Özellikle kötü durumlar sanki onun kontrolü dışında gelişir gibi düşünür Frederick. Bir başka tekrarı “benim yerimde başkası olsa” sözüdür. Kendisinin son derece onurlu ve hassas davrandığını, başka erkeklerin tutsaklarına neler yapabileceklerini ama onun yapmadığını söyleyerek bir üstünlük havasına girer. Hele ki onun gibi para bulsa insanlar böyle şeyleri elbette yapacaklardır.  Aşağılık kompleksinin öbür yüzü megalomanidir. Frederick de tüm alt sınıflığına rağmen onurlu aşkıyla diğer insanlardan ayrılan üstün bir türdür, kendince.

G. P. Miranda’nın, kendisini yanında rahatsız hissetse de aklının onaylandığını bildiği, diğer kadınlardan onun bakışıyla ayrıldığını hissettiği orta yaşlı bir erkektir. Çevresince de başarılı ve gerçek bir entelektüel olarak görülen fakat “Yeni Kitle” tarafından onaylanmamış, taçlandırılmamış bir ressamdır. Onu Miranda’nın mahzende kapalı kaldığı süre boyunca yazdığı günlüklerinden tanırız. Miranda’nın babası olacak yaştadır fakat ondan etkilenmiştir. Fikirleriyle, ressamlığıyla Miranda’ya örnek olmaktadır. Onunla tanıştığından beri kendisinde meydana gelen değişiklikleri madde madde sıralar Miranda. Ona “Yaşamını nasıl kullanacağını” öğretir. Frederick’in tam tersidir, denilebilir. Hayatın içindedir, özgürdür, yaratıcı gücü yüksektir. Üstelik koleksiyonculardan da nefret etmektedir. “  G.P.nin koleksiyoncuların hayvanların en berbatı olduklarının söylediğini anımsıyorum. Sanat koleksiyoncularından söz ediyordu…  Haklı olduğu su götürmez. Biriktirme zihniyeti yaşama, sanata, her şeye karşıt.”

Miranda, bir sapkın âşığın elinde tutsaktır. Aklında mahzene kapatılmadan evvel çok da emin olmadığı, hayatı ve sanatı temsil eden G. P. ama  yanında ölüden farkı olmayan eğitilmeye mahkum, sanat yoksunu bir sonradan görme ile bir evin mahzeninde yaşamak zorundadır.

Temel çatışma Miranda’nın Fredercik’ten kurtulma çabasıdır. Kimi zaman uyumlu gibi görünür, kimi zaman küçük oyunlar yapar, ondan kaçmaya çalışır. Bunun dışında aralarındaki kim efendi kim köle meselesi bir pinpon topu gibi gidip gelmektedir. İkincisi Fredercik ile G. P. nin  ve temsil ettiklerinin çatışmasıdır. Bu arada alt sınıf üst sınıf meselesi Miranda- Frederick çatışmasında olduğu gibi sıkça okurun gözüne sokulur. Sanatçı tayfasının samimiyetsizliğinden dem vurulur, nükleer silahın kötülüğü ile Frederick’in kötülüğü, açlık çeken çocukları yaratan kötü bir dünyanın varlığı üzerine okur düşündürülür.

Londra geniş mekândır ve romanda hep adı geçen sınıf farkı meselesini  ortaya koyabilmek için seçilebilecek en iyi sahnedir. Kapalı mekânlar  ağırlıklı olarak kullanılmıştır. Elbette ev, mahzen. Daha sonra günlüklerde yine kapalı mekânlar özellikle G.P.nin evi. Bu kapalı mekânların hiçbiri de iç açıcı verilmemiştir. G.P.nin evi bile Miranda için neredeyse zavallı durumdadır. Ona daha evcimen bir hayatın izlerini hatırlatır ve bundan hoşlanmaz. İçindeki çelişkiyi perçinler.

Romanda anlatıcı önce Frederick’tir. İkinci bölümde aynı zaman dilimini ( 14 Ekim – 7 Aralık) bir de Miranda’nın günlüklerinden Miranda’nın bakışıyla okuruz. Sonraki bölümde yine Frederick sözü alır. Dördüncü bölümde de Frederick anlatıcıdır ama ayrı bir bölüm olmasının sebebi Frederick’n tüm olan bitene rağmen yeni, ışıklı ve mutlu bir güne uyanıp yeni bir plana başlayacağının haberinin verildiği bölüm olmasıdır. Önceki bölümlerdeki karamsarlığından çıkmıştır ve artık hep tekrar ettiği gibi en baştan itibaren “kimin efendi olduğunu” gösterebilecektir.

Dil zorlamıyor, kolay okunan bir roman. Üzerinde durduğu konu, son kırk, elli yıldır sinemanın da çok işlediği konulardan biri olması sebebiyle belki cazip gelmeyebilir. Nitekim benim için de biraz öyle diyebilirim. Fakat ilk yazıldığı devir için şüphesiz daha çarpıcıdır. Konunun işlenişi özellikle Miranda’nın çelişkisi ve dirayeti ise romanı daha güçlü yapan yanı. Son bölümün dönemi için sürpriz sonu ise günümüz okuru için sürpriz olmayacaktır, kanısındayım. Sonda evet, “adam kelebeği iğneler gibi kızı da iğneledi ve yeni bir kelebek peşinde diyorsunuz.” Fakat aynı şekilde kendisi de kendi kapalı ve ölümcül yalnızlığında “yaşayan” bir kelebek. Tek kurtuluş yolu bir gün kendisini de iğnelemek.

Aykar Sönmez
Visited 35 times, 1 visit(s) today
Close