Kitabevi her zamanki gibi boş. İki katlı bu küçük ama çok sevimli yer sadece hafta sonları, o da nadiren dolu oluyor. Zaten gelenler de aşağı yukarı aynı insanlar. Bu küçük şehrin küçük ilçesinde herkes birbirini tanır neredeyse ve bu kitabevi aslında bizim, birbirlerini tanımayan insanların buluşma noktası gibidir. Kitaplarla donatılmış raflarından arasından süzülüp en son bölüme, dergilerin olduğu yere geliyorum. Çoğu derginin yeni sayıları gelmiş, harika. Neredeyse tüm dergileri toplayacağım.

Dergileri karıştırırken burada daha önce hiç görmediğim, benimle aynı yaşlarda, uzun saçlı, kirli sakallı bir adam yaklaşıyor yanıma. “Aradığınız bir dergi var mı, yardımcı olayım.” diyor. Tanımıyor beni, tanısa böyle bir soru sormaz, her ay yeni gelen dergileri yaramaz bir çocuk gibi karıştırdığımı bilirdi. Sahi burada çalışan öbür çocuğa ne oldu, ne zamandır göremiyorum. İşi bıraktıysa üzülürüm, yakışıklı çocuktu. Teşekkür ediyorum ve yüzümü çeviriyorum yine dergilere, zaten pek suratsız, zorla konuşuyor gibi. Dergilerim gelmiş, yaşasın! Birkaç dergi toplayıp alelacele üst kata çıkıp kahve söylüyorum. Saat daha erken, burada birkaç yazı okuyacak vaktim var.

Of, kahretsin! Uzun zamandır öykülerini okuduğum biri var ve yine çok acıklı bir yazı yazmış. Onu o kadar iyi anlayabiliyorum ki; yaşadığı şehirden nefret eden ve kaçmak için yanıp tutuşan, gemileri yakan bir adamı yazmış. “Kolay mı kırk sene yaşadığın bir şehirden gitmek, tanımadığın insanların arasına karışmak ve yeni bir ev, yeni mahalle, yeni bir dünya yaratmak; evet, çok kolay aslında. Karar verdim, gidiyorum.” Altını çiziyorum bu cümlenin kurşun kalemimle ve zevki erteleyerek okumayı eve bırakıyorum. Böyle yazılar okumaya ihtiyacım var; nefret ediyorum bu şehirden ve ne yazık ki kaçıp gidecek zerre cesaretim yok. 

Hava kararmaya yakın dergilerimi toplayıp bez torbama atıyorum ve alt kata iniyorum. Uzun saçlı adam küçük masasında bir şeyler yazıyor, iyi akşamlar, diyorum ama duymuyor bile. İyice sinir oldum. Tanıdık bir kişiye selam verip çıkıyorum kitabevinden ve evime, kaçmak için gün saydığım ailemin yanına doğru yürüyorum.

Yemeğimi yer yemez odama çekilip dergilerimi yatağa yayıp aralarına atıyorum kendimi. Altını çizdiğim yerleri, sevdiğim bu adamın öyküsünü okumaya devam ediyorum. Her ay mutlaka bir dergide yazıyor ama pek tanınan biri değil. Sosyal medya kullanmıyor, hâliyle nasıl bir görüntüsü var bilmiyorum ama çok önemli değil; yazdıkları içimi o kadar ısıtıyor ki, benim gibilerin, cesaretsiz insanların yollarına ışık oluyor. Yazısını bir kez daha baştan okuyorum. Zor iş İstanbul gibi bir şehirde yaşamak, sonrasında ondan vazgeçmeye çalışmak ve belki de en zoru ondan tamamen kopmak. Kim bilir, belki de hiçbir şeyden vazgeçen bir adam değildir; sıcacık evinde yanında sevgilisi, elinde içkisi kahkahalar atıyordur. Bu kısmını düşünmek istemiyorum elbette, her ne kadar böyle bir hayat yaşıyor olsa da bu yazdıklarını hissetmeden, içinden gelmeden yazamaz. Onun gibi bir sevgilim olsun isterdim, insan çoğu zaman tek başına en kolay adımı bile atamıyor. Diğer dergilerde yazısı yok. Hâlbuki bir şiiri olsaydı; eskitmeden, haftada bir veya iki kez okurdum tadını, anlamını bozmadan. Umarım gelecek ay… Şimdi bununla ve diğer yazılarla yetinmek zorundayım.

Küçük yerlerin yalnızlıkları büyük oluyor. Hep hayallerine sığınıyorsun, insanlar da yetersiz kalmaya başlıyor; her insanı kitaplardaki gerçek olmayan insanlarla kıyaslamaya başlıyorsun ve gerçek olan senden çok uzakta kalıyor. Buradaki kimse romanlardaki adamlar gibi aşk peşinde değil, ya da öykülerdeki kadar zeki veya şiirlerdeki kadar nahif. Filmlerdeki kötü adamlardan da yok çevremizde; buradaki kötüler, yani gerçek kötüler, daha da kötü. O dergilerde, kitaplarda olan cesaretin kırıntısı bile yok buradaki insanlarda. Kim bilir, belki de gerçek olmadıkları içindir. Belki de öyle insanlar sadece kâğıtların üzerindeki cümlelerde yaşıyorlar. Yine de benim kahramanımın öyle olmadığını düşünüyorum. İçinde gerçekten bir savaş verdiğini ve bundan paramparça olsa bile kurtulacağını biliyorum. O kurtulursa ben de kurtulacağım. 

Birkaç haftadır hiç gitmedim kitabevine. Çocukluk arkadaşım Aylin aradı az önce, kahve içelim dedi. Hem alacağı kitaplar varmış. Yapacak bir işim olmadığı için kabul ettim. Yine boş içerisi… Üst kata çıkıp kahvelerimizi söylüyoruz işe yeni başlayan uzun saçlı adama. Aylin selam veriyor ve o soğuk adam hafif bir şekilde gülümsüyor. İnanması gerçekten zor! Tanıyor musun, diyorum Aylin’e, evet, diyor, yeni başladı, seninkinin yerine. Kim bilir nereye gitti benimki, diyorum. Gülüyor. Sen birine yaklaşana kadar mevsim değişiyor, diyor, bunu da kaçırdın! Devam ediyor Aylin, yeni taşınmış buraya, adı Metin, geçenlerde ayaküstü biraz konuştuk. En az senin, benim kadar kitaplara âşık, diye de ekliyor. İlgilenmiyorum. Sanırım Aylin hoşlanmış ondan, çıkar kokusu yakında. Kahvelerimizi masaya bırakıp hızla uzaklaşıyor Metin. Hadi, diyorum, içelim şunları da kitaplara bakalım, eve gidip film izleyeceğim daha. 

Bir ay sonra yeni dergiler almak için tekrar gidiyorum kitabevine. Artık içerisinin boş olduğunu söylememe gerek yok. Masasına gömülmüş bir halde bir şeyler yazan uzun saçlı adama, Metin’e selam vermeden dergilerin yanına gidiyorum. Benim adamın iki yazısı var, çocuk gibi seviniyorum. Yüzümde komik bir gülümseme, gelenin farkına varmıyorum. Metin yanı başımda… “Nasıl yardımcı olabilirim diye sormuyorum artık.” diyor hafifçe gülerek. Ben de bırakayım artık şu nemrutluğumu. Gülüyorum. Evet, diyorum, gerek yok. Kendi işimi kendim hallediyorum. “Ben Metin,” diyor elini uzatıp, “böylesine küçük bir yerde sürekli dergi, kitap alan insan çok az, seni görünce seviniyorum”. Adımı söylüyorum. Asılıyor mu bana anlayamadım ama yüzünde rahatsız olacağım ifade yok. Canı sıkılıyor belli ki. “Evet, buraya ne zaman gelsem boş.” diyorum. “Aylin’e selam söyle lütfen, işime döneyim ben.” diyor. Kafedeki boş bardakları toplamak üzere veya yarım kalan işine doğru üst kata çıkarken, ben de elimde dergiler evime yürüyorum. Yine. 

Eve gider gitmez üstümü değiştirip, dergiyi açıp yazısını buluyorum. Uzun bir öykü yazmış. Harika. Pek huyum olmamasına rağmen odamda bir sigara yakıyorum ve pencerenin kenarındaki sandalyeme oturup gökyüzünün önünde, bu karanlık ve sıkıcı şehre öyküyü okumaya başlıyorum. 

“Gerçekten zormuş İstanbul’dan ayrılmak. Uzaklaşınca ve bir daha uzun süre dönmeyecek olduğunu düşününce daha da zormuş. Ama yapana kadar! Neredeyse bu yalancı hüzünden birkaç günde kurtuldum. Şimdi birkaç eski eşyayla, hiç tanımadığım bir şehirde, tanımadığım insanlar arasındayım. Kapımı kapatıp evime girdiğimde her şey İstanbul’dakinden farksız; masam, kitaplarım, bilgisayarım, içkim, yatağım, diş fırçam, terliklerim, not kâğıtlarım yanımda. Yabancılık çekmiyorum. İnsanları ise özlemiyorum, zaten onlar yüzünden kaçtım. Bir yeri güzelleştiren veya aynı ölçüde çirkinleştiren şey insandan başka bir şey değil. Ve burada yaşayabilirim, aslında her yerde yaşayabilirim. Şimdilik şansım yaver gitti; gelir gelmez küçük ama sevimli bir ev ve birkaç hafta içinde tam istediğim gibi sakin, kitapların içinde bir iş buldum. Bu şehirde daha iyi yaşayacağımı ve daha güzel şeyler yazacağımı biliyorum. Yine zor geliyor, alışkanlıklar ayağımızda bir pranga sanki. Kırmak zor ama güzel olacak, biliyorum. 

Küçük bir kitabevi burası. Kitabevlerinin her zamanki hali işte, bomboş. Nerede olursa olsun oyuncak, süs eşyaları gibisinden farklı ürünler satmadığınız takdirde fazla insan çekmiyor. Kitaplar tek başına bu kadar güçlü değil. İnsanlar kitaplara bakmayı seviyor, okumayı değil. Yine de hakkını yemeyeyim, sırf kitaplar veya küçük dergiler için gelen insanlar da yok değil. Buranın sahibi olan kadınla beni işe almadan önce uzunca bir konuşma yapmıştık. Fazla maaş veremeyeceğini, kitaplarla ilgilenmenin yanında kafede çalışan yaşlı kadına yardım etmemi, o işlerle de meşgul olmamı istedi. Ne derse evet dedim. Çok şaşırdı. Sadece kafamı dinlemek istiyorum dediğimde acı bir tebessüm belirdi yüzünde. Beni anladığını, gerçekten anladığını hissettim. 

Böyle küçük şehirlere yeni çıkan dergiler birkaç gün gecikmeyle geliyor. Bunu da öğrenmiş oldum. Koliyi büyük bir özenle açıp, dergileri raflara diziyorum. Sanki İstanbul’da gördüğüm dergiler değilmişçesine hayranlıkla bakıyorum hepsine. Gözlerim ilk iş, deneme yazısı gönderdiğim dergiyi aradı. Gelmiş. Harika. İnsanın bir dergide adını görmesi tarif edilemez bir mutluluk. Yaşadığım yerden gitmeye karar verdiğim gece yazmıştım onu. Hayat ne tuhaf! Şimdi o yazıyı başka bir şehirde görüyorum, benimle beraber gelmiş! En öne o dergi gelecek şekilde diğerlerini de dizdikten sonra girişlerini yapmak üzere küçük masama, bilgisayarın başına geçiyorum. O sırada benimle aynı yaşlarda, uzun boylu, kırmızı çerçeveli gözlüğüyle bir kadın içeri girip sağa sola bakmadan dergilerin olduğu bölüme gidiyor. Kalkıp yanına gitmeme gerek yok. Mobilya takımı veya nevresim satmıyoruz. Eğer aradığı bir şey olursa çağırabilir, yanıma gelebilir. Ama dergilerin olduğu bölüme gitmesi hoşuma gitti, çünkü benim yazımın olduğu dergi en önde duruyor. Onu mu alacak acaba merakıyla sessizce yanına doğru gidiyorum. Dayanamayıp aradığı bir dergi olup olmadığını soruyorum ama benden çok dergilere odaklanmış durumda. Yarım ağız teşekkür ediyor. Ben yerime dönerken, o kucağına aldığı birkaç dergiyle, yeni elbisesine kavuşmuş bir bayram çocuğu edasıyla kafeye çıkıyor. Yerime oturmadan yavaş adımlarla dergi reyonuna geri dönüyorum. Elindeki dergilerden biri de benim yazdığım dergi. Acıktığımı hissediyorum birden. Keyfim yerinde. Yemek vakti. 

Akşama kadar birkaç kişi geldi sadece, bir şey almadan çıktılar. Artık insanlar kitap alışverişini internetten yapmayı daha çok seviyor. Aslında haklılar. Ben de öyle yapıyorum çoğu zaman, çünkü ucuz. Hem de oturduğun yerden aradığın kitabı bulabiliyorsun. Diğer yandan bir kitabı veya dergiyi rafta görmenin tadı da yadsınamaz. İki saat kaldı çıkmama. Az önceki kadın hâlâ yukarıda, kahve üstüne kahve içiyor. Gözlükleri çok dikkat çekici gerçekten… Yarım kalan bir öyküm var, oradaki kadının fiziksel özelliklerini henüz yazmadım. Sanırım bu gözlükler oldukça ilgimi çekti, öykümdeki kadını ona benzetmeye karar verdim. Hemen çantamdaki küçük defterimi çıkartıp not alıyorum; kırmızı çerçeveli gözlük, uzun düz saçlar, kırmızı spor ayakkabı ve beyaz bir bez çanta. Bu arada merdivenlerden indiğini görüyorum yan gözle, iyi akşamlar, diyor. Cevap vermiyorum. Az evvelki suratsızlığına karşılık. 

Yaklaşık iki hafta sonra, bitirip başka bir dergiye yolladığım öykümdeki kadına ilham veren kırmızı gözlüklü kadını tekrar görüyorum, yanında da arkadaşı, Aylin. Tanıştık onunla, ayaküstü kısa bir sohbet etmiştik. Bu küçük yerde herkes buranın ne kadar küçük bir yer olduğunu söyleyip duruyor. Sanki herkes bu şehirden nefret ediyor. Neden acaba? Bir bok yok büyük şehirde, demek istiyorum ama inanmazlar ki bana. Aylin’le selamlaştıktan sonra kahvelerini masaya bırakıyorum. Kırmızı gözlüklerinin ardında ne kadar güzel gözleri olduğunu fark ediyorum. Bu gözlük onun gözlerini kapamış sanki. Bunu söylemek geliyor içimden ama bir şey beni tutuyor. Hem daha yeni öyküme konuk oldu. Haberi bile yok. Bu ona yeter şimdilik. 

Yeni dergiler geldi yine. Öykümün yayınlanacağını biliyorum, haber vermişlerdi. Ayrıca bir de şiirim var. Pek anlamıyorum aslında şiir yazmaktan, çok karışık bir şey. Şiir yazmak dünyanın ne kolay şeyi mi, en zor şeyi mi bilmiyorum hâlâ. Büyük bir heyecanla açıyorum koliyi ve yine aynı özenle diziyorum yerlerine. Hasbelkader bir kitap çıkaran veya bazı dergilerde şiir yazan gençleri görüyorum, kendilerine şair diyorlar, şair denmesinden hoşlanıyorlar. Asla olmayacaklar, henüz bilmiyorlar bunu. İşimi bitirip masama dönüyorum; bu kadar şiirden bahsetmişken birkaç şey yazmalıyım. Yaklaşık yarım saat sonra, adını bile bilmediğim, kırmızı gözlüklü kadın omuzunda beyaz bez çantasıyla geliyor ve yine aynı reyona, dergilerin yanı başına gidiyor. Tuhaf bir heyecanla yanına gidiyorum, “nasıl yardımcı olabilirim diye sormuyorum artık” diyorum hafifçe gülerek. O da gülüyor. Böylece aramızdaki buz dağı çatırdıyor artık. “Ben Metin” diyorum elimi uzatıp. Korkak bir hali var. Hissediyorum. Hatta o kadar korkak ki korkaklığı yüzüme vuruyor sert bir cisim gibi. Öylesine bir iki şey daha söylüyoruz birbirimize ve “Aylin’e selam söyle” diyerek yanından ayrılıp üst kata çıkıyorum. O da dergileri kucağında hızlıca dışarı çıkıyor.”

Başarmış. Yaşadığı şehirden elinde bavulu, bavulunda hayalleri yepyeni bir şehre gitmiş. Öyküsü öyle diyor. Kurmaca değil, olamaz. Bir ay önce gitmeye karar veren bir adam şimdi bunu yazamaz. Kesinlikle başardı. Penceremin önünde öylece yıldızlara bakıyorum; kayan tek bir yıldız bile göremedim bu yaşıma kadar. İnanması güç değil mi? Bazen kumsalda uzanıp saatlerce yıldızlara bakarım. Yanımdaki insanlar sürekli kayan yıldızları görüp bağırırlar, “hey Meryem gördün mü?” “Hayır” derim hep. Sonra bir daha, yine kaydı, bunu görmen lazım. Hayır. Hiçbirini göremiyorum. Bu, hayallerimin gerçek olamayacağı anlamına mı geliyor? Dilek tutmamam gerektiği mi yoksa? Yeni insanlar, yeni yerler tanımak istiyorum. Öyküsünde yazdığı gibi tanımadığım bir şehirde evim olsun istiyorum. Parası çok olmasa bile sakin bir iş istiyorum, belki bir kütüphane, belki kitabevi. Bu şehirde tanıdığım veya tanımadığım insanlardan kaçmak istiyorum. Yeni birini tanımak, kalbimin hızlıca çarpmasını istiyorum. Öyküdeki adam gibi olmak istiyorum; kendim gibi biriyle tanışmak. Oradaki kadın ne kadar da bana benziyor. Benim şanslı halim sanki. Öykülerdeki insanları ne kadar da çok seviyorum.

Emre Ocaklı
Latest posts by Emre Ocaklı (see all)
Visited 23 times, 1 visit(s) today
Close