İnsan okul sınavlarına hazırlanabiliyor da hayat sınavlarının hazırlığı, ön çalışması, son koşturması olamıyormuş işte. Okullar bitip hayata karışmaya başladıkça elbette öğrenmeye başlamıştım bunu ama insan her seferinde hazırlıksız yakalanınca afallayıp kalıyormuş meğer.
Benim bir otuzluk hayatımın en büyük sınavı da doktor, önündeki ultrason görüntülerine biraz daha eğilip gözlüğünü burnunu üzerine düşürünce başladı. Sağ elinin işaret parmağıyla gözlüğü burun kemerine tekrar yerleştirip gördüklerinden emin olmak istermişçesine biraz daha eğildi. Alnı da kırışmaya başlayınca bir şeylerin ters gittiğini anladım. Kalbim göğüs kafesimde değil de ağız çukurumda atmaya başladı ama hâlâ çok zor bir sınavın eşiğinde olduğumu bilmiyorum. Hayat sınavlarının en korkutucu yanı da bu zaten, hep habersiz geliyorlar ve daha ne olduğunu anlamadan insanı en zayıf yerinden vuruyorlar.
Doktor alın çizgilerine çekidüzen verip başını kaldırdı, tam yerinde durduğu halde gözlüğünü düzeltiyormuş gibi yapıp derin bir nefes aldı. “Bu görüntülere göre,” diye başladı, yüzüme bakmaktan vazgeçip gözlerini elindeki kâğıtlara çevirdi, “sizden bir tetkik daha isteyeceğim, amniyosentez yapacağız, açık konuşmam gerekirse bu işlem biraz risklidir ama endişelenmeyin, risk düşüktür.”
Sonrasında işlemin nasıl yapılacağını tane tane anlatırken her bir sözcük önce kuş olup başımın etrafında ötüşmeye başladı, sonra o kuşların kanatları kırıldı da taş gibi üzerime yağmaya başladılar. Sonuç şüphelendiği gibi çıkarsa gebeliğin bir an önce sonlandırılması gerekebileceğini, bu nedenle hiç vakit kaybetmeden yapılmasının uygun olduğunu anlatıp konuşmasını bitirdiğinde yanım yörem kanadı kırık ölü kuşlarla dolmuştu.
“Gerekiyor mu?” diye sorduğumda afallayıp kaşlarını kaldırdı, gözlüğü burnunun üzerinde ileri geri hareket etti.
“Efendim?”
“Sonuç dediğiniz gibiyse, gebeliği sonlandırmak gerekiyor mu?”
Bu soruyla ya ilk kez karşılaştığı için hazır bir cevabı yoktu ya da öyle yapılması gerektiğine inandığı için bu tür soruları sevmiyordu.
“Elbette karar size ait ama…”
“Amniyosentezi hemen yapalım!” diye sözünü kestim, o amanın devamını duymayı istemiyordum.
Sonrasında hem zihnimi susturdum hem bedenimi durdurdum. Bebeğimle birlikte hiç kıpırdamadan yatıp sonucu bekledik. Doktor daha da kırışmış alnı, neredeyse dudaklarının üzerine düşmüş gözlüğüyle yanıma geldiğinde anladım. Sesi daha yumuşak, sözcükleri sanki daha nazikti. Fakat bu sefer üzerime ölü kelebekler yağmaya başladı ama bitirdiğinde burnuma kadar yükselmiş kelebek cesetlerinin arasında boğulmak üzereydim.
“Çok fazla zamanımız yok,” dedi hızlıca. Çabuk çabuk konuşarak zamanın azaldığını vurgulamak istiyor gibiydi.
“Doktor doktor, orada dur bakalım! Bir kere o senin zamanın değil, bundan sonrası sadece bebeğimle bana ait. Zamanımıza ortak oluyormuş gibi yaparak durumu hafifletmediğiniz gibi sadece işleri karıştırıyorsunuz.” Zihnim bunları bas bas bağırdı ama kıpırdamaktan hâlâ korktuğum için bunların hiçbirini dile getirmedim.
Sanki doktor aksini söylemiş gibi, “Bana biraz daha zaman verin!” deyip klinikten çıktım.
O gün bugündür okudum, araştırdım, sağa sola, eşe dosta sordum. Duydukları şey sanki onların başına gelen bir felaketmiş gibi öce gözlerini sonra ağızlarını dehşetle açtılar. O gün bugün dediğim de hepi topu üç beş gün işte. Üstelik sordukça her kafadan ayrı bir ses çıkmadı, hayır, çok sorup çok cevap almanın doğasına aykırı olarak hep aynı sesi duydum, ağız birliği edilmişçesine hep aynı cevabı aldım.
“Aa, tabii ki aldır!” dediler tereddüt etmeme şaşırarak.
“Niye tereddüt ediyorsun ki?” dediler çok biliyormuşçasına.
“Çok düşünme, fazla zamanın yok,” dediler doktordan el almışlar gibi.
Bütün bu sözcükleri o kadar kolay sarf ettiler ki, “Ne kadar kolay insan öldürüyorsunuz böyle?” diye haykırmak geldi içimden ama sustum.
Bana en ağır gelen şey de bebeğimin babasıyla benim babam, hatta annem de aynı telden çaldılar.
Aşkım, sevgilim, canım, ciğerim, kocam, eşim durumu öğrendiğinde tıpkı doktor gibi alnını kırıştırdı. Henüz gözlük takmadığı için burnunun üzerine düşürecek bir şey bulamadı ama kafasını ileri geri sallayıp bir tutam saçını kaşlarının üzerine saldı. Çok bayıldığım gözlerinin ışığının sönüvermesinden çok üzüldüğünü anladım. O günün gece yarısına kadar sustu. Belli ki o süre boyunca doluya koydu aldıramadı, boşa koydu dolduramadı. Gecenin karanlığı yeni günün karanlığına geçip ay gökte iyice yükseldiğinde nihayet bir karara varmış gibi omuzlarını gevşetti. Derin bir nefes alıp en doğrusunun tabii ki bebeği aldırmak olduğunu söyledi. Sonra da arkasını döndü ve beni ayın donuk ışığının bir damla bile aydınlatamadığı karanlığımda yalnız bıraktı. Kıpırdayıp durmasından uykunun sadece benden değil ondan da çok uzak olduğunu hemen anladım. Zaten uyuyabilsek de belli ki kâbuslarla boğuşacaktık.
Çok yakın bir gelecekte kucaklarına alacakları torunun hayaliyle gün sayan annemle babam da ilk duyduklarında öyle üzüldüler ki tıpkı kocam gibi bir süre susup kaldılar, tek kelime edemediler. Bir süre düşündükten sonra babam “Kızım ne karar alırsanız biz tabii ki yanınızdayız ama böyle bir çocuğu dünyaya getirmenin sizin için ne kadar zor olacağını, onun yaşayacağı sıkıntıları da bir düşünün, öyle karar verin,” dedi. Annem susmaya devam etti ama başını aşağı yukarı sallayarak babamı onayladığını belli etti. Aklıma bir an kendilerinin yaşamak zorunda kalacakları sıkıntıları da hesaba kattıkları geldi. Öyle ya, hayatın kıyısında duran bir torunla hayalini kurdukları ilişkiyi yaşamayacakları, belki bakımında yardım etmek zorunda kalarak kaçamayacakları bir yükün altına girecekleri kabul edilmesi gereken bir gerçekti. Sonra elimi, kolumu, başımı sallayarak bu düşünceyi zihnimden kovmaya çalıştım. İnsan büyük karar arifelerinde, hayatın burnuna dayadığı zorlu sınavlarda sağlıklı düşünemiyor.
Sonra sağıma soluma sormaktan vazgeçip önüme bakmaya başlayınca sanki biraz rahatladım. Felaket başka ruhlarda dönüyor, başka bedenlerde sürüyorsa hariçten gazel okumak kolay tabii. Bebeğimin neredeyse dört aydır içinde tatlı tatlı devinip durduğu beden benim bedenim. Her geçen saniye milim milim büyüdükçe rahmimde cisme, zihnimde isme bürünüyor üstelik. Ben mutlu olduğumda devinimlerinin artması, korktuğumda, endişelendiğimde kıpırdamadan öylece beklemesi artık ruhunun da üflenmiş olmasından olabilir mi? “Henüz o kadar hissetmezsiniz,” dedi doktor. Hayır, ruhu değil, devinimlerini. Ama ben hissediyorum, tüm kıpırtılarını, sağa sola yalpalamalarını, taklalarını ve evet, ruhunu. Bebeğim rahmime düştüğünden beri anneyim ben. Ruhları en çok anneler hisseder. Aksini iddia eden varsa önce “Sen nereden biliyorsun?” diye sorar, sonra da alnını karışlarım. Neredeyse dört aydır bir bedende iki kalp atmasının, iki ruh sığmasının mucizesini yaşıyorsam eğer bunu yaparım.
Hadi ruhların şeytana satılabildiğini biliyoruz da insan bile isteye kalbinden vazgeçer mi hiç? Siz vazgeçer misiniz mesela? “Ölürüz yahu!” dediğinizi duyar gibiyim. Demedinizse de deyiniz bir zahmet.
“E ama çocuğun durumu?” diyorlar. Bütün mesele bir adet kromozomdaymış meğer, bunu biliyor muydunuz? Hepimiz anadan babadan gelen kırk altı kromozom şansıyla, şanslı olduğunun farkında bile olmadan ortalarda fink atarken Allah, Tanrı, hayat, belki de benim ya da sevgilimin genleri, artık her neyse, benim bebeğime bir adet kromozom daha vermiş. İşte o kırk yedi her şeyi, bebeğimi, beni, ailemi, bugünümüzü, yarınımızı, uykularımızı, aldığımız her nefesi etkileyip değiştiriyor.
En çok “Çok zor olur ama,” deniyor. “Siz nereden biliyorsunuz ki?” diye soruyorum, cevap veremiyorlar. Hangi zorlukları yaşayacağımı ben de bilmiyorum ama en azından çok şeyin zor olacağını biliyorum. Bilmek ve farkında olmak fena bir başlangıç değil bence.
“Onu böyle felaket bir hayata mahkûm etmeye hakkın yok,” diyorlar. Peki onu öldürmeye hakkım var mı? Eğer hayat ona o bir kromozomu verdiyse ve o anne olarak beni, baba olarak sevgilimi seçerek ruhunu da alıp geldiyse bunun bir sebebi olmalı. Ben o sebebi nasıl yok edebilirim, o kalbi nasıl susturabilirim? Hem nereden biliyorsunuz hayatını bir mahkûmiyet olarak yaşayacağını? Belki de dünyanın en saf ve temiz sevgisiyle hemhal olacağız. Biz hazırız, o da sevgisiyle geliyorsa ki öyle olduğuna inanıyorum, her şey değil ama bazı şeyler çok güzel olacak. Anneyim ben, hissediyorum.
Ona da sordum, bizimle misin, dedim, iki takla attı içimde, bu iş tamamdır.
Bebeklerinden vazgeçenleri en çok ben anlıyorum. Şu son günlerde yaşadıklarımdan öğrendim ki insanları en çok yakınlaştıran, üçüncü gözlerini en çok açan şey kader birliğiymiş. Anlıyorum ve kararlarına tüm kalbimle saygı duyuyorum. Ama ben vazgeçmek istemiyorum. Tüm zorlukları göze alıyor ve bebeğime son nefesime kadar yanında olacağım bir yaşam armağan ediyorum. Hayat bir armağandır. Kırk altılılar olduğumuz halde hangimizin hayatı dümdüz bir çizgide ilerliyor ki? Tüm inişler çıkışlar önceden bilinseydi kaç kişi doğmamayı seçerdi acaba? Ben sadece kendi cevabımı ve beni annelikle onurlandırdığı için bebeğiminkini bilebilirim. Bunların hepsini sevgilimle konuştum. Kalkıp bana sarıldı ve o günden sonra ikimizin uykuları da rahatladı, rüyalarımız tekrar renklerine kavuştu.
Bütün bu dışsal konuşmalar, içsel didişmeler, uykunun bir süre ortalıkta hiç görünmemesi, doluya koyup dolduramamalar, boşa koyup aldıramamalar, sessiz iç çekişler, kuru hıçkırıklar, çukura kaçan gözler, kaçan ama kovalanmayan iştah, durmadan çaldığı halde açılmayan telefonlar, aralanmayan kapılar, masa başı suskunlukları, içilmesi unutulup soğuyan çaylar, kahveler tamı tamına bir hafta saltanat sürdüler. Sonra sevgilimle günlerdir sırtlarımız dönük uyumaya çalışmanın yorgunluğuyla o masadan kalktık, yüzümüzü önce birbirimize sonra da içeriyi ışığa boğan dolunaya döndük. El ele tutuşup cana can katmayı seçtiğimizi dünya âleme haykırdık.
Editör: Hatice Akalın