Yazar: 19:16 Öykü

Kendi Ölümünü Duyan Bir Adamın Öyküsü

Klimanın soğuğu içindeki ürpermeyi arttırdıkça arttırıyordu. Sonra şu koltuğun altına dökülmüş kuş yemi… Gözleri adeta mıhlanmış gibi yemlere dikilmişti. Klima yüzünden gelecek fatura bir yana dursun, kafesteki hayvanın ne kadar fuzuli masraf olduğunu düşündü. Bunlar hep küçüğün marifetiydi.

Yemi toplamak için ayağa kalkmak istese de bir türlü o dinçliği vücudunda hissedemiyordu. Zaten bu his bir süredir aramakta olduğu bir şey olmaktan çıkmıştı. İyi hissetmek ona gençlik günleri kadar uzaktı. Hoş, hala yaşlı birisi sayılmazdı, dikkatli bakışları olan herkes gözlerini onun suratına dikerse gamzeleriyle karışmış büyük kırışıklıkların, kırlaşmış saçların arkasındaki o delikanlı çağları görebilirdi; karanlık sokaklarda geçmiş yaz akşamlarını duyabilirdi. Hâlâ insanların ona ölümü yakıştıramadığı bir noktada debeleniyordu.

Dışardan gelen sesleri duymamak için açtığı televizyonun sesi zihnini duymasına engel olamıyordu. Ağlamalar, feryatlar, aralardan seçilen tanıdıkların sesleri… İnsan ölümünü duyarken nasıl yaşar diye düşündü kendi kendine. Yaşıyordu işte.

Kırk beş yıldır buradaydı. Aynı mahallede, aynı evde, aynı beton zeminde, aynı bozuk kapı kollarıyla beraber tam kırk beş yıl. Doğumundan şu anına dek tanık olan dilsiz duvarlar. Her on senede bir boyası yenilenir. Yeniden boyandı mı, eski renk kaybolur, çatlaklar gizlenir. Ancak hayatlar duvarlar gibi değildir. Kırk beş yılın yaşanmışlığı boyanmakla bitmez; kusurlar, pişmanlıklar,  çatlaklar gibi gizlemez kendini. Aksine kırk beş yıldan sonra bile kendisi pes etmişse de onlar hala sapasağlam bir şekilde nefes alır, kuş yemi suretinde bile gösterirler kendilerini. Bir saniye bile unutmazlar. Kırk beş koca yıl boyunca her gün ve her saniye evin her köşesinde nefeslerini hissettirirler.

Seslerin bugün uzun süre asla kesilmeyeceğini kabullenerek dikkatini dağıtmaya çalıştı. Artık evde olmayan eşini düşünmeye çalıştı. Anılar hep bölük pörçüktü. Sanki çocuk denebilecek yaşta yaptıkları nikâh, eşinin saçına taktıkları büyük beyaz dantelli süs, makyajın bile eğreti durduğu çocuklukta o surat; kazalar, aflar, dayaklar, pişmanlıklar… Hepsi parça parça vardı ama bir türlü bir bütün haline gelemiyorlardı. Anılar kötüyseler eğer, birbirlerini görünce kaçar ve birleşmek istemezler.

Bu evdeki doğumu çok müjdeli olmuştu. Henüz yeni gelin olan annesi, ilk doğumunda bir erkek vermenin rahatlığı ile daha iyi ilgilenebilmişti bebeğiyle. Bağladığı bezleri her iki güne bir toplayıp elleriyle yıkar, apış arasına yağ sürerdi. Annesi tarafından büyük bir korumacılık ile yetiştirilmişti. Ergenlikte karşı evlerinde oturan dayısından yediği dayaklardan da annesinin kanatları korumuştu hep. Dayısının ailede bu kadar nüfuzlu ve lafı geçen bir adam olması onun suçu değildi, tıpkı babasının ilgiden yoksun bir alkolik olması gibi. Babası zaten bir halta yaramıyordu ki. Ne yapsam bu çocuk adam olsun diye yapıyorum, derdi dayısı. Ama o hiçbir zaman dayısının adam olsunlar diye kendi oğullarını dövdüğünü görmemişti. Ya da kendi kız kardeşine yaptığı gibi kızlarının üzerine bir kova su atıp sonra sen niye sutyensiz geziyorsun diye o ıslak vücutlara  kemerle vurduğunu da hiç hatırlamıyordu.

Gençlikte her şeye rağmen bir futbol tutkusu vardı. Daha küçüklükten o daracık mahallede tozu toprağı birbirine katıp yırtık ayakkabılarla bağıra çağıra futbol oynardı. Kimse söylemese de o bu işte çok yetenekli olduğunu biliyordu. Bir gün çok büyük bir futbolcu olacağına emindi. Hatta  mahalledeki bir abisiyle gizlice gittiği seçmelerde bile kabul edilmişti. Kabul edilmişti edilmesine ancak her antrenman saati evden kaçıp gitmek o kadar kolay değildi. Dayısının kahvedeyken ona bıraktığı ayakkabı dükkanını kardeşine emanet edip gittiği günler, mahalleden çıkana kadar midesi korku dolu olurdu. Dolmuşa binip de dar caddelerden uzaklaşana kadar, dayısının nefesini ensesinde hissederdi. En çok da arkada bıraktığı kardeşi için korkardı. Çünkü dayısının sinirle ayaküstü bir şekilde dükkanda  kardeşini döveceğini bilirdi. Akşam olup da döndüğü zaman dayısı onu tekmeleyerek dama çıkartıp hortumla pataklamaya başladığında vicdanının rahatlığı o acıyı hissettirmezdi bile. En azından ben de dayak yedim diye düşünürdü.

Karısını ilk kez görüşü de o zamanlar olmuştu. O zamanlar, annesiyle mahalleye henüz taşınmış bir genç kızdı. Rengi solmuş bol tişörtlerinin altından bile seçilen kocaman göğüsleri insanı hipnoz ederdi. Çok da uzun boylu bir kız sayılmazdı ancak çok dikkat çekiciydi. Sokaktaki kocakarılar bu gizemli anne ve kızı hakkında doğru yanlış konuşadursun, delikanlılar da kızı kanlarını kaynatan tüm o konuşmalarının başrolü yapmıştı.

Genç kız, sokaktaki kadınların bir evin avlusuna toplanıp biber salçasına yardıma gittiği bir gece onu yanına çağırmıştı. Evlerin kapıları açık, avluları sessizdi. Uzaktan belli belirsiz acı biber kokusu duyuluyordu. Korkudan evin lambalarını bile yakamamışlardı. Sokağı gören pencereden sızan ay ışığı, kızın pürüzsüz esmer sırtına vuruyordu.

Her şey hızlı ve bir anda gelişmişti. Dayısı, her ne kadar karısının annesi hakkında ileri geri konuşsa da o ayak diretmekte kararlıydı. Hayatında ilk kez dayısının iradesi dışında bir şey yapacaktı. Dayısının sesleri hala kulağındaydı. “Babası belli olmayandan avrat yapılmaz,” derdi.

İşte tam o zamanlar zihninden geçirirdi. Ne olursa olsun namusum edeceğim, derdi. İlk kez bir kıza kalbi atmıştı. Gizlice görüştükleri geceyi, zihninde binlerce kez tekrar tekrar yaşamıştı. Mahalledeki erkekleri kız hakkında konuşturmaz olmuştu. Dayısından sakladığı çocukluğuna kocaman kocaman bakacak bir çift kara göz vardı artık. Evlenir evlenmez mahalleden taşınıp idmana çıktıkları yere yakın bir yerde ev kiraladı. İki odalı, eski bir apartmanın üçüncü katında, dar balkonlu bir evdi burası. Komşular hep yaşlıydı.

Oynadığı takım ilçenin takımıydı ancak yaşı geçmeden üst ligde oynayacağını biliyordu. Yavaş yavaş köpürmeye başlayan karısını da böyle telkin ederdi. Kahkahaları küçük apartman bahçesine taşan, her güne eğlenceyle, esprilerle uyanan bu kadın artık parasızlıktan, arkadaşsızlıktan, evde oturmaktan bunalmaya başlamıştı.

“Bir bilseydim,” derdi. “Bir bilseydim keşke evlenmeden önce beni nasıl hapsedeceğini.”

Kavgaları, anlaşmazlıklarını bir çocukları belleyip beraber seneleri devirdiler. Sakatlanıp da futbol hayatını geri dönülemeyecek şekilde bitirdiği maç da evliliğinin altıncı yılına tekabül ediyordu. Kadın, başlarda yarım ağız da olsa ilgilenmişti ancak en güzel yıllarını evde hasta bir kocaya bakamayacak kadar değerli görüyordu. Adam sağlıklıyken bile bunu söylüyordu. Onun uzun gür saçları, parlak gözleri, bu iki odalı evden, ay sonu gelmeyecek kaygısından daha fazlasıydı. Kadın bunu hep söylüyordu ancak adamın anlaması bir  gece döndüğünde yatak odasında karısına dair olan tek şeyin kırık beşikte ağlayan oğulları olduğunu görmesiyle oldu. Yaşadığı hissin üzüntü olmadığına emindi ancak ne olduğunu hala bilemiyordu. Kendisiyle mezara girecek bir düğüm de o gece atılmıştı.

Uzun süre kimseyle konuşmadı. Soranlara, alay edenlere, karısı hakkında ileri geri laf edenlere, açıklama bekleyenlere… Kimseye ne verecek bir lafı, ne de dayanacak bir yüreği vardı.

Eve dönüş her zamankinden sancılıydı. Annesi torununu sarıp sarmalamaya, dünyadan korumaya yine çok istekliydi ancak kendisinin tek duyduğu duvarlara sıkışmış çocukluğunun hala attığı çığlıklardı. Dayısından dayak yediği günler kitlendiği banyoda oğlunu yıkamak ilk günler aklıyla oynamıştı.

Dayısının hastalığını da bir gün çocuğunu yıkarken öğrenmişti. Annesi panik haliyle ağlayarak kapının önünden içeri bağırmıştı. Çocuğun bağırmalarından tam anlayamamıştı da çıkmak zorunda kalmıştı. O günden sonra evde hiçbir şey her zamanki gibi gitmedi. Herkes dayıya hizmet ediyordu, herkes her gün ziyarette bulunuyordu. Hatta memleketten akrabalar bile gelmişti.

Dayısının hastalığının ikinci senesine doğru kendi hastalığının teşhisi kondu. Senelerin yorgunluğu çalışmakla, insan gibi yaşamak, başka bir yol bulmak ve en nihayetinde hiçbir şey elde edememekle geçmiş bir ömrün ardından tüm bu yaşanmamış hayatı için sorumlu tuttuğu insanla aynı sebepten göçecekti. Hayatları boyunca asla aynı yoldan yürümemiş, hatta birbirlerinin yollarından nefret etmiş iki insan aynı Azrail selamıyla can verecekti.

İnsan kendi ölümünü duyarken nasıl yaşar diye sordu kendine. Yaşıyordu işte. Kendi ölümünü tüm açıklığıyla hissederek ve tiksinerek yaşıyordu. Annesinin sırf oğlu sıcaklamasın diye taksitle aldığı klima sayesinde kapanan kapı pencere, hala bu hisse bir bariyer değildi. Hayatını ellerinden çekip alan bu adamın yıllarca dua ederek beklediği tek gün şu an kapısının önünde yaşanıyordu ancak artık duvarın diğer tarafında kendini duyuyordu. Kimse göremese de o görüyordu.

 İnsan, kendi ölümünü duyarken yaşar.

Editör: Çisem Arslan

Visited 10 times, 1 visit(s) today
Close