Yazar: 19:25 Öykü

Kefaret

On üç yaşıma kadar Harun’dum, cılızdım. Türkçe dersini, poğaça yemeyi, üzerine maden suyu içmeyi sevmezdim. Geğirdiğimde çevreme yaydığım sesten kimse ürkmezdi. Buna rağmen kimse salt Harun olarak kalacağımın garantisini veremez. Şimdi Çırak Harun oldum. Birkaç yıla kalmaz Usta Harun olursun, diyor annem.  Boşa dememişler, ne oldum demeyeceksin ne olacağım diyeceksin. Halden hale giren Harun. Gönül isterdi ki Öğretmen Harun olayım, bir türlü kavrayamadığım ismin hâllerini anlatayım çocuklara fakat ha deyince olmuyor bu işler. Köpeğin dileği kabul olsa gökten kemik yağar, diyor babam. Ben olmak istediklerimi sıraladıkça babam bu sözü tekrar edip duruyor. Geleceğimle ilgili kaygıları var belki ki. Her neyse, bir süre bu evde bana güvenen insanlar arasında onların güvenlerini boşa çıkarmamak için çalışacağım.

Korktuğumda, heyecanlandığımda kısaca ters giden şeylerde cümle kuramam. Annemi hecelere ayırırım. Tedavisi varmış ama maliyetli, diyor babam. Bana söylemiyor tabii, annemle konuşmalarını işittim. Birkaç masa siparişi alırsak olabilirmiş. Şimdilik ifade yeteneğim babamın ihtimalleri üzerine kurulu.

Harun iken hayalim kuşçu olmaktı, o zaman şimdi sahip olduğum ve olacağım unvanlarımı elimin tersiyle siler, güvercin Harun olurdum.  İnsan kuşçu oldu mu kimseye hesap vermek zorunda kalmaz. Çıraklık dönemimde buna kanaat getirdim.

Babamla sessizliğimizin henüz bozulmadığı bir öğlen vakti. Baba oğul ilişkisinin gerisinde kalmışız. İkimiz de farkındayız. Bizim evde bazı şeyler büyümez, annemin çiçekleri gibi. Bazen düşünüyorum da küçük iyidir. Bütün gün babamla hiç konuşmadığımız zamanlar oluyor. Genel olarak ihtiyaç durumunda dil aradan çekilir; bütün görev, yüzümüze küçük gelen gözlerimize kalır. Göz ne kadar küçükse kusur da o kadar küçük.

Bugün de sessiziz, tek kelime etmeden akşamı edeceğiz. Genellikle güne nasıl başlarsak öyle biter. Reklamlara inandım, birkaç kez çokokrem aldım. Sabahlar aynı sabah. Pek değişiklik olmadı, kilomuz dışında. Köşedeki pastaneden aldığım poğaçaları yiyoruz. Çay kokusu ikimize de iyi gelecek. Radyoda Erzurum türküsü çalıyor. Yöresel müzik bizi kopuk yerlerimizden birbirine bağlıyor. Böyle anlarda içimden bir kımıltı duyuyorum. Cemre düşüyor toprağa. Isı, ışık her şey tamam. Bu yıl hasat zamanı belli. Bunları düşünürken gülüyorum. Türkü bitmek bilmiyor. “Sarı gelin aman…” Babam iki dudağı arasında mırıldanıyor. Ne zaman bu türküyü dinlesek Ermenilere saydırıyor, sessizce yapıyor bunu.

Sipariş verdiği ürününü almak için gelen müşteri, bu masanın ayakları yamuk olmuş Ziya Efendi, diyor. Bakışları beni de bu yanlışa ortak etme derdinde. Babam mahcup!  Başı önünde, gözleri her zamanki gibi yerde. Yukarılara bakmayı sevmez. Bu sebepten kuşçuları da kuşçu olma arzusu taşıyanları da sevmez. Yarına kadar düzelteceğim, çocuk yanlış takmış, diyerek benim üzerimden kendini temize çekiyor. Masanın ayakları düzelirse dünya düzelecek sanıyor. Benim babam, bütün babaların arasında en sessizi ve en yanılanıdır. Marangoz olacağımdan zerre şüphe etmiyor. Hâlbuki içimdeki kafesleri tek tek kırdım, haberi yok. Yakında kuşları salacağım. Her gününü babasıyla geçiren, rutubetli bir ortamın umutsuz çocuğu Harun…

Bütün günümüz, küçük bir penceresi olan bodrum katında geçiyor. Saat dokuzda beli eğilmiş bir anahtarla kapıyı açıyorum. Akşam yedi dedi mi yamuk anahtar elimde kalacak korkusuyla dükkânı kilitliyorum. Ne ben ne babam ne de anahtar, kimse düzelmeye yanaşmıyor. Görünen o ki herkes hâlinden memnun. Dükkânın penceresi yere yakın. Gelen geçenler her hâlimizi görse de biz onların sadece ayaklarını görüyoruz. Bakış açısı dedikleri bu olmalı, böyle lafların ne anlama geldiğini pek anlamam. Müşteriler babama, Ziya Ağabey, iyi işler çıkarıyorsun da şu bakış açını biraz değiştirsen, diyorlar. Küçük bir pencereden dünyayı seyretmenin kolay olduğunu sanıyorlar. Babam, dünyada ölçüsü olmayan tek şeyin dil olduğunu söylüyor. Her yıl bir beden büyüyen pantolonlarını hesaba katmıyor.

Pencerenin önünden geçenler için söylüyorum. Kimseden saklayacak kusurumuz yok. Hatta fazlayız, pantolonlara, gömleklere sığmadığımız gibi dünya da bize dar geliyor. Annem uyarmıştı, hazır poğaçalar kilo yapar, demişti. Bence bütün suç poğaçada değil. Şişmanlık bizim hamurumuzda var.

Dükkânımız karanlık. Güneş, bu sokağa mı yoksa dükkâna mı uğramıyor? Orasını bilmem.  Fakat geçenlerde babam hastalandı, sağlık ocağındaki doktor güneş görmediğini söylemiş. Onun adına ilk defa kaygılandım ama uzun sürmedi. Babam, yani Ziya Usta ve bu küçük, karanlık dünya ile neredeyse bağlarını koparmışım. Annem farkında, sabah çıkarken tembihliyor. “O senin baban!” diyor. Elleriyle saçımı alnıma doğru düzeltiyor. Onun bu hareketinde anneliğin kutsallığı var, babaya itaat var, daha nelere var Allah bilir…

Bugün beyaz bir masa siparişi aldık. Genç bir hanım, yanında ona anne diyen bir kız ile geldi. Bizim mahallenin annelerine benzemiyordu, kızı da öyle. Kızın gözleri yosuna çalıyordu, renkliydi, kocamandı, içleri suluydu. Mevsim meyveleri kadar tazeydi, parfümü çilek kokuyordu. Alnı açıktı, günahsızdı, hiç hata yapmamış gibi güven doluydu. Babam duymasın, dükkâna girdiğinde etraf aydınlandı. Bence güneşin kılık değiştirdiği doğrudur. Yerimden doğruldum, radyoyu kapattım. Sarı gelin aradan çekildi. Kimsenin annesine benzemeyen kadın, uzun uzun masayı inceledi. Ortasına serpme çiçek koyun, dedi. Gözlerimi kızın gözlerine diktim, bir ışık, bir mum aradım.

Aşk dedikleri meret bu muydu? Bir baba oğul hikâyesi kadar sessiz miydi? Bağıra çağıra gelemez miydi? Anne, düşüncelerimi bölerek “Usta,” dedi, çiçekler beyaz olsun. Babam anlamadı, yüzüne baktı. Masanın çiçekleri, dedi. Kadının bu sözleri, babamı çıkmaza sokmuştu. Aklına yatmadı belli ki. Kadının isteği, marangoz yasalarına aykırıydı. Beyaz masada beyaz çiçekler bu gece babamı uyutmayacaktı. Öyle, herkesin derdi kendine büyük. Anne kız farklı dilde bir şeyler konuştular. Buralardan olmadıkları belliydi. Gönül hep uzağı mı seçer, imkânsızı mı çıkarır karşına?

Babamla kadın anlaştılar. “Üç hafta sonra ürününüz hazır, bir ara uğrayıp bakın. Yanlış bir şey yapmayalım,” dedi kadına. İçimden bu süreçte dükkândan dışarı adımımı atmayacağıma yemin ettim. Kadın bana döndü ve babamı göstererek “Neyin oluyor?” dedi. Ba-ba-m, dedim. İki heceyi üçe bölmüştüm. Dedim ya Türkçe dersini sevmem. Kız gülmeye başladı, annesi başka dilde bir şeyler söyledi. Bence uyarıydı. Kadın, beyaz çiçekleri son bir kez hatırlattı. Son bir kez babamı çıkmaza soktu. Selamlaşıp çıktılar. Kulaklarım yanıyordu. Dükkân karanlığa büründü. Çilek kokusu yerini rutubete bıraktı. Babam bana döndü, “Ermeniler,” dedi. Hâlbuki sessizliğimiz bozulmasa iyiydi. Utancım beni güçlendirmişti. İçimdeki son kafesi kırdım, kalan son kuş havalandı. Üç hafta dükkânda beklemenin manası yok. Yeminimin kefaretini ödeyeceğim elbette. Yarın erkenden Eminönü’ne gideceğim, kuşlar orada satılır.

 Editör: Hatice Akalın                                                                                                        

                                                                                                                     

Sibel Oğuz
Latest posts by Sibel Oğuz (see all)
Visited 4 times, 1 visit(s) today
Close