Yazar: 11:02 Öykü

Kara Gölge

Quagmire’dan ayrılan atlı arabanın, çamurlu yollarda bata çıka ilerken çıkarttığı korkunç sesleri içinde; bir bilinmeze sürüklendiğini hisseden delikanlı, kasabanın en azından görebildiği kısmına veda ediyordu. Arabanın küçük penceresinin kadife perdesi aralıktı. Yavaş yavaş küçülen görüntüsüyle sadece kasabadan değil, berbat kokusundan da uzaklaşıyordu. Ardında kalan evleri, o evlerin küçük insanlarını da terk ediyordu. O yoldayken şömine önünde uyukladığını bildiği kasabalı çocukların ve seslerinin yok olduğunu duyumsadı. Zihninde durmadan dönen ve çınlayan o seslerin. Hayallerinizi yazın demişti öğretmeni. Bayan Ivy’nin mızmızlanışlarından fırsat buldukça; tepe, bataklık demeden gezerdi. Yerde bulduğu kuşkanatlarını, tüylerini biriktirir; resmeder, kitaplarının defterlerinin arasında saklardı. Romanlar okur, hikâyeler uydurur, şiirler ezberlerdi. Çizimleriyle, hikâyeleriyle alay eden oğlanlar ve her yerde peşinden gelen zorba sesleri; hayallerini sınıfta okumasının ardından artmıştı. Şimdi, artık kasaba hiç olmamışçasına yok olurken düşüncelerinden de sıyrıldı. Daima kötü kokan bu bataklıktan kurtulduğuna dair sevinci, onu almaya gelen uşağın küçümseyen bakışları altında ezilip gitmişse de yeni ihtimalleri barından gelecek tatlı tatlı yokluyordu içini. İhtimallerin getirdiği kaygıları dağıtan arabanın her seferinde devrilecekmiş gibi sallanışıydı.  Korkunç karanlık bir denizde dev dalgalarla boğuşan bir gemideymiş gibi mücadele ediyordu araba.

Ağaçlar, dağların büyülü bekçileri gibi sıralanmıştı. Koyu yapraklarına düşen yıldızların altında, kıvrıldıkça dikleşen yolun sonuna geldiklerinde duran arabadan hemen inecek olduysa da uşak bir el işaretiyle durdurdu onu. Sanki kelimeleri israf etmeye değmez gibi yapılan bu el hareketine içten içten sinirlendi ama yol boyunca sürdürdüğü çekingen tavrını bozmasını sağlayacak cesareti henüz bulamamıştı. İki kanatlı, ağır, gıcırtılı bir kapının açıldığını işitti. Tekrar hareket eden araba ilerlerken karanlıkta parlayan suların, aslan başlı heykellerden aktığını ertesi sabah odasından görecekti. Kasvetli bir şatoya geldiklerini fark etti, şatonun iki kulesi ve en az kendisi kadar ihtişamlı yüksek bir kapısı vardı. Kapıyı açan kendi yaşıtı olan genç kızın gösterdiği uzun, geniş ve birçok odaya açılan koridorda ilerlerken; ay ışığının canlandırdığı yüksek vitrayların renkleri sarhoş ediciydi. Merdivenlerden çıkarken genç kızın taşıdığı mumun cılız ışığıyla çok da seçemediği tabloları gördü bu kez. Tablolardaki kadınlardan, erkeklerden, sanki eve gelen yabancının varlığından haberdar ve hoşnutsuz gözlerinden ürperdi. Bazı fısıltıları duyar gibi oldu, üzerinde pek durmadı. Yorgundu. Yol boyunca zihnine düşen gölgeler birden dağıldı. Yeni yaşamının belirsizliğinden doğan kaygıların yerine merak çöktü. Kasveti ve büyüklüğü yetmezmiş gibi güzelliğiyle de ürkütücü olan bu şatoda en azından kendi başına kalabileceği, dinlenebileceği sıcak bir yatağa kavuşma isteği bir de. Kız, onu kulelerin birinde olan küçük bir odaya aldı. O gelmeden hazır edilmiş odanın içi aydınlık ve sıcaktı. Yanan odunların çıtırtıları, gece kuşlarının hiçbir zaman yalnız olmayacaksın dercesine ötüşleri ile odanın müziği bile vardı.  Yüzü aydınlandı. Soyunmadan şöminenin önüne uzanıp ateşi seyretmeye başladı ve yarının endişelerinden sıyrıldığı anda uyuyakaldı.

Ertesi gün genç hizmetçinin, ‘Bay Poe kalkın lütfen. Yatağınıza geçmenize yardımcı olayım,’ sözleriyle uyandı. Kız onu yatağına kadar götürdü yatırdı, üzerini örttü. Kucağına bir tepsi bıraktı. ‘Dayınız beyefendi, sizi öğle yemeği için yemek salonunda ikide bekliyor. O vakte kadar dinlenmenizi tavsiye ettiler. Bir şeye ihtiyacınız olursa bu zili çekmeniz yeterli olur, hemen gelirim,’ dedi ve çıktı. Şaşkın mıydı, korkuyor muydu? Beklenen, şaşırtmaz, keskin kötü ihtimaller; inanılması zor ve elinden çok çabuk kayıp gideceğini bildiğin iyi ihtimallerden daha az tedirgin ediciydi. Bunu anlamasını sağlayan kısa ömründeki üç beş olayı kâğıda dökmek istediğinden emin olduğunu düşünürken Bayan Ivy’yi ve üzerinden hiç eksik olmayan yıpranmış yün şallarının kendine has kokusunu anımsadı. Annesinin esrarengiz bir şekilde kaybolmasının ardından kimsesiz bir çocuğa sahip çıkarak, kasabada kendine saygınlık kazandırmıştı Bayan Ivy. O gösterişli merhametli ellerin bir cadıya ait olduğunu anlaması uzun sürmemişti. O kadının evindeki müthiş soğukluk, sevgisizlik ve aşağılanmalardan sonra hayatının kalanından beklediği, en fazla rahat bırakılmaktı. Ona mühim bir konuk gibi hizmet edilmesi tedirgin ediyordu. Yıllardır ziyaretine gelmediği arayıp soruşturmadığı, iki kez kaçmış-ilki ailesinden, ikincisi babasız oğlundan – en sonunda izini kaybettirmiş kız kardeşinin köylü ve piç oğlunu himayesine alması, arabayla aldırması, yatağına kadar kahvaltılar göndermesi akla uygun değildi. Buraya ailenin bir ferdi olmayı umarak gelmemişti.

Öğle vaktinden çok önce zili çalmadan odadan ayrıldı. Merdivenlerden indi. Evin sahiplerini rahatsız etmemeye özen göstererek, en alt katta olduğunu tahmin ettiği mutfağı buldu. Çalışanlarla tanışmak için orda biraz zaman geçirdi. Daha sonra bahçeye çıktı. Gece gördüğü kadarından daha büyüktü ön bahçe. Bahçenin devamında orman vardı. Eve giriş yolunda birçok heykel. Devasa varlıklarıyla, ezici ve vakurdular.

Tüm şatoyu titreten kocaman bir saat, saat başı acımasız ve tok bir sesle zamanı haber ediyordu. Bahçede çizim yapmıştı. Hayallerinin dolambaçlı yollarından henüz ayrılamamışken saat ikiye vurdu. Salona doğru ağır adımlarla, kurtulduğu sandığı çekingenliği ile ilerledi. Siyah bir redingot giymiş annesine hiç benzemeyen kır saçlı, yakışıklı bir adam onu ayakta karşıladı. Onunki gibi solmamış boyunbağı, ipekten gömleği, gösterişli kol düğmeleri ile tutturulmuş canlı kol manşetleri ile adam çok şıktı. Yeleğinin cebinden zinciri sarkan saatine bakmadı adam. Poe bu konuda kendi kendine iddiaya girmişti. Kaybeden karamsar ama her şeye hazırlıklı Poe oldu. Kirli değilse de eskimiş, solmuş iplik iplik tarazlanmış gömleğinden, solmuş boyunbağından utandığını belli etmemeye çalışarak ona uzanan dostça eli sıktı. Masada ona gösterilen yere geçti ve tüm gece ona sorulan sorulara kısa yanıtlar verdi. Hâlâ içinde olduğuna inanmakta zorlandığı, gelecekte de öyle devam edeceği vaat edilen zenginliğin sevecenliğin boğucu gerçekliğindeydi. 

Dayısının eşi incecik, bembeyaz bir kadındı. Sağlıklı, dinç görünümlü dayısına karşın, duvarlarına astıkları tablolardaki kadınlar kadar eski zamanlardan geldiğini duyumsatan bir hali vardı. Hayalet değilse de her an kaybolacakmış gibi hissettiren bir hafiflik, uzaklık geçiyordu kadından insana. İnsanı rahatsız etmeyen bir uyumsuzluğa da sahipti. Saçına taktığı kuzgun tüyünden aslında neşeli bir kadın olduğunu, zamanla birbirilerine daha da ısınacaklarını hissetti Poe.

Yemek sonrasında bahçede beraber dolaştılar. Ona atlarını, köpeklerini tanıttılar, hanımefendi ona çiçeklerini gösterdi. Gezintinin son durağı şatonun büyük kütüphanesiydi. Hanımefendi, durağanlığından beklenmeyecek bir ivedilikle, duvardan yere kadar inen ağır siyah perdeleri araladı. Gün ışığı içeriye yıldız yıldız, sarı pembe tozlar halinde süzüldüğünde odanın iki duvarının tamamen kitaplar raflarıyla kaplandığını gördü. Bir diğer duvara şatonun geri kalanında da gördüğü tablolardan asıldığını, her şeyin sahibi gibi gözleri parlayan kadınların erkeklerin ve bakışlarının hâlâ üzerinde olduğunu fark etti. Devasa pencerelerin olduğu kısımda ise, bir sehpa ve iki koltuk dışında bir şey yoktu.

 Hanımefendi, ‘Beğendin mi burayı Poe?’ diye sordu. Raflardan raflara uçuşan bir kelebek zarafetinde koşuyor, bazı kitapları çıkarıp kucağında topluyor, bazılarının yerini değiştiriyordu soluksuz konuşurken. ‘Tüm bunlar bana ailemden ve onlara da kendi ailelerinden kaldı. Yüz yıllar süren bir gelenek, kıymetli bir miras olarak düşünmelisin bunları. Bazı kitapların yazarları benim akrabam. İçlerinde dünyanın dört tarafından gelen kitapların dilimize çevirileri var. Hatta bazıları el yazmaları, onları incelemek istersin diye düşünüyorum ve umut ediyordum ki sen de en az dayınla benim kadar bu kitapları seversin. Onları okumak, onlarla ilgilenmek için buraya sık sık gelirsin. Elbette bizimle yaşamayı kabul edersen, burada mutlu olacağına inanırsan. Lütfen hemen bir şey söylemek, bir cevap vermek zorunda hissetme kendini, burada bizimle kalmaya devam et yalnızca.’

Günler hızlı ama uysaldı. Hanımefendi ilk karşılaştıkları kadar sevecendi ama kısa sürede geçirdiği fiziksel görünümdeki değişiklikler Poe’yi hayrete düşürüyordu.  O solgun kadın gün geçtikçe sağlığına kavuşan bir hasta gibi kanlanıyor, canlanıyor, renkleniyordu. Poe’nun eğitimi için eve öğretmenler geliyordu ama ders dışındaki tüm vakitlerini hanımefendi ile beraber geçiriyordu, ata biniyorlar, uzun yürüyüşler yapıyorlar, çalışanlarla şakalaşıyorlardı. Resimlerini bile yanında yapıyordu. Dayısı beyefendi de, iş dışında kalan bütün zamanını bu ortaklığa adıyordu. Uzun kış akşamlarında kütüphaneye geçip, beraber kitaplar okuyorlardı. Odaya eklenen üçüncü koltuğun varlığı, kütüphane sakinleri tarafından nasıl yadırganmamışsa; Poe’nun bu şatoya, bu hayata, bu insanlara ihtiyaç olunan bir eşyanın eve getirilişi kadar olağan dâhil oluşu da yadırganmıyordu. En önemlisi bu dâhil oluşu Poe da yadırgamıyordu artık. Hanımefendinin ona olan sevgisinde hep beklenilen bir evlada sahip olma arzusunun yattığını düşünse de, kısa bir sürede yılları sığdıran bu yakınlığı böyle açıklamak basit ve yetersizdi. Tanımlamakta zorlandığı başka bir şeyler vardı. Bir sır. Dile getirilmez yalnızca hissedilen duyulan büyük bir sır. Onu mutlu etmek, zenginliklerini miras bırakmak istediklerini anlıyordu ama sanki korunması istenen aile mirasından da değerli bir şeydi. Büyüklüğü oranınca tanımsız, anlaşılmaz oranınca gizlenen. 

Hanımefendiye zaman zaman sesli de okurdu kitapları. Bir gün bir macera romanını sesli okurken duraksadı. Hanımefendi, ‘Yorulduysan ara verelim Poe ya da istersen yürüyüşe gidelim,’ dedi. ‘Hayır,’ dedi Poe; ‘Bu kitap bana kasabadaki oğlanların beni alaya almalarını, Bayan Ivy’nin bana sık sık sinirlenişlerini hatırlattı. Bu aptal romanlarda ne bulduğumu sorardı sık sık.’ Hanımefendi, o günler geride kaldı Poe, hem ‘Kadın olsun ve ya erkek olsun kişi iyi bir romandan zevk almıyorsa dayanılmayacak kadar aptal olmalı.*’ diye cevap verdi.  Elindeki kasnağı bırakıp her zamanki sevecenliğiyle gülümsedi:

‘Babam hep böyle söylerdi Poe. Biliyor musun, biz ailemle roman okumaktan hiç utanmadık ve artık bana hanımefendi yerine Jane der misin lütfen?’

 Ayın bir kartopu gibi asılı olduğu, aydınlık bir gecede penceresi önünde oturuyordu Poe. Gözlerine serilen manzaranın içinde nehirler, dağlar tepeler vardı. Görüş alanında ayın hizasına dek yükselen çamların sivri uçları, aşağıda kalan dünyanın sırlarına vakıf gibilerdi. Kuşlar kötü ve iyi ruhların savaşını seyreden gürültücü seyirciler gibi yer yer neşeli, yer yer çığırtkandı. Ev sakinleri yatak odalarına çekileli saatler oluyorsa da sabaha epey zaman vardı. Gece hayvanlarının düzensiz sesleri dışında duyabileceği tek ses düşüncelerinin sesiydi. Tuhaflıklar içinde mutlu bir yaşamı vardı. Huzurluydu. Bazı soruların cevaplarının verilmemesini artık sorgulamıyordu. Sonra dışarda bir şeyin uçtuğunu gördü. Uçuşan kara bir… Evet, kara bir gölge gördü; bu şeye sadece gölge denilebilirdi.  İnsan uzunluğunda incecik bir kara gölge. Görüldüğünü fark etmişçesine pencereye yaklaştı kara gölge, sonra tekrar uzaklaşıp süzülmeye devam etti. Hareketlerini takip ettiğinde, kara gölgenin dans ettiğine emin oldu. Büyülenmişçesine izlerken şaşkınlığını üzerinden atıp bunun bir yanılsama olduğuna karar verdi. Yorgun ve uykusuz gözlerinin aldatmacası olmalıydı bu. Ayın eşsiz güzellikte olduğu gecelere has bir sarhoşluk. Uzak doğudan gelen bir prensesin özgürlüğüne saldığı bir ipek şaldı belki de o. Algıladığından daha kısa süren bir anda, anafor rüzgârının penceresine kadar taşıdığı. Muhakkak havada asılı kalmayacak, belki de uzaktaki köylerden birinde durulacaktı. Genç köylü bir kızın penceresine konacaktı ama ta derinlerinde bir yerinde zihninin tüm mantıklı karşı çıkışlarına rağmen hissediyordu. Kara gölge bilinçli bir varlıktı. Bir hayalet ve ya bir ruhtu. Görüldüğünün farkında olan, dans eden, hikâyeler canlandıran kara bir gölge. Korkmamıştı. Kara gölgenin ona veda etmek için bir an durduğunu ve sonra yavaş yavaş uzaklaştığını izledi. 

Yaz geldiğinde Quagmire’dan bir mektup ulaştı eline. Mektup Bayan Ivy’dendi. Çaresiz kalmasa bunu ondan istemeyeceğini söylüyordu, hafızasında silmekte zorlanmadığı o kasabaya bir haftalığına gitmek zorundaydı. Döndüğünde hanımefendi, onu ilk gördüğü günden de solgundu. Ay ışığı gibi görünen cildi grileşmiş, buruşmuştu. Saçları ırmak kenarlarında ömrünü tamamlayan sazlar kadar cansız, bükülmüş kirli bir sarıya dönmüştü. Poe’yu gördüğünde ona doğru koşmak istercesine olduğu yerden hareketlenen bedeni, anında yorulmuş sadece bir hoş geldin diyebilmişti. Zorlukla aralanan ağzından mı yoksa o yokken onu bu kadar hasta eden şey yüzünden mi bilinmez bedeninden buruk bir koku yayıldı. Kadının üzerinde ölüme has bir sessizlik, kıpırtısızlık vardı. Poe koştu bu kez hanımefendiye. Can çekişen serçe ellerini avucuna alır almaz, kadının soğukluğuyla afalladı. Kadının yalnız cildi saçları dudakları değil, daha bir hafta öncesine kadar gün ışığında renk cümbüşü gibi yerin mermer karolarına ışık saçan elbisesi, salondaki tablolar, perdeler yüksek pencerelerin vitrayları dahi solmuştu. Sanki hanımefendi ile beraber şato, bir ressamın henüz renklendirmeye başlamadığı eksizi gibi siyah beyaz ve ince bir bütünlüktü. Günlerce hanımefendinin yanından ayrılmadı, geceleri çok yorgun olduğundan kara gölgeyle olan buluşmalarını kaçırdı. Kara gölge pencereye gelse varlığını hisseder uyanırım dese de uyanamadı. Belki de kara gölgeyi de küstürmüştü. Günler sonra hanımefendi eski canlılığına kavuştu. Kelebekler gibi sağa sola koşuşturan eski bildiği kadın oldu.

Aynı gece kara gölge yine penceresindeydi. Ayrılırken bu kez saklanıp, uzaklaşıp kaybolmasıyla yetinmeyecekti. Güneşin doğuşuna kadar bu bekleyişi sürdürecekti ve nihayet saatler sonra uzaklardan süzülen kara gölgeyi gördü. Bu kez uzaklara değil şatonun kapısına doğru alçalışına tanık oldu.

Koşarak indi merdivenlerden. Tablolardaki kadınların erkeklerin gözleri fal taşı gibi açılmıştı. ‘Eyvah’ diye bir sesi cılız da olsa duydu. ‘Saklan’ diye bir ses de albaydan geldi. Kontesin birisi, ‘Bunu bekliyorduk,’ dedi. ‘Zamanı gelmişti,’ dedi porselen bebekler gibi giydirilmiş bir kız çocuğu. ‘Belki de gelmedi, saklansın,’ dedi aynı albay çatık kaşlarını daha çatarak. Duvardakiler fısır fısır konuşurken, birinci katın merdivenlerini bitirmişti. Kapıdan çıkıp bahçeye çıkmasına gerek kalmadı. Gölgeyi takip etmekten aramaktan o an vazgeçti. Birisinin aceleyle büyük salona kaçtığına emindi. Duvardaki gevezelerin fısıltılarından coşan uğultunun içinde zarif ayakların tedirgin ve aceleci adımlarını işitti. Ay ışığının, bir gölü aydınlatırcasına parlattığı mermer zeminde hanımefendin saçına taktığı kuzgun tüyünü buldu. 

Ertesi gece penceresindeydi yine kara gölge. Önceki gece oynadıkları dedektiflik oyunundan bihabermişçesine, yeni bir öykü anlatmaya girişmişti çoktan. Kasabalardan, ormanlardan ne toplamışsa, yine anlattı. Sırrının peşine artık düşmeyeceğim dercesine el salladı kara gölgeye Poe, çalışma masasına geçtiğini görmesine izin vererek. Kalemi aldı ve mürekkebe batırdı. Ardında bırakacağı yüzlerce öykünün ilkini yazmaya başlayadı. Yazdığı ilk paragraf şuydu: 

Hikâyeleri çok seven, kuzgun tüylü bir kadın, gölgesini kıymet bilen bir gence emanet etmek istiyordu. O genci getirecek olan atlı araba, Quagmire kasabasının çamurlu yollarından bata çıka ayrılırken; bir bilinmeze doğru sürüklendiğini hisseden delikanlı kasabanın en azından görebildiği kısmına veda ediyordu. Kadife perdenin aralık kısmından yavaş yavaş küçülen kasabayla beraber ardında bıraktığı o berbat kokusundan da, şömine başında uyuduklarından emin olduğu kasabalı çocuklardan da…

___________________________________

*Jane Austen’ın Northanger Manastırı kitabından alıntıdır.

Azize Göktaş
Latest posts by Azize Göktaş (see all)
Visited 10 times, 1 visit(s) today
Close