Yazar: 18:30 Deneme

Kant’ın Gözlüğü ve Kırık Aynalar

Düşünmek, insanla aynı yaştadır. Her işte olduğu gibi bu eylemde de herkesin heybesindeki yük farklı ağırlıktadır. Şüphesiz ki yükü sırtlama işi filozoflara kalmıştır. Kimi yaradılışı, kimi Tanrı’yı, kimiyse insanı arayıp durmuştur. Kulağa her ne kadar sıradan bir eylem gibi gelse de düşündüklerini haykıranlar bunu bazen canıyla ödemiştir.

Felsefe tarihinin başlangıcına baktığımızda ilkçağ filozofları “arkhe”nin yani “ilk öz”ün ne olduğu ile ilgilenmişler, ilk hareketi aramışlardır. Doğa filozofları olarak bilinmelerinin sebebi de tam olarak budur aslında. “İlk”i bulmak aynı zamanda yaşamı anlamaktır. Yüzyıllarca ortaya attıkları fikirleri eleştirip birbirlerine bir merdiven bırakmışlardır. Her şeyin ötesinde Thales’in “su”yu bütün bu düşünme macerasının fitilini ateşledi. Bazıları insanı eklemeyi unuttu. Asırlar geçti ve bir gün Kant doğdu.

“İnsan nasıl görür?” sorusu sorulduğunda hepimiz “gözlerimizle” diye cevaplarız. Kant ise görme eylemini çok daha derin ve karmaşık bir iş olarak görür. Bir masayı gördüğümüzde “Bu masadır.” diyebiliyorsak biz o masanın ne işe yaradığını tecrübelerimizle edinmişizdir. Bir sürahinin içine su koyulduğunu bilmesek onu bir vazo sanabilirdik. Bu yüzden görebilmek bir gözlüğü de beraberinde getirir. Gözlük nesnenin öz bilgisini içinde saklar, deneyimlerle camlarına aktarır ve insan denen varlık daha net görmeye başlar.

Bir şeyin hakikati ve aslında ne olduğunu insandan ayrı tutarak açıklamaya çalışan düşünürler, çıkmaz sokaklarda kaybolmuş ve bir döngü içinde sıkışıp kalmışlardır. Hayatı anlamlandırmaya çalışırken insanı azade tutmak yemeksiz bir sofra gibidir. Kant, insan deneyimini “ayırt etme”nin şartı sayarken yaşamın öznesini insanın ta kendisi olarak kabul etmiştir. Çağına damga vurmuş bir başka düşünür olan Spinoza’ya göre “Doğa; kabileleri, toplumları, devletleri yaratmamıştır; sadece bireyi yaratmıştır.” Yani bütün temel dinamikleri, ahlakı, doğruyu, yanlışı, dilemmayı var eden aslında insanın gördükleriyle ve aklıyla var ettikleridir.

Filozoflar günümüz çerçevesinde incelendiğinde ilgilendikleri konular itibarıyla çeşitli kategorilerde anlatılmaktadır. Kant, bu kategoriler içinde ahlak filozofu olarak değerlendirilmektedir. “İnsanın erdemli ve doğru yaşama yolları nelerdir?” diye sorgularken daima yapılan işin sebebine bakmaktadır. Eylem, bir histen ya da Tanrı’nın ödül-ceza sisteminden kaynaklanıyorsa ona göre doğru değildir. Sonuçlara değil sebeplerin varlığına işaret etmiştir. Bir dilenciye acıdığımız için ya da Tanrı’nın övgüsü için para veriyorsak Kant’a göre bu yanlıştır. Dilenciye parayı “doğru” ve “olması gereken” için vermeliyiz. Böyle baktığımızda onun tasvip ettiği davranış şeklini gerçekleştirebilen ne kadar da az insan vardır. İşte bu yüzden bütün insanlığın ortak değerler üzerinde uzlaşması gerektiğini düşünür. Tarih sahnesinde var olmuş binlerce kültür için bu ortak değerleri yaratmak hiçbir zaman mümkün olmamıştır ama zaten filozofları da farklı yapan şey budur. Kendilerine bir değerler sistemi yaratırlar ve altını doldurmak için ömürleri boyunca sorular sorup başka bir soruya yönelirler.

Dışarıdan ve üstünkörü fikirlerle bakanlar, insanlığın seyrini değiştirmiş düşünürlerin fikirlerini hafife alabilir ya da temelsiz bir şekilde eleştirebilirler. Atladığımız en büyük noktalardan birisi de işte budur. Kant’ın ünlü bir örneği vardır. Bir gün bir arkadaşınız telaşlı bir halde kapınızı çaldı, onu öldürmek isteyen birinden kaçtığını söyledi ve onu saklamanızı istedi. Siz de doğru olduğu için onu sakladınız. Ardından kapı tekrar çaldı ve onu arayan adam, arkadaşınızın burada olup olmadığını sordu. Siz katile yalan söylerseniz Kant’ın bakış açısına göre yanlış bir davranışta bulunmuş olursunuz. Ona göre her koşulda daima doğruyu söylemek gerekir. Bu örneğe bakıp Kant için “yanlış düşündüğünü” söyleyenler çoğunlukta olacaktır. Unuttuğumuz şey ise “Kant, arkadaşının öldürülebileceğini düşünmemiş midir?” elbette düşünmüştür ancak bir düşünce sistemi kurmak ve bunu temellendirmek insanların sandığından çok daha zordur. Şimdi başka bir hikâye anlatalım:

“Üstü başı perişan bir halde koşan bir adam gördünüz. Bu adam arkasına bakarak koştuğu için bir camcının önünde duran aynaya çarptı ve onu yanlışlıkla kırdı. Kırılan parçalar onu yaraladı, adam korku ve panik içinde bir köşeye saklandı. Dükkânın sahibi dışarı çıktı ve “Nerede o adam, gören var mı, bu aynanın parasını ödeyecek, onu polise vereceğim!” diye bağırdı. Adamın haline öyle acıdınız ki parasının olmadığı ve başının belaya gireceğini anladınız. Onun yerini dükkân sahibine söylemeyip yolunuza devam ettiniz. Ertesi gün güzel bir kahvaltı yaptınız, ardından bir keyif kahvesi içip gazete okumak istediniz. Gazetenin ilk sayfasına göz attığınızda bir fotoğraf dikkatinizi çekti ancak gözleriniz bozuk olduğu için gözlüğünüzü taktınız ve daha net gördünüz. Fotoğraftaki kişi koşarken aynayı kıran adam. Haberi okuduğunuzda onun yıllardır aranan, masum insanları canice öldüren bir katil olduğunu ve onu en son görenin siz olduğunu anladınız. Şimdi ne hissediyorsunuz?”

Dünyayı bilmek isteyen, onu önce kurmak zorundadır; hem de kendi içinde.”
Immanuel Kant

Editör: Buse Karabulut

Visited 57 times, 1 visit(s) today
Close