Beyaz önlüklü bir doktorun beni seyrettiğini hayal etsem, bu hayalimi kâğıda döksem…
Oturdum. Yazmadan önceki o tuhaf hisle duvarları seyrederek. Kurşun kalemim yoktu. Parmaklarım öyle hızlı hareket ediyordu ki bilgisayarı, tuşları hatta kendimi… Bir başkasıymışım gibi. Boş sayfanın kendiliği dikte ediyordu hikâyeyi. Hafiflikle havayı, odayı, gerçekliği dolduran bu şeye hikâye demem haksızlık olur.
Bazen haksızlık da yaparım, aramızda kalsın, bunun hakkım olduğunu düşünüyorum. Hiç mi hiç kötülük etmeyen bir karakterin başına türlü şeyler getirir, istediğim an da onları küt diye öldürüveririm. Elim kanlı bir şekilde, suçluluk duymadan devam ederim sonra. Havayı, odayı, gerçekliği doldurmaya. Ama kurşun kalemim yok. Bir kahramanımın bedduası tutmuştur belki. Kalemi kırılasıca demiştir, benden habersiz. Ellerim de istemeden bunu yazıvermiştir işte.
Dışarıdaki dünyayı tasvir ediyorum şimdi. Türünü yeni öğrendiğim, -Google’dan öğrendiğim, gerçekte hiç görmediğim- bir ağacın yeşil yapraklı dalları yere yatıp kalkarken hışırdayan ağaç uzaklardan ama çok uzaklardan bir şeyleri binanın ön bahçesine taşıyor. Kuşlar, olmaz onlar, yeri değil, tutunamazlar rüzgâra, tretuvarlar, sokak lambaları, çöp tenekeleri etraflarında helezonlar çizerek yükselip alçalan yaprakların arasında. Bir şey var evet, bir şeyler, binanın ön bahçesinde tutunamayan, işte tüm bunları üç sayfa boyunca betimliyorum. Yalnız değilim. Ağaç da yapraklarıyla benim hikâyemi anlatıyor. Sokağın havasını yüzümün, kollarımın salınışının, huzursuz bakışlarımın tasviriyle değiştirerek. Dağda tek başına bir ağaç değil. Sokakta, kendisi gibi yüzlercesiyle beraber kenti dolaşanlardan.
Karakterlerin sayısı artıyor. Sokak lambasının altındaki kâğıt toplayıcı, peşindeki köpekler, olur neden olmasın, parkın ortasında fotoğraf çektiren gelin ve damat. Düğünün neşesine kendini kaptırıp parmaklarını şıkırdatan bir delikanlı oluyorum. Öyle kendimden geçmiş bir haldeyim ki ayaklarım yerden kesiliyor, gerçekten bak, yükseliyorum yaprakların arasında. En sonunda ağacın dalına vurup kendimi, sokağa düşüyorum, bir tırtılın önüne. Bana bakıyor. Gülümseyerek “Gömlekten kurtulmuşsun, kozasından çıkan ben gibi,” diyor.
“Tırtılın zihninde bir hikâye yazılır ve sayfanın üzerinde bir kelebek belirir,” diyorum.
“Evet, sen bugüne kadar gördüğüm en güzel kelebeksin.”
Parmaklarım hızlandıkça titremeye başlıyorum. Hikâye, ya da her neyse bu, kontrolden çıkıyor. Bırakıyorum kendimi. Boşluğa. Havayı dolduran, odayı dolduran, gerçekliği dolduran boşluğa.
Doktor bana son bir kez bakıp notlar alıyor. Defterini gömleğinin cebine koyup gözlüğünü çıkarıyor.
“Hastanın hikâyesi ne?” diye soruyor. “Nasıl bu hale gelmiş?”
“Bir gün kurşun kalemini almışlar elinden,” diyor hemşire. “O günden beri parmaklarını oynatıp duruyormuş zavallı.”
Editör: Gülhan Tuba Çelik
- Kalemsiz - 7 Temmuz 2024
- Gecikmiş Bir Akşam Uykusu - 4 Haziran 2024
- Kuyunun Gözünden Dünya - 6 Mayıs 2024