Yazar: 21:40 Kitap, Kültür, Röportaj

Kaan Murat Yanık ile Söyleşi

Kaan Murat Yanık

5 Haziran 1988 yılında doğdu. İstanbul Kültür Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde okudu. F. Sultan Mehmet Üniversitesi’nde Klasik Türk Edebiyatı anabilim dalında yüksek lisansını tamamladı. Birçok edebiyat dergisinde öykü ve denemeleri yayınlandı. Yayınevlerinde editörlük, danışmanlık yaptı. Televizyon kanallarında kültür-sanat temalı programlar hazırlayıp sundu. Üniversitelerde ve edebiyat atölyelerinde yazı sanatı üzerine dersler verdi. Yurt içi ve yurt dışında yüzlerce konferans veren Kaan Murat Yanık, Butimar romanıyla 2015 yılında ESKADER tarafından verilen yılın en iyi romanı ödülünü aldı. Butimar, çeşitli kurumlarca başka ödüllere de layık görüldü. Uzakların Şarkısı adlı romanı 2017 yılında yayınlandı ve birçok baskı yaptı. Dünyasızlar romanı 2020 yılında yayınlandı. Dünyasızlar, 2020 İ. E. F Türkiye Yazarlar Birliği roman büyük ödülüne layık görüldü.

Kaan Bey, merhaba. Öncelikle bize vakit ayırıp dergimizin sorularını cevapladığınız için Mahal Edebiyat adına teşekkür ederim. Ben vereceğiniz cevabı aşağı yukarı tahmin etsem de, okurlarımız için sormak istiyorum. Yazmanızın amacı nedir, yazmak hayatınızın ne kadarını kapsar?

Yazmak neredeyse hayatımın tamamını kapsayan bir eylem. Ben çocukluğumdan beri hep farklı zamanlarda farklı coğrafyalarda yaşamak istedim ve bunu bir yere kadar gerçekleştirmek mümkündü. İstediğiniz yere gitme özgürlüğünüz var fakat istediğiniz yüzyıla gitme ihtimaliniz olmadığı için hep kitaplardan medet umdum. Mesela çocukken aya gitmek istiyordum, Ay’a Yolculuk kitabını okuyordum. Biraz büyüdüğümde Uzak Doğu’ya, Vietnam’a, Çine gitmek isteği ile dolu iken ve bunu gerçekleştiremediğim için, en azından o zamanlar, Uzak Doğu edebiyatına merak salmıştım. Mesela Japonya’daki tapınakları aynı zamanda Çin’in gizemli bölgelerini okuduğum kitaplar sayesinde keşfetmeye başlamıştım. Büyüdüğümde, elim kalem tutmaya başladığında okuduğum şeylerin bana yetmediğini fark ettiğimde, dolduğumu anladım ve o zaman yazmaya başladım. Dünyanın neresine gitmek istiyorsam, hangi yüzyılda olmak istiyorsam onu yazmayla başladım.

İyi bir yazar olmak için, iyi bir okur olmak gerekir mi?

Kesinlikle gerekiyor. Yazmaya istidanız varsa dahi yazacağınız şeylerin yüzyıla uyum sağlaması için, yazarların romanlarındaki yazma tekniklerini öğrenmek, kavramak için okumak gerekiyor. Fakat “yazmanın on kuralı”, “iyi bir yazar olmak için nelere dikkat edilmeli?” gibi kişisel gelişim kitabı türünde hap bilgiler içeren kitaplardan uzak durmak gerekiyor. Eğer iyi bir romancı olmak istiyorsa yazar adayı, çok roman okumalı. Dünyanın çeşitli yerlerinden çeşitli zamanlarında yazılmış kitapları okumalı. Distopik roman da, klasik roman da, fantastik roman da okumalı. Hatta 1800’lü yılların sonunda Fransa’da yazılan çokça eleştirdiğimiz romantik romanları da okumalı ve aynı zamanda evrensel bir idrak gücüne ulaşabilmek adına dünyanın çeşitli yerlerinden okumalar yapmalı. Bizim bir takım yerel kodlarımızdan yola çıkabilir, fakat bir okuru olsa da hiç okuru olmasa da yazarın bir esas amacı olmalı. Romanı tüm dünyaya yazmalı. Yalnızca İstanbul’da yaşayanlara, Türkiye’de yaşayanlara, Ortadoğu’da yaşayanlara değil de tüm dünya yazdıklarını okuyacakmış gibi yazmalı. O yüzden de evrensel değerler bir ölçüde muhafaza edilmeli.

Çalışmalarınızda ruh tahlillerine çok önem verdiğinizi biliyorum. Hatta kitaplarınızın karakterleri için kılık değiştirip, gözlem yaptığınız olmuştu. Bir kitap yazarken karakterlerinizle birlikte yaşıyorsunuz; sevdikleri yemeklerden, gördükleri rüyalara kadar onlarla ilgili her şeyi biliyorsunuz. Ben hep delilikle dahilik arasında üretilen eserlere hayranlık duymuşumdur. Siz bu ruh halinizi nasıl yorumluyorsunuz?

Yazarken karakterlerinin ruh haline girmek için aslında yoğun çaba göstermiyorum. Karakterin ruh hali zaten zihnimde bir anlamda filizlenmişse onun üzerine bir karakter oluşturuyorum. Mesela canım İkinci Dünya Savaşı yıllarında savaşın ortasında kalmış, parlak zekalı, biraz muzip iki dost anlatmak istiyorsa böyle karakterler işliyorum ve onların ruh haline girmem zor olmuyor. Fakat Butimar romanımda bu çok konuşulmuştu. Çarşaflı bir kadın hüviyetine bürünme meselesi. Belki biraz yirmi beş yaşının vermiş olduğu cesaret biraz o yaşların vermiş olduğu pervasızlık neticesinde bunu gerçekleştirmiş olabilirim. Şimdi otuz üç yaşındayım bunu yapar mıydım, herhalde yapmazdım diye düşünüyorum. En azından çarşafa girmezdim. Ama mesela bazen bir turist taklidi yaparak İstanbul’da dolaşmak hoşuma gidiyor. Bazen sokak satıcılarının yanında oturup onlarla sohbet ederek; bir simitçi gün içinde kimlerle muhatap oluyor, kaç simit satıyor, ne kadar kazanıyor, kazandığı para geçimini idame ettirmesine yetiyor mu gibi sorunların peşine düşerim. Farklı bir coğrafyadan karakterler alacaksam mutlaka o coğrafyaya giderim. Mesela bir katedral anlatacağım, Katedral’e giderim. O katedraldeki insanları gözlemlerim ve kendimi o katedralde hem bir papaz hem günah çıkarmak için gelen sıradan bir insan olarak düşünürüm. Yaptığım seyahatlerde bunu çok güçlü şekilde hissediyorum ama karakterin ruh haline bürünmek bence zorlamayla değil hazır olduğunuzda gerçekleşmeli. Ruh halinizin her an akıp, meydana getireceği bir karakter üretmesi daha mantıklı ve daha natürel yapar süreci onu söyleyebilirim.

Yayın dünyasına girdiğiniz, sesinizi ilk duyurduğunuz kitap, şiir kitabınız olan Kalküta idi. Sonrasında Uçurtma Mevsimi isimli öykü kitabınız geldi. Ve kendinizi tam manasıyla ifade ettiğiniz belki de elinizin iyice güçlendiği romanlarınız; Butimar, Uzakların Şarkısı ve Dünyasızlar romanlarınızı okuduk. Üç romanınızda da şimdiki zaman, geçmiş zaman ve tekrar şimdiki zamana dönen akslar gördük. Bundan sonraki çalışmalarınız aynı eksen üzerinden mi ilerleyecek ve yine büyülü gerçekçilik türünde mi olacak? 

Evet, 2020’li yıllarda başlayan sonrasında geçmişe giden, üçüncü bölümde tekrar günümüze dönen, üç ayak üzerine kurduğum, iki zaman dilimi üzerine kaidesini oturttuğum bir form benimsedim. Günümüzü iyileştirmek için geçmişe yani tarihe ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Şöyle bir anlayış ortaya çıktı; ne yazık ki ülkemizdeki kutuplaşma her alanda olduğu gibi geçmişi yorumlamak, bugünü tahlil etmek ve bu ikisinden bir sanat eseri devşirmek üzerine de geçerli. Bazıları diyorlar ki 1923, yani cumhuriyetin kurulmasından sonra olup bitenler beni ilgilendirmiyor, ben Osmanlı’yı, Selçuklu’yu esas alıyorum. Miladi olarak Selçuklu ve Osmanlı kuruluşunu baz alarak buradan bir tefekkür küresi üreten, sanat damarlarını buna göre oluşturan sanatçılar var bir de hayır ben Osmanlı’yı da Selçuklu’yu da reddediyorum, benim için her şey 1923’ten sonrasıdır, öyle olmalıdır diyenler var. Ben ikisine de katılmıyorum 2021 yılından, Orta Asya’da Hindikuş’la Kadırgan dağları arasında ortaya çıktığımız ana kadar hatta onun öncesinde henüz milletlerin dili belli olmadığı dönemlere kadar uzanan süreçler benimdir. Daha yakın bir perspektifle şunu söyleyebilirim; Cumhuriyet de benimdir Osmanlı’da benimdir,  Atatürk de, Fatih Sultan Mehmet de benimdir ve ben bu bakış açısıyla oluşturulan eserlerin daha kapsayıcı, daha evrensel, daha  başarılı olacağını düşünenlerdenim. O yüzden günümüzün çatışmaları, sorunları da benim için ehemmiyet arz eder. Misal, geçmişte 1396 yılında İstanbul’da sıradan birinin başından geçen sıradan bir olay da benim ilgi alanıma girer.

Bir konuşmamızda, eskiden çalıştığınız yayınevinin kapısından çıkarken, ‘’Arkamı dönüp bakardım ve buradan bir kitabım çıkacak mı diye düşünürdüm.’’ demiştiniz. O gün çok etkilenmiştim. Çünkü o sırada Türkiye’nin en iyi yayınevlerinden birinden kitabınız çıkmıştı. Bu başarıyı neye borçlusunuz gibi klişe bir soru sormayacağım. Bunu hayal etmiş miydiniz onu merak ediyorum. İnsan bazen, içinde bir yerlerde istediğinin gerçekleşeceğini bilir ya, siz de biliyor muydunuz bu başarıyı yakalayacağınızı?

Genç yaşlarda hangi yayınevinden kitabım çıkacak, şu yayınevinden kitabımı çıkar mı, burada bir söyleşi yapar mıyım, büyük kalabalıklar beni okur mu, benim de imza kuyruklarım uzayıp gider mi? gibi hülyalara her genç yazar kapılmıştır fakat yaş aldıkça, ilerledikçe, dünyanın ağırlığını hissettikçe bunların geride kalması gereken tatlı yazarlık heyecanları olduğunu fark ediyorsunuz. Bir yerden sonra kitabınızı kimin okuduğu, nasıl karşılandığı gibi kriterler sizin için önemsizleşmeye başlıyor. Eser ve yazar bu ikisi kalıyor. Tabii ki ikisine anlam veren, etkisini kuşatan şey zaman. Ben bir sanatçıyım ve ortaya bir eser koydum, o halde geriye tek bir kriter kalıyor o da zaman. Yazdığım eser elli yıl sonra, yüz yıl sonra okunacak mı? Ben buna inanıyor muyum o önemli. Ödül almışım demek ki iyi yazmışım ve bir karşılık bulmuş gibi yaklaşımlar bana artık doğru gelmiyor. Ödüller tabii ki herkesi olduğu gibi beni de mutlu ediyor ancak daha uzaktan bakmak, sadece yazar-eser-zaman üçgenini önemsemek benim için artık daha önemli.

Bir metni yazmaya nasıl başlarsınız?  Kafanızda önce kurgu, karakter, dil, olay hangisi belirir?

Ben bunu yazacağım, kesinlikle böyle bir şey yazmalıyım diye yola çıkılan, yani bir anlamda zorlama olan metinler bence başarısız olurlar. Mesela moda bir akım vardı bir ara, Mevlana yazmak gibi, herkes Mevlana yazıyordu. Bir ara herkes asker romanları yazıyordu, senaryolar daha çok bunun üzerine kuruluydu. Televizyondaki dizilerde taşra ön plana çıkmıştı, bir ara beyaz yakalılar çok işlendi. Bu geçmiş yıllarda da aşağı yukarı böyleydi. Nitelikli edebiyatın bunlarla bir bağı yoktur yani nitelikli edebiyatın derdi moda olan trend olan konu neyse onun üzerine oturup zorlama bir metin çıkarmak asla değildir, olamaz. Ben şöyle bakıyorum olaya, araştırmayı sevdiğim bazı konular vardır. Mesela Lale Devri İstanbul’udur, mesela İkinci Dünya Savaşı’dır, mesela 1900’lü yıllar Kafkasyası’dır. Öğrencilerime anlatırken, tartışırken birçok konu ve coğrafya işleriz birlikte. Bazen bunların birinde takılıp kalırım. Takıldığım konu ile alakalı bu zamana kadar yazılmış romanları okurum sonrasında içime yazma isteği dolmuşsa oturur onu yazarım. Ya da şöyle de bakabiliriz olaya; kütüphaneniz arkanızda duruyor, canınız bir kitap okumak istiyor okuyacağınız kitabın rengi, tadı, aroması aşağı yukarı kafanızda. Notalarını, kodlarını biliyorsunuz, nasıl bir şey okumanız gerektiğini biliyorsunuz fakat öyle bir kitap olmadığını fark ediyorsunuz. Ben böyle hissettiğimde o zaman oturup bunu kendim yazayım, kendim için yazayım diyorum. Canım şöyle bir kitap okumak istiyorsa o zaman şöyle bir kitap yazmalıyım. Sonrasında eğer beğeniyorsam, iyi olduğundan artık kuşku duymayacak bir noktaya geliyorsam onu sadece kendime saklamak yerine binlerce insanla paylaşmalıyım diyerek yayınevine gönderirim. Evvela dekor önemli benim için yani kurgu bir anlamda. Sonrasında karakterler öne çıkıyor ve bunlara uygun bir dil ritmi tutturuyorum.

İlerlemişken yazmayı bıraktığınız ve dönmeyi düşünmediğiniz bir eseriniz var mı?

Evet yarım bıraktığım yazmaktan vazgeçtiğim çöpe attığım kurgular oldu. Bazları sayıklama şeklinde . Bir an elinize kalem kağıt aldığınız, sonunun nereye gideceğini bilmediğiniz o anki ruh halinize iyi geleceğini düşünerek yazdığınız metinler vardır. Onların zaten yüzde yüzü çöp olur ama 2018 yılında Türkiye’nin içinde bulunduğu sosyal, siyasal, psikolojik durumu anlatmak istediğim bir kurgu vardı ve çok ağır bir kurgu olacağını düşünmüştüm. Eleştirel bir metin olduğunu düşünerek yazmayı bıraktım. Biraz muhafazakar-seküler toplum çatışmasının ön planda olduğu yani günümüz sorunlarının üstünden akan, günümüz sosyal çatışmalarını içeren, günümüz ailelerini, günümüz bireyini anlatan, bir anlamda hepimizin aynalara yansıyan görüntülerinden ziyade sokakta yürürken gördüğümüz, duyduğumuz, yediğimiz, tartıştığımız şeyleri, kısacası çok güncel bir şey yazmaya başlamıştım. Sonrasında onun için henüz erken olduğunu düşündüm. Çünkü olup bitenin içindeyiz şu anda. Sanırım biraz zaman geçmesi gerekiyor, bir on yıl kadar. 

Romanlarınızda karakterlerden birini kayırdığınız olur mu? Sanıyorum Butimar romanında Behzat’ın ilk başlarda ölmesini planlıyordunuz fakat karakter size kafa tutarak kendini yazdırmıştı. Kafa tutan karakter yazılmayı hak eden karakter midir? 

Karakterlerden birini kayırmak olmasa da sizin planlarınızın dışına çıkan karakterler oluyor. Siz sabah uyanıp kahvenizi demleyip bilgisayarınızın veya defterinizin başına geçiyorsunuz fakat karakterleriniz uyanmış mı önemli olan o. Bir karakteriniz uyanmış, bir diğeri uyanmamış olabilir. Böyle durumlarda karakterinizin paşa keyfini beklemeniz gerekebiliyor. Doğru, Butimar romanında Behzat’ın daha önce ölmesini planlamıştım ama Behzat kendine roman içerisinde daha fazla rol vermemi istedi ve ona başında biçtiğim rolden çok daha fazlasını aldı. Şunu da ekleyebilirim, şu ana kadar yazdığım tüm eserler içerisinde benim için en özel olanı hiç şüphesiz ki Uzakların Şarkısı romanımdaki Zencefil karakteridir. Roman çıkalı dört yıl olmuş, Zencefil karakterinden hiç kopamadım. Zencefil hep yaşamaya devam etti benim zihnimdeki yuvasında.

Siz hep, okumak istediğim kitabı yazmaya çalışırım dersiniz. Bu kitabı keşke ben yazsaydım dediğiniz eserler var mı?

Yazarların çoğunun böyle düşündüğü, kıskandığı eserler olmuştur. Bu eseri ben yazsaydım demesem bile, keşke bu kitabın rengini ve kıvamını tutturabilseydim dediğim eserler olmuştur. Elbette Dostoyevski’nin eserleri burada ön plana çıkar. İlk aklıma gelen Dostoyevski gibi yazmak.

 Genellikle her yazarın bir yazma ritüeli var. Bazısı sabahın erken saatlerinde bilgisayarının başına geçiyor, bazısı sabaha kadar uyumuyor. Sizin bir yazma ritüeliniz var mı ? Ve yazabilmek için bir alışkanlık şart mı sizce?

Yazma ritüellerim değişiyor. Eğer seyahat ediyorsam farklı yerlerdeki kafelerde yazıyorum daha çok. Uçakta veya yeşil bir alanda kamp sandalyemde yazdığım oluyor. Ama bir rutin olarak düşünecek olursak, sabah kalkıyorum kahvemi demliyorum uzanıyorum, müzik dinliyorum, bana ilham verecek okumalar yapıyorum ve yazacağım sahneyi düşünüyorum. O sahne ne zaman somutlaşmaya, ete kemiğe bürünmeye başlarsa o zaman bilgisayar başına geçiyorum. Fakat eskiden 2012 ile 2015 yılları arasında daha çok geceleri yazmaya başlayıp sabah kalkardım bilgisayar başından. Sonraları öğleden sonra yazmaya başladım. Yazarken olmazsa olmazım kahve. Bir anlamda yakıtım gibi. Kahve içtikçe yazma menzilim uzuyor diyebilirim. Gürültülü veya sessiz fark etmez her ortamda yazabilirim. 

Son olarak, ruhumuza şifa olacak okuma önerilerinizi bizimle paylaşır mısınız?

Ben hep dünyanın çeşitli yerlerinden okuma önerilerinde bulunurum. İlk söyleyeceğim şey o coğrafyanın en iyi romanlarını okumak gerektiğidir. Vietnam’a ait bir roman mı okuyacaksınız, en iyisini arayıp bulup okumak gerekir. Ama her şeyden önce klasikleri okumak gerekiyor. Klasik deyince bizim aklımıza hemen Dostoyevski, Tolstoy geliyor ama hayır, hem doğu hem batı klasiklerini okumalıyız. Kesinlikle Mesnevi okunmalıdır. Tutiname okunmalıdır. Şirazi’nin Bostan ve Gülistan okunmalıdır. Batıdan ise Boccacio’nun Decameron’u okunmalıdır. Modern klasikleri yayınevleri Dostoyevski ve Tolstoy’dan sonrası olarak sınıflıyorlar genellikle ama bana göre Dostoyevski, Tolstoy, Balzac, Flaubert gibi yazarların zaman dilimi, modern klasik olarak adlandırabilir. Klasik deyince saydıklarım dışında aklıma ilk gelenler; Leyla ile Mecnun, Tormesli Lazarillo ve Nişanlılar.

Çok teşekkür ederim.

Visited 191 times, 1 visit(s) today
Close