Yazar: 11:30 Deneme

İmge’de Düş

üç film/üç masal…

Şiirsel -ya da imgeyi ilk plana alan- sinemayı biz Marcel Carne’den, sonrasında da Andrey Tarkovski’den devraldık. Elbette bu konu ciltler dolusu kitaplara sığmaz. Ancak benim amacım günün sinemasındaki imgesel “ilişkileri” anan birkaç filmi örneklemek. 

Leos Carax’ın onarımda olan bir Paris köprüsünde [Pont-Neuf] bir film çekme projesi; ve de oradaki sefalet mekanına tuhaf bir biçimde sanata bulaşmış insanlar yerleştirmesi. Ve bu insanlar arasındaki ilişkiler…”Les Amants du Pont-Neuf/Köprü Üstü Âşıkları (1991)” acının, yaratımın, aşkın büyülü hallerini sunar bize; Michèle (Juliette Binoche), Alex (Denis Lavant), ve üçüncü figür ikinci plandaki eski bir müze bekçisi…

Orada Freudyen problemlerin ortada olduğu mekânda da bir sevda kokusu çıkar ortaya. Aşkı uğruna metroyu ateşe veren (eski bir sirk cambazı) bir adam. Yaşadığı aşk acısını yenmek için sokağa düşen; günden güne körleşmekte olan ‘üst sınıftan’ ressam bir kız. Yaşamın adaletsizliği sonucu kendini sulara bırakan başka bir figür. Ve de filmin finali: acılardan mutlu son çıkarma arzusunun yeşermesi… İmgenin hep umut ve güzellik taşıması gerekmiyor, acının şiiri de bizi kendine çeker bu filmde.

Diğer imgesel öykü bir Frank Whaley filmi: “Like Sunday Like Rain/ Yağmurlu Bir Pazar(2014)” Erkek arkadaşıyla sorun yaşayan, üstelik işinden de kovulan Eleanor (Leighton Meester) şans eseri geçici bir bakıcılık işi bulur. Lüksün en uç noktalarda yaşandığı bir köşkte, on iki yaşında bir çocuğun bakımını üstlenecektir. Annesinin de evden uzak olduğu bu sürede, ilgileneceği çocuğun aslında ‘normal bir çocuk olmadığını’ anlamasıyla ortaya çıkan çelişkiler, zamanla Eleanor’ı bir başka ‘bakış iklimlerine’ taşıyacaktır. Bir kere Reggie, (Julian Shatkin) yapayalnız hayatında çocukluk aşamasını çoktan geçmiştir. Çello dâhisi, edebiyat kurdu ve de matematik zekâsı üst düzey olan bu çocuğun, bu yetenekleri onu çoktan ‘yetişkin bir ruha’ ulaştırmıştır. Eleanor’ın, hayatı ve sanatı erken keşfetmiş böylesine zeki bir çocukla baş etmesi ilk aşamada zorluklar getirecektir. Ancak zamanla ‘müzik gibi ortak bir alanlarının olmasının da yardımıyla’ bu ikili arasında bir çizgidışı dostluk oluşacaktır. Gün gün ilerleyen bu gizemli dostluk, Eleanor’ın bakıcılık görevinin bittiği gün, sonunda tıpkı iki sevgilinin zorunlu ayrılığı gibi acı bir vedaya dönüşür. Sevebilen ve şiirlerle iç içe Reggie, ayrılık sahnesinde bu yakın dostuna “önceden çok konuşma planladığını, ama bu ayrılık anında söyleyecek bir söz söylemekten aciz olduğunu” belirtir. Dili tutulmuştur âdeta. Simetrik bir kamera açısının loş bir ortamdaki pencere ışığında kurgulandığı veda sahnesinde, bu ikili son kez birbirlerine sarılır. Eleanor, diz çökerek sarıldığı bu çocukta belki de bütün kayıplarının yaralarıyla yüzleşmiştir; ve bu da pek çok sevgi türünün birleşmesinden oluşmuştur. Reggie, bu dahi çocuk ise, bir anneden, hatta sevgiliden ayrılır gibi yaralıdır. Genç kız, dudaklarına bir minik veda öpücüğü de dokundurduğu bu sıradışı çocukta platonik bir sevginin de izlerini yakalamış mıdır, bu da izleyicinin beynine bırakılmış zarif bir soru. Finalde, bu yarayı estetikle ifade etme arzusuyla, birbirlerinden uzakta, ama farklı enstrümanları, “birbirlerini hissederek” aynı anda çaldıkları müziksel bir düetle bir sevgi ve matem gösterisi gerçekleşir. Bu da filmin en görkemli sahnesi olarak belleklerde yer alacaktır. Ve sinema koltuğundan kalkan herkes kendisine şu soruyu soracaktır belki de:

“Sevgi bu muydu?” Ya da bu tuhaf ama bir o kadar da zarif ilişkinin içinde “aşk da var mıydı?”

….

Bugün değineceğimiz son film, Claude Sautet’nin unutulmazlarından “Hayat Bağları/Les Choses de la Vie (1970) Unutulmaz repliklerle bezeli Michel Piccoli-Romy Schneider şöleni: “Sana bakıyorum ve ağlamak istiyorum; yoruldum, seni sevmekten yoruldum”. Harika bir aşkın aslında olağan gel-gitleri. Pierre, bu sözleri ve gözüyaşlı Helene’i geride bırakarak bir gece yarısı basar gaza; geçmişin anıları, durmadan tüten sigara, kararsızlıklar…

Sonra bir trafik kazası sonrası kaza yerinde bilinçsiz olarak ambulans beklerken, geçmişi, hayatı, ölümü bir rüya gibi yaşar, hisseder. Bitmekte olan bir hayatın o anlarına Dostoyevski bakışıyla bakan bir kamera; psikanalizi yaya bırakan bir ruh tahlili…Sautet bunu hep yapıyor: 1992 yapımı “Un Coeur en Hiver/Ayazda Bir Yürek” ya da yine aşkın karmaşık yüzünü araştıran bir tarzla Nelly ve Mösyö Annaud vb…

Sinemadaki aşk imgesine birbiriyle uyarlı olmayan üç farklı yapıtla değinmeye çalıştık, bu sayı üç bin de olabilirdi. Aykırı ve farklı örnekler seçtik; sivri uçların etkin olduğu yapıtlar duyarlı gönüller için caziptir.

Editör: Melike Kara

Ahmet Özbek
Latest posts by Ahmet Özbek (see all)
Visited 20 times, 1 visit(s) today
Close