Yazar: 12:19 Öykü

Görselden Öyküye İlk Üç Öykü

19 Kasım 2022’de Instagram sayfamızda duyurduğumuz “Görselden Öyküye” isimli öykü yarışmasına on altı öykü yazarı katılmıştır. Gelen öyküleri Hatice Akalın, Melike Kara ve Mete Karagöl dergimiz adına değerlendirmiştir, buna göre Gülden Gevher Öz’ün yazdığı Son Fotoğraf: Adımız Neydi Bizim isimli öykü birinci seçilmiştir. Sitaye Sarayönlü’nün Beşinci Taş isimli öyküsü ikinci olurken, Mehtap Sağocak’ın Dört Kardeş isimli öyküsü üçüncü olmuştur.

SON FOTOĞRAF: ADIMIZ NEYDİ BİZİM?

Gülden Gevher Öz

Dört kişiydik. Sahilde kıpırtısız, mesafeli, öylece yan yana duran dört kişiydik. Dört yalnız kişiydik. Dört kişi olduğunu sanan çok yalnız tek kişilerdik. Tüm kusurlarımızı, güneşi karşımıza alıp gölge boyumuzu gövdemize katmaya çalışarak saklamak isteyen, büyük görünmeye hevesli kişilerdik. Dört kişi değildik. Kişi de sayılmazdık hatta… Tektik, vardık, çamurduk, kişi değildik…

Dalgaların suratımıza çarpıp tüm ahlaksızlıklarımız için bizi sertçe şamarlamasını, suyun bizi arındırmasını, kutsal vaftizi, tövbe abdestini bekleyen dört çamur şeydik. Çamurduk. Salt yaradılış hammaddesi olarak değil elbet; mecazi bir sıfat olan haliyle de pek çamurduk.

Sol baştan saysam bizi, o en bodur olan benim: Beç. Gerçek adımı unuttum. Yanımdakiler sırasıyla Âmâ, Ahraz ve Lâl. Kadraja bu kadar sığdığımıza bakmayın, ardımız ne Sakinler ne Ahnıtlarla dolu… Vaktiyle Makbul Sükûtiler Klanının en değerli üyeleriydik. İtaatkârdık, sebatkârdık; görmez, duymaz, bilmezdik. Bu yüzden kuru-küçük kum taneleriyken sulandırılıp şekillendirildik. İki top halinde sıkıştırılıp dikeltildik. Kendimizle gurur duyduk, coşkuyla ağlamak istedik; ardımızda biz gibi duran binlercesi vardı ve biz en öndeydik!

Kumken çamur olunca, çamurluğun hakkını layıkıyla verme günlerinde, çamurluğun hakkını layıkıyla verdik. Günler geçti, biz sevindik; kum kalmakta ısrar edenlerin kürenişini, onları kınayan bakışlarla izledik. Şekil değiştirmeye çalışanlar oldu zamanla; düzeni, sırayı bozmaya çalışanlar… Mesafeyi daraltmayı deneyenler, üç top kat olmak isteyenler… Hepsi ya çiğnenip ya sulandırılıp yok edildiler…

İşte biz kalmıştık. Vardık, buradaydık hatta en güzeli en öndeydik! Derken bir ses duyuldu. Gökyüzü aydınlandı. Yer titremeye, sarsılmaya, sonra çalkalanarak sallanmaya başladı. Bir süre sonra uzaktan, ufuktan kabararak bize doğru gelen azgın, coşkun bir dalga gördük. Vardık, buradaydık, en öndeydik…

Dalganın tüm heybetiyle bize yaklaştığı o kısacık sürede, bir an için, birbirimize korku, utanç ve hayretle baktık. Olmaktan gurur duyduğumuz şey; olmak için çabaladığımız, çamurlaştığımız şey; bizim biricik gerçekliğimiz, heybetimiz, dimdikliğimiz, tüm varlığımız az sonra yok olacaktı. Olmakla ilgili her şeyi kaybetmemiz bir an meselesiydi sadece. O anın bizi bulacağını hiç düşünmemiştik. Bizi bulmasına ramak kaldığında ise ânı büküp ağdalandırıp uzatarak günah çıkarmak, arınmak, pişmanlığın kurtarıcılığı ümidine sığınmak istemiştik. En çok, bunun bizim de başımıza gelebileceğine inanmak için vakte ihtiyacımız vardı. Nitekim an epeyce uzadı. Zaman göreceliymiş ve bir dalga kat ettiği yolu bilinç zamanının hız ile çarpımıyla almaktaymış…

Dalgaların suratımıza çarpıp tüm ahlaksızlıklarımız için bizi sertçe şamarlamasını, suyun bizi arındırmasını, kutsal vaftizi, tövbe abdestini bekleyen dört çamur şeydik. Çamurduk. Salt yaradılış hammaddesi olarak değil elbet; mecazî bir sıfat olan haliyle de pek çamurduk. Vardık, buradaydık, çamurduk, kişi değildik, en öndeydik…

Tüm şiddeti ile gelen suyla ilk karşılaştığımız an, onun, olduğumuz hali yitirmemiz ile hiç ilgilenmediğini fark ettik. Her şey bittikten uzun zaman sonra güneşte kurumuş minik kum tanecikleriydik. Bir daha çamurlaşmayı hiç istemedik. Gerçek adımızı hiç öğrenemedik.


BEŞİNCİ TAŞ

Sitare Kanşay Sarayönlü

Su yaşam, hava ölüm. Gökle deniz arasında, ufkun belli belirsiz çizgisinde salınan yelkenliler gibi varlıkla yokluk arasında bir yerdeyim. İçimde iyot kokulu nefesimin, hatta şu sert güz yelinin dahi çözmekte naçar kaldığı bir ağırlıkla soğuk kumlara serilmişim.  Bir anda çocuk sesleri… Sahile doğru köpürerek taşan dalgaları kıskandıran bir coşkuyla, kumların üzerinde tuhaf izler bırakarak bir o yana bir bu yana koşturuyorlar. En küçüğü oklava boyunda üç çocuğun cıvıltısı, koca sahilin ıssızlığını hafifletiveriyor. Kardeşler mi, kim bilir?

Eşeledikçe nemlenen kumlarla oyalanırken; bir yandan da kupkuru, kısa, öznesiz tümcelerin başlangıcı ne zamandı diye düşünüyorum. Ya eşikten başı öne eğik eve girişlerin? Yetim bir çocuk gibi ortalıkta kalıveren akşam sofralarının miladı neydi? Gecenin gölgesi, tek başıma karşıladığım ilk meymenetsiz gün doğumuna düşeli bir yılı geçti mi? Çocukları seçebiliyorum şimdi. Yaklaştıkça güneşin ışıltısından, gerçeğin acımasızlığına teslim olduklarında. Çıt diye kırılıverecekmiş gibi ince bileklerini, çıplak ayaklarını, üstlerine ya büyük ya da küçük gelen yoksul, mevsimsiz giyimlerini. İkisi erkek, biri kız. 

Tekil yalnızlıklarımıza üçüncü bir kişi eklenmemiş olsaydı çözebilir miydik bu denklemi?  İki yanlıştan bir doğru çıkarır mıydık? Ne var ki çabalamak için geç artık. Seni, belinden kavradığın o ufak tefek kızın saçlarını koklarken görünce başıma vurdu eksilmişliğim. Bana bir kez dahi öyle sarılmamış olman.  Kokunla kendimden geçen ben oldum hep. Hâlâ da kendime gelemedim. Mavilikte salınan yelkenliler için şu sadece sahilde bir noktayım ben. Ya senin için?

Zembereğinden boşalmış serkeş saatler gibi koşan oğlanların gerisinde kalan sekiz yaşlarındaki çelimsiz kız çocuğu sessiz. Oysa toza bulanmış al yanaklarından ırmaklar çağlıyor. Onu avutmaya dahi mecalim yok. İzlemekle yetiniyorum.  “Bekleyin,” diye sızlanıyor kız ama duyan kim? Bir anda dalgalı saçlarını tepesinde kuş yuvası gibi toplamış, zayıf, esmer bir kadın çıkıveriyor ortaya. Yüzünü seçemiyorsam da bir yerlerden tanıdık sanki.  “Yalnız kalmaya alışacaksın,” diyor sertçe. Kız susar gibi olunca, “Ben alıştım baban gittiğinden beri. Giden geri gelmiyor, gelmeyecek de. Kafana sok bunu,” diye ekliyor. Bu kez avazı çıktığınca bağırarak ağlıyor kız. 

Seni annemle tanıştırmaya götürdüğüm o ilkyaz gününü hatırlar mısın? El ele verip gitmiştik hani. Annem kıvırcık, siyah saçlarını omuzlarına bırakmıştı o gün. “Ne hoş kadınmış,” demiştin hatta. Çıkarken “Canın bir şeye mi sıkıldı,” diye sormuştun da ısrarla yok bir şey, demiştim. Annemin “Kendini fazla kaptırma elin adamına. Erkek dediğin kuş misali,” dediğini söyleyecektim de ne olacaktı. Hem sonunda haklı çıkmadı mı?

Kadın küçük kızın başını okşuyor. Epey uzakta olsalar da, “Ağlama,” diye fısıldadığını duyuyorum. “Giderlerse gitsinler. Yeni bir hikâye başlar en fazla,” diyor kadın.  Siyah gözlerinden taşan iki damla gözyaşını bu mesafeden görmem de tuhaf doğrusu!

Güneş suyun içinde eriyip yiterken uzaklarda bir yerlerde gün başlıyor.  Buradan yine doğsun diye sonlanacak bir gün. Sonsuz kez tekrarlanacak döngü.  Günbatımında, kızıl alevler gibi kıyıya yaklaşmakta olan yelkenliler gözümü alıyor. Gözlerimi tekrar açtığımda sahil bomboş. Ne haylaz oğlanlarla küçük kız, ne de esmer kadın. Sadece az ötede yan yana dizilmiş dört taş ile kuma düşen gölgeleri. Bir de ben.  Keşke sen de olsan.  O kıza sarıldığın gibi sarılsan bana.  Sen yoksan, beşinci taş olarak şuracıkta dikilsem de fark etmez!


DÖRT KARDEŞ

A. Mehtap Sağocak

Islak kumdaki adımlarımın izleri kıyıya vuran minik dalgaların altında silinip gidiyor. Denizin üzerinde oynaşan ışık pırıltıları kan çanağına dönmüş gözlerimi acıtıyor. Tenime değen eylül ikindisi yanan yüreğimi serinletmekten aciz. Yürüyüşüme eşlik eden gölgem, oyunbaz çocukluğumun hatıralarını canlandırırken, denizdeki bir iki balıkçı teknesini, kumda oynayan çocukları, yürüyüş yapan yaşlı çifti buğulu bir sis perdesinin ardına itiyor. Andan kopuğum, uzak geçmişte özlemle geziniyor zihnim.

 Bir zamanlar evin en küçüğü olmak çok eğlenceliydi. Anne babamın beklemediği orta yaş sürpriziydim ben. Ağabeylerimin ve ablamın ardından epey sonra aileye katılan dört numara. Sevilip şımartılan, küçük prenses.

Beynimdeki sesler o kadar tanıdık ve can yakıcı ki… 

“İşte çikolatan prenses. Al bakalım, en sevdiğinden.” İşten dönüşünü hevesle beklediğim Ahmet ağabeyimi kapıda karşılıyor, boynuna atılıyorum. Cebinden çıkarttığı paketi gülümseyerek verirken, yanağımdan kesme alıyor. “Ama böyle her gün çikolata yersen, dişlerin çürür, bilesin. “ Sesi şefkatli, bakışları hüzünlü, elleri sert. Babam gibi.

Ayna karşısında yüzümü gözümü boyaya bulamış halimle ablama yakalandığım an canlanıveriyor zihnimde. “Yine maskaraya çevirmişsin kendini be ablam. Sen daha küçüksün makyaj için. Ver onları bana bakayım. Büyüdüğünde söz veriyorum, en pembesinden rujunu ben alacağım sana, anlaştık mı?” Güzeller güzeli Selma ablam sürmeli ela gözlerini sabırsızca kırpıştırıp, -şimdilerde olmayan- kumral bukleli saçlarımı okşuyor. Teninden yayılan gül kokusunu duyumsuyorum. Burnumun direği sızlıyor. Toprağına pembe güller ektim ya bugün. Ellerim de kalbim gibi yara bere.

“Hadi ama ağlamak yok ufaklık. Atla sırtıma kaçırayım seni annemin terliğinden. Hazır mısın uçmaya, sıkı tutun, bir ikiii, üç!” Neşeli sesiyle küçük yaramaz kardeşi sevince boğan, yüreğine su serpen o uçarı delikanlının sesi kulağımda. Denizdeki yakamozdan muzipçe göz kırpıyor sanki o an bana. Ah benim Aydın Ağabeyim! Ona benzeyeni aradım galiba ömrümde, ama nafile. Ellisini geçmiş yalnız bir kadınım işte.

Beynimdeki seslerin tonu değişiyor birden. Ağlayışlar, hıçkırıklar ve sonrası kederli bir sessizlik. Babam o melun hastalıktan öldüğünde lisedeydim ben. Otuzuma gelmeden annemi, kırklarımda art arda ağabeylerimi ve birkaç gün önce de ablamı toprağa verdim. En küçük olmanın eğlenceli olmadığını mezarlıklarda öğrendim.

Yürüdüğüm sahil şeridinin bir kayalıkla son bulduğunu fark ediyorum. Âna dönüyorum. Gün batmaya yüz tutmuş, dönüş yolum ıssız. Ne balıkçı teknesi kalmış, ne yürüyenler, ne oynayan çocuklar.

Birkaç adım ötede kumsalda dört karaltı fark ediyorum. Gözlerimi kısarak ayırt etmeye çalışıyorum. Yan yana sıralanmış, kumdan insan figürleri görüyorum, gölgeleri kendilerinden büyük. Uçsuz bucaksız denizi, batan güneşi, geçen yılları, kahkahalı çocukluk günlerini, acılı ayrılıkları ve izleri silinmeyen hatıraları selamlayan dört kardeş bunlar. Ölümden gayrı hiç bir şeyin, zamanın, mesafelerin, başka insanların,  türlü olayların asla koparamadığı dört kardeş. Omuz omuza dizilmişler. Bulduğum bir taşla isimlerini yazıyorum kuma bir bir, dokunmaya korkarak. Ve sürüyüp yorgun adımlarımı, uzaklaşıyorum sahilden, ağlayarak.

Visited 10 times, 1 visit(s) today
Close