Gözlerimin içine bakıyor. İçine… Ne görüyor? Bir an göremesin diye gözlerimi kapatıyorum. 

Bir sağa bir sola koşuşturuyorum. Yakınlaşan öfkeli bağırışlardan, yeri delen ayak seslerinden daha da hızlanıp uzaklaşıyorum. Etrafımı net bir şekilde görebildiğim dumansız dar sokaklardan birinden oldukça geniş bir alana çıkıyorum. Nefes nefese, gözlerim yanarak etrafa bakınıyorum. Gördüğüm hiçbir şey tanıdık değil. Karşımda tek tip giyinmiş yüzlerce insan var. Her birinin yüzlerinde maskeler. Maskelerde nefretle bakan tanıdık bir adamın yüzü. Hepsi aynı cümlelerle konuşuyorlar. Sanki o adama tapıyorlar gibi ritüeller yapıyorlar. Tapıyorlar da. 

Bu kalabalık benim kalabalığım değil. Kendi kalabalığımı aramak için yönümü değiştiriyorum. Tanıdık bir kız sesi işitiyorum. Sese doğru yürüsem de ses asla bir vücuda bürünmüyor. Gittikçe daha melodik olup bir şarkıya dönüşüveriyor. Şarkıyı hemen anımsıyorum. İlk dansımın şarkısı. On üçüncü doğum günüm. Deniz’in elinde elim terliyor. Gözlerim gözlerinden kaçıyor. Narin elleriyle saçlarımı okşuyor. Şarkıyı mırıldanan dudaklarına ilk ne zaman değebileceğimi düşünüp o anın mutlu hayalini kuruyorum. İyice heyecanlanıyorum. Koşar adımlarla arıyorum şimdi sesi. Hâlâ sese dair bir vücut yok.

“Uyuma saygısızlığında bulunmuyorsun değil mi?” diye bir cümle kurarak bozuyor uzak ıssızlığımı. Açılan gözlerimden derinlerime inmeye çalışıyor gözleri. Çok fazla derinlere inerse saplanıp kalacağını bilmiyor. Susuyorum. Konuşuyor. İçimdeki yangını göremeyeceğine eminim. Alev alev değil, sinsi sinsi yanıyorum. Alevsiz yanmalar zehirler insanı. Zehirleniyorum fakat ölmüyorum. Zehirleniyorum. 

Anne ve babası ayrı olan çocukların ileride anormal davranışlar sergilemesi olağanmış. Normal bir birey olmakta zorlanıyorlarmış. İşte çözüverdi bendeki arızayı, ilki hastanedeki soğuk odama teşrif ederek olmak üzere iki seansta. Şimdi eline birkaç alet alıp her şeyi düzeltecek. Normallik ayarlarımı tekrar devreye sokacak. Normal insan: Yönetenler ne düşünüyorsa, ne yapıyorsa normal. Gerisi için TOMA’lar var. 

Kaosa dönmüş sıkışık trafikte yavaş yavaş ilerlerken düşünceler ve gözler sıklıkla benim üzerimde. Annem, dayım, yengem… Dayım direksiyonda. Annem dayımın yanında. Yengemse hemen dibimde. Sanki yakın korumam tayin etmiş kendini. Belki de geçmişinden izler görüyor bende. Anlasa da “Anlıyorum.” diyemediğinden yakınlığını ancak böyle belli ediyor. Bilmediğimi sansa da biliyorum. Yüzünde, sırtında, karnında patlayan postalları. Hak ararken plastik mermilerden, gazlardan kaçışını, yerlerde sürüklenişini, günlerce demir parmaklıklar içinde uğradığı hakaretleri, tacizleri.

Yengemin nefesi yüzümün etrafında salınırken ben, sürekli cama çarpan kelebeği izliyorum. Birden kızıyorum kendime niye camı açmıyorum diye. Düğmeye basıyorum. Düğmeye bastığım için cam açılıyor. Siyah benekli beyaz kelebek hızla karışıyor bahar olduğunu unutan sisli soğuk havaya. 

Düğmeye tekrar basmadığım için araba az da olsa soğuyor. Dayımın parmağı kapatıyor camı. Sormuyor bile. “Üşütmeyelim şimdi.” diyor. Günlerdir hasret kalmışım havaya ama anlamıyor işte. Gözlerimle gülüp başımı sallıyorum. Dayımla göz göze geldiğimizde anlıyorum her şeyi. Yengeme kurduğu kendince güvenli barikatların birer birer bana da kurulacağını. Vazgeçirmekteki başarısına çok güvenen bir duruşu var, dikiz aynasında gördüğüm yüzünde. 

Siteye girerken arabayı tanıyan otomatik bariyer kendiliğinden açılıyor. Güvenlik kulübesindeki iki çift göz merakla beni takip ediyor. Belki de hayalleri olan polisliği üzerimde uygulamanın geyiğini yapıyorlar aralarında. Hippi görünüşü yüzünden taktıklarını düşündüğüm can ciğer arkadaşımı, kardeşten öte dostum olduğunu defalarca söylememe rağmen içeri almada zorluk çıkardıklarından ettiğimiz tartışmanın hesabını sormak istiyorlar belki de. İki sene önce içlerinde dayımın da olduğu sekiz dokuz kişilik korunma sevdalısının eseri bu güvenlikler. Bu zamanda şartmış, olmazsa olmazmış.

Arabadan indiğimde gözler bendeki mucizevi tavırlara takılı. Mucize diye adlandırdıkları şey sadece sessizliğim. “Düzeldi, düzeliyor, düzelecek, pırlanta gibi delikanlı olacak. Zaten pırlanta benim oğlum, yanlış yola sapmıştı ama artık düzeldi.” daha yığınla benzer cümleler… Annem çok mutlu, çok umutlu. Dayımsa etrafıma öreceği barikatların boyunu hesaplıyor muhtemelen. 

Apartmana girerken birkaç meraklı göz çöküyor annemle dayımın üzerine. Benim aldırdığım yok. Yengemin de yok. Elimi tutuyor sıkıca. Kısa bir zaman sonra uzun uzun konuşacağımızı hissediyorum. Belki de yerdeyken postallardan, coplardan en iyi korunma pozisyonunu anlatacak bana, başımdaki dikişlere baka baka. Ya da vazgeç diyecek kendi gibi. İşte öyle bir şey derse susacağız uzun uzun. 

Hiç yanlarında durmadan okul, hapis ve birkaç günlük hastane hayatım yüzünden aylardır uzak kaldığım odama geçiyorum. Mavi renk pijamalarım yıkanıp katlanmış şekilde yatağımın üzerinde. Hızla göz atıyorum odama. Her şey yerli yerinde. Ben de varlığımla eksiği tamamlıyorum. Sidik kokulu, örümcek ağlarıyla örülü, farelerin cirit attığı ışıksız hücrelerde şu an kimlerin olduğunu düşünüyorum. Kimsesizlikten kendimle konuştuğum anları. Ama içeride dayımla annemin kısık sesle neler konuştuklarını hiç merak etmiyorum. Ne olduğunu biliyorum çünkü. Tekrar okula dönebilmem için araya sokulabilecek herkes araya sokulacak. “Son bir yılı” denecek. Hakkımda bir sürü sözler verilecek. Annem gözyaşı dökecek. Sel olacak taşacak ve ben içinde boğulacağım. Tazyikli sularda yüzmeyi öğrenebildim de anne gözyaşlarının içinde yüzemiyorum çünkü. 

Bir ayağı yurtdışında genellikle de bol paralı, bol petrollü, bol kutsal topraklı Arap ülkelerinde olan babam bir sürü toplantının arasında rektörü arayıp kendi hayatına sürülecek bir lekeden kurtulabilmek için paranın gücünü kullanacak belki de. “Başına buyruk hareket edemezsin. Kimin oğlu olduğunu unutma lan!” diyecek ama kendisi yıllar önce babalığını unuttuğunun farkına varamayacak. Burada dayımın hiç vakit kaybetmeden ayarladığı psikoloğun anne baba ayrımından doğan sonuç hakkındaki çıkarımı acaba doğru mu diye düşünüyorum. Hatırlamaya çalışıyorum. Bulamıyorum annemle babam ayrıldıktan sonra üzüldüğüm bir anı. Babamın isteğiyle çok sevdiği öğretmenliği bile bırakmış annem adına çok sevindiğimi hatırlıyorum sadece.

Bir de şunu hatırlıyorum. “Bu ülke yıllarca Arap olmadığını anlatmaya çalıştı batıya, başaramadığından Arap olmaya karar verdi sayenizde.” diyorum babama, telefonda Arap ortağıyla tercümansız birkaç kelime Arapça konuşup kahkahalar içinde telefonu kapattıktan sonra. Yüzüme nefretle bakıyor. Vurmak için yumruğunu sallıyor da hareketsiz durmama rağmen sıyırıyor yüzümü. Siktiri çekiyor, baba şirketindeki ona göre çok büyük şans, bana göre zoraki olan stajımın ilk gününde. Ofisinden keyifle çıktığımı da hatırlıyorum.

Pencereye yanaşıp kavurucu sıcaklarda gövdesinde Deniz’le birlikte serinlediğimiz söğüdün yerini bulmaya çalışıyor gözlerim alışkanlıkla. İnşaat alanına yığılmış malzemelerle çok zorlaşıyor “işte buradaydı” diyemiyorum. Oysa on üç yaşımın yaz tatilinde sabahları uyandığımda ilk oraya bakardım. Çoğunlukla Deniz’i, söğüdün dibinde kitap okurken görür ve heyecanla dışarı fırlardım. Hazırladığı börekli, omletli kahvaltı tepsisiyle söylene söylene gelirdi annem. Sonra ikimize bakar gülmeden duramazdı. Gülerdik bolca. Deniz’in annesi Ayfer Teyze sonra birkaç komşu, birkaç komşu daha sonra tanıdık tanımadık kişilerle çoğaldıkça çoğalır şenlikli bir pikniğe dönüşürdük. Söğüdün kesildiği sırada, Deniz’le omuz omuza bazen göz göze bazen el ele beş altı saatlik uzaklıktaki başkentte finansal yönetim dersindeymişiz. Çocukluk anılarımızdan büyük bir parçanın yok edildiğinden habersiz, paranın gücü üzerine hesaplar öğrenirken. 

Pencereyi açıyorum. Annem de aynı anda kapıyı… Yavaşça yaklaşıp sıkıca sarıyor beni. Dönüp bakamıyorum yüzüne. Ağlamaktan kurumuş gözlerinde yalvarır bir ifade olduğundan eminim çünkü. Yıllardır “Özgür, Özgürüm, Özgürcüğüm…” diye seslendiği oğluna bolca “Dinsiz, komünist.” diye seslenmelerinin yüzüne yerleşmiş derin acısıyla da karşılaşmak geriyor beni. Bir süre öylece kalıyoruz. Annemin, beni sıkıca saran kolları, tüm bedenimi kaplayan kırılmaz kopmaz kalın zincirler gibi hissettiriyor. Hiçbir şey demeden aslında çok şeyler söyleyerek çıkıyor odadan. Kapı tekrar açılıyor. Annemin bıraktığı bedenimi tanıdık başka kollar sarıyor bu sefer. Dönemiyorum yüzümü. Dönersem, yerde kanlar içinde yatan Deniz’in ambulansa apar topar atılışını göreceğimi biliyorum. Deniz’e ulaşma çabalarımın sonuçsuz kalması bin kez daha kahredecek beni. Çabucak memleketine gönderilen tabutunun içine girmek isteyeceğimi biliyorum. 

Sol yumruklarımız havada, yenen yüzlerce hakkımızı arayan sloganlarla; yan yana, omuz omuza yürürken üzerimize dönen TOMA’lardan kaçarken bir lastiğin tonlarca ağırlığının üzerine çöküşünü göreceğim. Ne silahlar ne yaralayıcı bir şeyler var ellerimizde. Bir tek sloganlarımız bir tek yenen haklarımız.

Altmış sekiz gündür beklediğim izin verilirse yürünür elbet. Sırtında bir çanta. Çantada fazlasını kabul etmediğin birkaç günlük yiyecekle, su. Ülkenin her bir köşesi yılmaz bir gezgin gibi yürünür elbet. Sırtında anne gözyaşlarının ağırlığı, önünde dayı barikatlarının yüksekliği olmasa çok daha rahat yürünür de şartlara boyun eğmeyip, direnmek gerek. Bulana kadar ülkenin her bir köşesini dolaşmak gerek. 

Hiç değilse, içlerinde Deniz’inki de olan mezarlarda bulunur haklarımız. 

Erdal Turt
Latest posts by Erdal Turt (see all)
Visited 4 times, 1 visit(s) today
Close