Yazar: 13:35 Öykü

Fenol

Tepesindeki sönük ampulü, siyah plakasıyla iki yeşil arabanın hazır beklediği bir arka bahçedeyim. Betondan vuran ayaz ellerimi kesiyor. Çaresizlikten nefesim tıkanıyor. Güneş, betondan geriye kalan küçücük bir alanda köklenmiş kavak ağaçlarının arasından, ısrarla ışıksız gözlerimin içine giriyor. Kafamı kaldırıp gökyüzüne doğru geniş nefesler almaya çalışıyorum. Rüzgâr hangi yönden eserse essin, çevredeki binaların bacalarından çıkan dumanları kurşun gibi üzerime üflüyor. Gökyüzü yeryüzüne daha yakın olabilir mi bu bahçede?

O dar koridordan arka bahçeye açılan kapıdan adım atan herkes için, kuralmış gibi çömelmişim. Yerler sahipsiz izmarit dolu; kalın, ince, yarım bırakılmış, yanmış, sönmüş, sarma, filtreli… Sönmemiş, henüz atılmış olana uzanıyorum. Samsun sigarası, yazısı bile duruyor kenarında. Bir kadın içmiş. Kırmızı rujun lekesi duruyor. İnsan ölüsünü sahiplenmeye gelirken ruj mu sürer? Demek sürülüyor. Gayriihtiyari elimi dudaklarıma götürüyorum. Kupkuru. Ayazla yer yer çatlamış. Kan sızıyor çatlaklardan incecik.

O arka bahçede elimde Samsun sigarası izmaritiyle çömelmiş, evrakların gelmesini beklerken belediye otobüsünün ani frenine irkiliyorum. Bir çığlık bekliyorum arkasından ya da belki acı bir fren sesinin ardından sokağa düşecek yorgun metal sesleri. Gelmiyor. Az önce indiğim o durakta bekleyen insanların itiş kakış homurtuları sabah mesaisine karışıyor. Körüklü bir otobüs -kırmızılardan- kalkarken çıkardığı tıslamayı duyuyorum. Kent uyanıyor demek. Memurların mütevazı ayakkabılarının sesleri dağılıyor.  Sabahın ayazında gökyüzüne duraktaki otobüsün siyah dumanı yükseliyor. Numune durağı şimdi boşalıyor. Arkamdaki kapının sesiyle irkiliyorum.

 Uzun koridorun sonundaki kapı yine açılıyor. Kapı açıldıkça bahçeye fenol kokusu yayılıyor. Ağlayan bir adam. Hıçkırarak ağlıyor. Utanıyorum. Adam ağlıyor ben utanıyorum. Başım yerde, gözlerim izmaritlerde. Dizlerimde ağırlık, çömelmekten. Arkamdaki beton duvara dayanıyor adam. Başka yer yok sanki. Hıçkırıkları ciğerime yayılıyor. “Sus artık,” diye bağırmak istiyorum. “Sus!” Tanımadığım bir adamın hıçkırığında canım nasıl yanıyor. İnsan insanın yanında çaresiz kaldığında hala yaşamda olduğunu hatırlatacak şeyler yapıyor: Aksırıyor, tıksırıyor, burnunu çekiyor ama çığlık atmıyor, öyle değil mi?  Bir el değiyor sırtıma. Sesten önce yine fenol kokusu geliyor. Kafamı çeviriyorum. Elindeki metal tepside dizili karton bardakları görüyorum. Sonra bu bahçenin kederinden kararmış yüzünü.

“İç evladım, için ısınsın,” diyor çayın buharının ardından, yüzündeki bilindik ifadeyi saklamadan. Adam hala hıçkırıyor. Elindeki tepsiyle dikilen adama bakıyorum. Sus diyor parmaklarıyla. Başka bir çığlık, bütün sesleri kesiyor. Uzun koridorun sonundaki arka bahçeye çıkan kapı bir kez daha açılıyor. Bu kez uzayan bir çığlıkla bir kadın betona yığılıyor. Metal tepsili adam kayboluyor. Uzaklardaki Allah-u Ekber sesleri birbirine karışıyor. Yerdeki kadın ayılıyor.  Siyah plakalı yeşil araçlardan birinin çalıştığını duyuyorum. Mesailer başlıyor. Burası bir arka bahçe. Bir devlet hastanesinin çok uzun, bakımsız, dar koridorundan dışarıya çıkınca seni karşılayan bir arka bahçe. Ezan bitiyor.

II

Yürüyoruz. Ben önde o arkamda. Acele gelmiş gibi buraya. Kız başına üstelik. Yok mu bir adam yanında? Gencecik kızları ne diye yollarlar bu işlere? Sanki çiçek seçecek dükkândan. Gözlerime bakıp duruyor. Rahatsızım. Yol uzun geliyor şimdi ona, oysaki ben bir günde

-şanslı bir gündeysek- en az on defa gidip geliyorum bu koridoru. Önde hep ben yürüyorum. Kapının önüne gelince atılan çığlıklara göre anlıyorum: Sıralı mı, sırasız mı? Bazen yoldayken de tutturabiliyorum. Bayılanlar mı, yok ben yapamayacağım diye dönenler mi, neler görüyorum. Hele bir tanesi var hiç unutmam, bana tarif ettirdi. Ölüyü tarif etmek zor değil, üzülür diye söylemediğim şeyler oluyor. Allah günah yazmasın.

Borulardan gelen sesleri soruyor. Ben konuşmam kimseyle. Hem günah hem ayıp. Radyoloji katından sonra boş bir kat vardır. Orada buluşuruz yakınlarıyla, sonra bu koridordan geçeriz. Koridorun sonundaki odaya geldik mi benim işim biter. Ne anlatacağım ben elâlemin karısına, kızına? Hem de bir adam yokken yanında. Allah günah yazmasın.

Koridorda yürümekten daha kısa sürüyor işimiz soğuk odada. Bir soru, bir cevap. Sorular cebimdeki kâğıtta. Uzatmadan kısacık. Arka bahçeye çıkmak istiyor. Üç tane derme çatma basamak var bahçeye çıkan. Dışarıda el kesen ayaz. İçerde yığılır gibi oluyor. Ama yine de iyi idare ediyor. Bir çay olsa iyi gelir. Yardım edeyim istiyorum, gencecik kız. Tek başına. Omzuna dokunacak gibi oluyorum, neyse ki toparlıyor. Ben tanımadığım kadının omzuna dokunamam, Allah günah yazmasın. Çay vardır bahçede. Toparlar.

III

Çok merdiven indim. Yerin yedi kat altındayım. Önümde önlüğünün mavisi yer yer solmuş tıknaz adam, arkasında ben, yürüyoruz. Saçlarından fenol kokusu geliyor. Arada dönüp tedirgin bakışlar bırakıyor üstüme. Tepemden bakır borular geçiyor. Bir tanesi sıcak su hattı, diğeri soğuk.  Boruların içinde dolanan suyun sesini duyuyorum. Duvarların yarısı beyaz yağlı boya, yine aynı beyaz yağlı boya ile çekilmiş şeritten sonra, küf grisi bir başka boya. Fazlasıyla hırpani, sıva çatlakları var, üzerleri kapatılmaya gerek görülmemiş. Çok kat aşağılardayız.  Koku ağır ve tanıdık: Rutubet bu. Duvar ve soğuk sıkıştırıyor, rutubet değil. Tepemizde uzun, yer yer kırılmış beyaz ışık saçan floresan lambalar. Uzaktan gelen kulakları sinir eden bir ses, floresan cızırdaması… Bazısı kendi halinde yanıyor, sessiz. Hiç oda yok. Sadece upuzun bir koridor. Mavi önlüklü, koridorun sonunda ceplerinde bir şeyler ararmış gibi yere bakarak duruyor. Bir kapı var arkasında, buradan gireceğim. Bir tane daha var dışarı açılan. Küçücük bir camdan gökyüzünü görüyorum. Arka bahçeye çıkılıyor. Bir, belki de iki basamakla. Koridorun sonunda iki oda var. Solundaki odanın kapısı yok. İçeriye kafamı uzatıyorum, ağızları sımsıkı kapatılmış musluklar, minicik beyaz plastik tabureler muslukların karşısında. İki odanın arasındaki köşeleri su almış, duvara dayalı ahşapları soyulmuş, belediyenin isminin silinmeye başladığı bir bank. Ne garip, kim oturacak ki bu banka?  Sağdaki odanın kapısını açmadan önce bir soru var, saçlarından fenol kokusu yayılan tıknaz adamın ağzında, büyüyor lafları. Ağzını açmadan konuşuyor.

“Evet tek başımayım. Hayır yok başımda bir büyüğüm. Bilmiyorum evin erkekleri nerede.   Açın artık şu kapıyı!”

 Kapı açıldığındaki soğuk beni geriye doğru itiyor. Derin bir nefesle giriyorum içeriye. Ne karanlık ne de aydınlık. Eşyasız. Duvarların hepsinde dolaplar var. Elindeki kâğıda bakıyor, numaraları okuyor. Bir tane dolabın kapağını açıyor. Metal sehpa gibi bir şeyi çekiyor. Üzerinde insan yatan sehpa. Sarı beyaz gözlerimi acıtan bir örtü.  Yüzüme bakmadan ezberindeki soruyu soruyor. “Mevtanın adı-soyadı?” cevabını alıyor. Beyazı sarıya dönmüş örtü midemi havalandırıyor. İtiyor metal sehpayı, dolabın kapağını kapatıyor. Aynı yolu tekrar yürüyemem. Koridorun sonundaki kapıdan bahçeye çıkılıyor. Kapının aralığından sızan güneş gözlerimi alıyor. Arkama dönüp bakıyorum, mavi önlüklü bakışları yerde gezen adam gitmiş. Ne çabuk. Kapının kırık koluna uzanıyorum, metalin soğukluğu parmaklarımı uyuşturuyor. Basamaklara ayaklarım yetişmiyor. Olabilir mi? Üç basamak var. Kırık kapının kolundan güç alıp çıkıyorum. Bahçedeyim.

Editör: Enes Yılmaz

Aysim Demiröz Göral
Latest posts by Aysim Demiröz Göral (see all)
Visited 13 times, 1 visit(s) today
Close