Romantik Sanatçı

Okan Bayülgen toplumda sık sık akıllı, zeki olarak bilinmesinin aksine akıldışı, akla karşı bir romantiktir. Çünkü cesurdur, delidir ve yaptığı işlerde absürt etkiler görülür.

Sanat ve sanatçı özel konumu itibariyle çağlar boyunca bir özel alana, korunmaya, muameleye gereksinim duymuştur. O, ailede evin özel çocuğu için hazırlanan odaya sahip olmalıdır. Çalışma alanı için. Orta çağda bu alanı soylular ve iktidar yani “saray” sağlamıştır. İktidar ile sanat el ele yürümüş, saray da bundan faydalanarak her an deliliğin sınırındaki sanatçıyı, kendine karşı çevrilebilecek gücü himayesinde tutmuştur. Ancak Fransız Devrimi’nin etkisiyle ve modern çağ ilerledikçe durum değişmiştir. Devrim’de sanatçı burjuvanın yanında durup saraya karşı olmuştur. Günümüze geldikçe sanat kamu mülkiyetinden ayrılıp özel mülkiyete geçme eğilimi göstermiştir. Fakat Devrim’de umduğunu bulamayan sanatçı artık burjuvanın tüm çekiciliğine ve kendine çekme çabasına karşı sürekli yenilenen sanat devrimleri, romantizmin yarattığı etki ve avangart akımlarla karşı durmuş, aykırı cepheye bürünmüştür.

Bu romantik devrimdir. Romantizmin en önemli özelliği akla karşı olmasıydı. Akla, yani düzene, kurala, yasaya. Zira aklın sınırlarından kurtulunca özgürlük gerçekleşecek üstelik sanat gerekli kaynağı gerçek alanı olan imgeden sağlayacaktır. Romantizmi çağdaş sanat akımlarının atası/anası yapan duyguların ifadesinde delilik seviyesine varan cesur atılımlarıdır. 

Ya… Ya da…

“Daha önce hiç melek görmedim. Gösterin, çizeyim.”  

Gustave Courbet

Zira meleklerin olmadığı yer gerçeğin dünyası değil Courbet’nin iç dünyasıydı. Melekler düşünülemez, var olamaz ancak düşlenebilir, var edilebilir. Sıradan insanlar tarafından değil sanatçı tarafından. Sanatçı başkalarının yerine düşleyendir. Çünkü sanatçı ölmek istemez, yaşayamaz da. Yaratabilir ancak. Tanrı gibi.

İnsanın trajedisinin kaynağında ve tüm nevrozlarının temelinde doğum ile ölüm arasında olması yatar. İki zıt kutup ve aradaki gerilim. Biz bu gerilimi “yaşam” olarak adlandırıyoruz. Okan Bayülgen’in dediği gibi: “Yaşam gerilimdir. Huzur mezarda.”

Bayülgen zıt kutuplar arasındaki gerilimi hisseder, aslında hissetmek ister ve bu yönde bir tutkusu vardır. Bilinci ve duyuları fazlasıyla açıktır. Yani bedeni, algıları dıştan gelen verileri toplar. Hiçbir şeye kayıtsız kalamaz ve tepki verme gereği duyar. Bu, bir insan için çekilmez bir hayat teşkil eder. Çünkü Nietzsche’nin deyimiyle “İnsan gerçek varlıkla dolaysız bir ilişki kuramaz ve varlık hakkında daima yanılsama üzerine kurulu bir vizyona mahkûmdur. İşte bu sebeple sanat insanın temel metafiziksel aktivitesidir”. İnsan olarak tabii yeteneğimiz unutmaktır. Unutmak sayesinde yaşama katlanabiliriz. Veya geneli düşündüğümüzde uyuşmak. Birçoğumuz yaşamın karmaşasından, gerçeklikten kaçmak için çeşitli uyuşturuculara başvururuz. Çalışmak, gülmek, eğlenmek ve nihayetinde uyumak gibi. Okan Bayülgen gözlemlediğimiz üzere uyuyamayan bir adamdır. Bilincinin açık olduğundan kaynaklıdır bu durum. Nitekim gençliğinden itibaren araştıran, sorgulayan bir varoluşçu, nihilist ve realist bir insandır. Düşünen adamdır. Düşünmek konusunun evrim sürecindeki gelişimi daha önce incelenmişti ancak belirtmek gerekir ki temelinde analitik bir olgu olup yöntemi parçalamak olduğundan düşünen kişi mutsuz olur. Çünkü parçaladığı şey bütündür, anlam da parçada değil bütünde aranır.  Yapmacıklıktan, tozpembe bir dünya görüşünden katiyetle kaçınan Bayülgen yaşamı tüm çıplaklığıyla algılamak ister bir yönüyle. Bu, onun realist, akılcı, Apolloncu tarafıdır. Daha önce en bariz örneğini Nietzsche ve Dostoyevski’de görülmüştür bu durum. Uyumsuz adamların doğadan bir şekilde saparak düşünme hastalığına tutulması durumundan bahsediyoruz. Nitekim Dostoyevski’nin en yakın arkadaşı ilk kitabı çıktığında yazarı tebrik etmekten çekinir. Zira yazar, yapmacıklıktan hiç hazzetmez. Gerçeklikle doğrudan temas insanı üzecektir. Çünkü saf gerçeklik katıdır, serttir, hamdır. İnsanın bu olguyla baş etmek için evrimleşme sürecinde geliştirdiği yeti “imgelem”dir. İmgelem düşünmenin aksine bölerek değil bütünleyerek çalışır ve anlam verme boyutu da bu kategoride gerçekleşir. Doğrudan temas kuramadığımız nesnel dünyaya karşı bebeklikten itibaren imgelem yoluyla baş etmeye uğraşırız. Küçüklükten itibaren bize masallar, hikâyeler, yalanlar uydurulur. Aslen bu yönümüzü geliştirmemiz ve gençlik yıllarından itibaren gerçeklikle temasımızı kurabilmemiz gerekir. Fakat birçok insan bu derin uykuda hayatını geçirir. Üç tür bilgi kategorisi vardır: Duyular, imgelem, akıl. Duyulardan aldığımız verileri imgelemde işlemden geçirir ve az sayıda insan akıl boyutuna ulaşır. Sanatın da varlık nedenidir imgelem. Tahayyül. Çarpıtma ve gerçeği bükme, işlemden geçirme. İşaret eder, ima eder ama gözünün içine sokmaz. Adı üstünde sanat temsilidir, hakikatin kendisi değil temsilidir.

Okan Bayülgen’in değinmemiz gereken öteki yönü duygusal, romantik ve Dionysosçu olandır. Bir melankoliktir ve sanatını oluşturan kısım budur. Aslında Nietzsche’nin vurguladığı üzere hem Apollon hem Dionysos iki gerekli kutuptur sanat için. Apollon rasyonel zekâ iken Dionysos tutku, duygulanımdır. Fakat Bayülgen, Apollon’u gündelik hayatta gerçeklikle yüzleşmeye ve temasa saklarken daha önce de belirttiğimiz üzere imgelemini gündelik hayattan çekip duygusal, sanata yönelik olan kısmına yükler. Dolayısıyla iç ve dış dünya arasındaki makas hep açıktır, birbirinden tamamen ilgisizdir. Bunun sonucunda yarattığı işler çok “çarpıcı” olup absürt biçimlerde ortaya çıkar. Yani yaratım sürecinde gerçeği o kadar büker ki anlaşılmazlık derecesine kadar çekilir.

Televizyon programlarında kendi deyimiyle saçmalayıp insanları eğlendirir ve adeta oyunculuk yeteneğiyle başka bir karakter yaratarak anlamsız hareketler yaparken kendi içine döndüğünde ve düşünmeye kendini verdiğinde hüzünlenir, melankolik bir tavır alır. Kendi içine dönmesi onun için bir ıstıraptır. Hâlbuki ne tatlıdır kendini unutmak. İnsan kendine katlanamaz, unutmak ister ve sürekli başkalarıyla meşgul olarak kendinden kaçmak ister. ‘Sanatçı’yı insani edimlerin en uç noktalarında yaşayan bir varlık olarak düşündüğümüzde bu kendine dönme eylemi daha da üzücü ve acı dolu olacaktır. Fakat sanatın özü bu acıdan doğacaktır.

Yaratmak ve Acı

“Acıda gebe kalacaksın ve neşe senin doğumun. Korku senin müjden, kuşku sağında duruyor, hayal kırıklığı solunda.”     

C.G. Jung

Okan Bayülgen’in bir sanatçı olarak sahip olduğu en önemli kaynaklardan biri tohumlarını çocuklukta attığı acıdır. Bahsettiğimiz acı ikinci kategoride bir acıdır. Sanat için gerekli olan. Yani hayatta kalmak için değil iyi yaşamak için çekilen bir sancı. Schopenhauer’in belirttiği üzere iki tür sıkıntı vardır. Geçim sıkıntısı ve can sıkıntısı. Geçim sıkıntısının üstesinden insan, hayatta kalması sonucunda hazzın arzu sonucuna ulaştığı ve her doyumda olduğu gibi ardından baygınlık, uyuşukluk, yemekten sonra çıkarılan “rahatlamışlık” sesleri ve ifadeleri ile gelinebilir. Örneğin hep kullanılan deyim ülkemizde seksenli yıllarda parasız ama mutlu insanların olduğudur. Fakat bu durumun gerekçesi o zamanlar insanların tek derdinin “eve ekmek götürmek” yani hayatta kalmak ve birinci kategori geçim sıkıntısı olduğu bilinir. Geçim sıkıntısı giderilince sorun ortadan kaldırılır. Buna şehir örneğini verebiliriz. Şehir, köy örgütlenmesinin bir üst aşaması ve ilerlemenin gereğidir. Çünkü şehirde iş bölümü vardır ve bu iş bölümünün sonucunda geçim sıkıntısı giderilir. Ardından boş zaman kavramı ortaya çıkar. Bu noktada işler daha da zorlaşır. Çünkü artık temel ihtiyaçlar giderilmiş ve artıdeğer yaratma ihtiyacı doğmuştur. Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi gözümüzün önüne gelir ve işler daha da zorlaşır. Saygınlıktan kendini gerçekleştirmeye kadar önümüzde uzun bir yol vardır. Üstelik şehirde öteki ile karşılaşırız ve nitekim akıl ortaya çıkar. Akılla birlikte sanat, bilim, felsefe, kanun, adalet mefhumları da şehirde ortaya çıkar. Ve sanatçılarımız da.

Okan Bayülgen bir kentsoylu olarak ve bilinç durumunun da getirdiği durumları göz önünde bulundurursak ıstırabı ve can sıkıntısını her zaman bir sanatçı boyutunda çeker. Geri kalan şehirliler zaten sanatçı onun yerine düşlediği, filozof onun yerine düşündüğü için çalışmaktan başka bir şeye gerek duymaz. Fakat şehirde sanatçı aklın yani düzenin, yasanın, ahlakın, en nihayetinde tanrının karşısında durarak ve bir tehdit olarak algılandığı için her zaman diken üstünde olacaktır.

Belirttiğimiz üzere doğum ve ölüm arasında bir oluş sürecinde seyretmekteyiz ve bu oluş sürecinde boşlukta kalamayız. Varlığımızı yaratarak ifade ederiz. Ve insan olarak ölümü bir türlü kabullenemediğimiz için sürekli sonsuzluğun, sınırsızlığın özlemini duyarız. Hayat boyunca insan olduğumuzu unutmak isteriz. Bunu kadın doğurarak, sıradan insanlar üreterek, tanrı ve sanatçılar yaratarak telafi etmek isterler. Sanki tanrı sanatçı denen ve içlerine gebelikte olduğu gibi yaratıcı tohumlar atılan özel “çocuklar”a özel bir potansiyel bir güç yüklemiştir. Bu yaratım her türde olduğu gibi olacaktır. Acı içinde, gebelik sancıları duyarak. Üstelik yaratmadan, içindeki potansiyeli çıkarmadan duramaz sanatçı. Zira keşfedilmemiş sanatçı yoktur ve on kilo et yiyen birinin kusmak zorunda kalması, gebe kalan kadının acı içinde ve mecburen çocuğu doğurması gibi sanatçı da sanat yapmak zorundadır. İçindeki ile yaşayamaz. Yaratmak zorundadır, tanrı gibi.

Serinin son yazısı yarın gece yayımlanacaktır, takipte kalınız. İyi okumalar!

Bir Romantik Sanatçı: Okan Bayülgen-3
Selman Vural
Latest posts by Selman Vural (see all)
Visited 60 times, 1 visit(s) today
Close