-I-

Eğer ki kendime karşı tamamen dürüst olmam gerekirse yazıma burada son vermem gerekecek. Çünkü hayatımın bu noktasına kadar edindiğim bütün birikimlerin ortak sonucudur bu karar. İnsan, yaşantısının -insan diye kurduğum cümlelerde sadece kendimden bahsettiğimi belirtmek isterim çünkü diğer insanlara ait genellemeler yapacak kadar insanları tanıyamadım.- Ne diyordum? İnsan, yaşantısının büyük bir bölümünde kendine yalanlar söylüyor. Ve söylediği yalanlara kendisinin inandığını idrak ettiği andaki o kırılganlık, benim bütün bir yaşantımın özetidir diyebilirim. Eğer ki size bir hikâye anlatacak olsaydım bu yazdığım paragraf hikâyeye uygun bir giriş paragrafı olabilirdi.

Artık hayatım tamamen karanlıktı. Bunu size bütün içtenliğimle kanıtlayabilirim. Çocukluğum Manisa’da geçti. O zamanlar hayatım karanlık değil, aksine Babil’in asma bahçesindeki köşklerin pencerelerine sıralanmış çiçekler gibiydi. Okuldan çıktıktan sonra Beyaz Fil’in sütunlarına elimizi vurarak koşar, oradan Sekiz Havuz’un olduğu sokaktan hafif rampa koşarak Sultan Camii, Kırmızı Köprü, kurumuş nehir yatağının yanından çıkıp o canım Niobe’ye varırdım. Niobe’nin kafasına çıkıp hafif kızarmaya başlayan güneşe, yorgun bir şehre, mevsimine göre tüten bacalara bakardım. İşte o zamanlar idrak etmeye başladım ne kadar küçük bir canlı olduğumu. Niobe’yi düşledim. Beni gördü, İlhan Berk’i gördü, Yusuf Atılgan’ı gördü, Tanju Okan’ı, Nejat Uygur’u ve Gördesli Makbule’yi ve biraz daha düşünsem Fatih Sultan Mehmet, Tantalos ve Büyük İskender… Ben bu şahsiyetlerin dengi değilim diye düşünmüştüm. Ve işte hayatımda ilk o zaman bazı renklerin ışıltılarını yitirdiğini hissettim. Artık ilkgençliğimi yaşadığım dönemlerde, bazı şeyleri daha da sorgulama eğilimine girmiştim. O Niobe’nin üzerindeyken başlayan süreç her geçen gün hışmını arttırarak çoğalıyordu. Soluğumu artık hemen hemen her gün Niobe’de alıyor, dibindeki çimenlere sırtüstü uzanıp bulutlara bakarak düşünüyor ve bilhassa tamamen avarelik ediyordum. Ben gerçek manada kimdim? Neden yaşıyordum? Alelade yaşayan tek yaptığı okula gidip gelmek olan. Yemek yiyen, tuvalete giden, uykusunu alamayan bir adam olarak doğmuş ve bütün ömrünü evrakların arasında geçirerek ölecek ve sadece öldüğü günü hatırlanıp “iyi adamdı rahmetli Ferhat abi” demeleri için mi yaşayacaktım, adım Ferhat bile değilken…  Bunları düşünmek o zamanlarda canımı çok fazla sıkıyordu. Arkadaşlarımın okul çıkışı gittiği filmlerde olan o bayağı esprilere gülme yetimi de aynı zamanlarda yitirmiştim. Bana yapılan, o komik olduğu düşünülen ama üzerine sadece iki saniye düşündüğün zaman herhangi bir esprisi kalmayan ve filmden çıktıktan ortalama on dakika sonra başrolü ve olayını dahi hatırlanamayan filmler saçmalıktan başka bir şey gelmiyordu. Bu düşüncelerimi insanlara söyledikten sonra daha acı bir şey ile karşılaştım. “Sen ciddi misin?”, “Abartma” gibi daha bir sürü cümle… İşte o zaman da şunu biraz daha ayrımsadım, insanlara onlara aynı fikirde olmadığını belirttiğin zaman onların gözünde bir caniye, Hephaistos’tan bile daha çirkin, hastalıklı birine dönüşüyordum. Akabinde çağrılmamaya başladım. “Sen filmi sevmedin, biz de çağırmadık…” cümleleri ile karşılaştım. Bunlar, yukarıda dediğim gibi insanları tam anlamıyla tanıyamamamın ayrı bir sebebidir. Çünkü hayatımdaki renkleri kaybetmek pahasına fikrimi hiçbir kimseden esirgemeden söyledim. İşte o zamanlar hayatımdan bazı renkler daha gitmiş bulundu.

Artık Niobe’ye gitmekten ziyade daha çok tren garında oturup Vivaldi ya da Chopin dinlerken kendimi buluyordum. Müzikte hayatıma dokunan bir tınının olduğunu ayrımsıyor ama gelgelim bunu hiç kimseye anlatamıyordum. Düşünmeye iten bir şeyler oluyordu. Düşünüyor, düşünüyor, o kaybettiğim renklerin ne olduğunu bir türlü ayırt edemiyordum. Bu uğraştığım kargaşanın beni yıprattığının farkındaydım. Ama zihnime bir türlü söz geçiremiyordum. Nitekim günler geceler geçiyordu. Üniversitem de aynı şekilde geçti.  Mezun olduktan sonra, iş arama evrelerimde her zaman yapmacık samimiyetler yüzünden insanlardan bir nebze daha uzaklaşır oluyor, kendimi Fatih Parkı’nın çimlerine uzanmış buluyordum. Hayatımda yapacak hiçbir şeyimin olmaması da ayrı bir yerden canımı sıkıyordu. Ailem de şu anlarda Aydın Koçarlı’da kamyonun dahi giremeyeceği bir sokakta oturuyordu. Yalnızlık, daha ziyade kimsesizlik bazı zamanlarda yüreğime tarif edemeyeceğim bir heybet ile çöküyordu. İşte o gün, yattığım çimenden yavaşça doğruldum. Kolumda kalan tozları elimin tersi ile silkittim. Dizlerimdeki tozları silkeledim. Ayağa kalktım. Kalçamı temizledim. Cebimdeki paraya baktım, otuz lira kırk beş kuruş. Henüz ailemden para isteyemezdim. Önceki ay gönderdikleri üç yüz yetmiş beş lirayı bitirdim dersem yenisini göndermek için bir çabaya girişeceklerdi. İşte bu gibi durumlar her zaman hayatımdan bazı renkleri daha götürüyordu. Yoksulluk, anlaşılamama, kimsesizlik bunları kime açabilirdim? Bunları kime söylersem söyleyeyim, herkes benden çok daha yoksul, çok daha anlaşılamayan ve yaradılıştan bu yana kimsesiz. Herkesin ağırlığı Atlas’ın ağırlığından çok daha ağırdı oysa. İşte o an aklıma geldi ki neden bir tablo yapmayayım? En azından elli liraya satsam iki günlük daha yemek param çıkabilirdi. eğer ki öğle yemeği yemezsem nereden baksan üç gün çok rahat idare ederdi. Ve ben o süre zarfında elbet bir iş bulabilirdim. Fatih Parkı’nın alt kısmında bulunan ufak bir kırtasiyeye girdim. Bir tuval, yağlı boya seti, rastgele ilk gördüğüm fırça. Bunların parasını ayın birinde vereceğimi teyit ettiysem de kabul etmedi. Nitekim cebimdeki son otuz liranın yirmi lirasını orada bıraktım. Hemen eve gittim. Penceremi açtım, karşımda Spil görünüyordu. Üzerinde hafif bulutlar, az ilerisinde ufak tepecikleri, Sultan Camii’nin minareleri… Bunları çizebilecek bir yeteneğim yoktu. Ne yaparsam yapayım, ne bir deneyimim vardı ne de bir yeteneğim… Bir anlık düşünce ile almıştım. Sonra eski bir tanıdık olan Tayfun Abi’nin söylediği cümleler zihnimde canlandı “bu yağlı boya da meşakkatli bir iş, yok tiner ile incelticen, yok haşaş yağı ile incelticen… Geç bunlar haspam geç, al suluboyayı dök yap yav…” Sonra evdeki nerden geldiği belirsiz tineri bir kaba döküp fırçamı tinere daldırdım. Sonra siyah ile maviyi biraz karıştırdım. Çok az bir kırmızı ekledim. Ve fırçayı iyice boya aldığını gönlüm kanaat getirdikten sonra tuvale yavaşça dokundurdum. Tuvalin ortasına bir daire çizdim. Bu daireyi güçlü bir renkten başlayarak yavaş yavaş daha açık bir mavi-kırmızı-siyah uyumuna getirmeye çalışsam da ilginç bir görüntü oluştu.

Resme baktığım zaman hafif mor, bir daire ve etrafında mavi, kırmızı ve siyah darbeler serpiştirdiğim zaman, herhangi bir duvarda durabilecek haldeydi. Ya da en azından ben öyle tahmin ediyordum. Şu an tek yapmam gereken tablonun kurumasını beklemekti. O an kendimi ilk resmini yapan İbrahim Çallı gibi hissetmiştim. Ama bunu da belirtmek isterim ki hayatımın hiçbir evresinde İbrahim Çallı, Abidin Dino ya da Bedri Rahmi Eyüpoğlu olamadım. Tablo kuruduktan sonra ona bir isim vermem gerektiğini hissettim. Ona Fransızca “image de l’éternité” diyebilirdim ve bu çok sanatsal olabilirdi. Ama adına usulca “ebediyet” dedim. Bir yuvarlak ve karanlık… Ne kadar dönersen dön, neresinden yürümeye başlarsan başla karanlık bir dehliz. Ebediyeti sol kolumun altına aldım. Dükkânlara sordum kimse almak istemedi. Nitekim o gün satamadan yine geri geldim. O gece ebediyeti alıp karşıma koydum. Yemek yerken ona baktım. Ve o  gece yine bir takım renklerin hayatımdan gittiğini, ebediyetin mavi, kırmızı, siyah olması gerekirken salt karanlık olduğunu ayrımsadım. Karanlık bir sonsuzluk, karşımda büsbütün duruyordu. Ve ben ona bakarken peynirli poğaçamı ısırıyor ve arkadan Johannes Brahms’tan Yağmur Sonatının Op 78’inden 1inG’sini dinliyordum. Birden insanın sonsuzluğa kadeh kaldırmasının gerektiğini düşündüm. Usulca çay doldurup ayağa kalktım. Ben, ebediyet ve Johannes, sonsuzluğa içtik.

Ertesi sabah ebediyeti satmaya çıktığım zaman hemen hemen hiç kimse satın almak istemedi. Pek çok kişinin uzun ve anlamsız bakmaları sonucunda ebediyet elimdeydi. Hemen hemen kimsenin tam olarak ebediyeti istememesi beni müthiş bir derece sinirlendirmişti. Nitekim tam olarak bütün inancımı yitirip çöpe atacağım sırada karton toplayan bir çocuğun seslenmesi ile irkildim:

   -Abi o tabloyu atacak mısın?

Bu cümle karşısında donup kaldım.  Nitekim insan umudunu kaybettiği anda gelen kurtuluş yolunun karşısında her daim şaşıp kalıyordu. Daha sonra çocuk sözlerini yineledi:

   -Atma onu.

Duraksadım. Çocuğa baktım. Beyaz bir çuvalı taşıdığı demir arabaya geçirmiş, topladığı kartonları koyduğu çuval boyunu geçmişti. Esmer tenli, ortalama on yedi yaşlarındaki bu çocuk hâlâ ebediyeti isteyecek birilerinin olduğunu ayrımsamama yardımcı olmuştu. Sonrasında ebediyeti konteynırın üzerinden çekip, bu eli yüzü kir içinde olan gence doğru uzattım.

   -Ne kadar abi borcum? Dedi.

Yüzünde tarif edeyemeceğim bir gülümseme oluştu. İşte tam bu sırada o ihtiyacım olan para veyahut muhtaç olduğum her şey aklımdan tamamiyle çıkmıştı. Ancak:

   -Beğendin mi? Diyebildim.

Çocuk bir şey demeden salt kafasını salladı.

   -Beğendim ya, beğenmez olur muyum? Dedi.

   -O zaman al senin olsun, dedim.

   -Olmaz, bunu sen mi yaptın? Dedi.

   -He ya, ben yaptı, dedim.

Tam da bu sırada Hatuniye Camii’nin o burgulu minaresine akşamüstü kızıllığı vuruyor ve abdestini alan cemaat üçer beşer camiye giriyordu.

   -O zaman olmaz abi, dedi. Emek vermişsin.

   -Fesupanallah, dedim uzatarak. Sinirlenmiştim.

Esen akşamüstü poyrazı yüzünden ceketimin önünü kapatmıştım. Bu sırada tekir bir kedi kalçasını ağaca sürüp kokusunu bırakıyordu.

   -Nah bak çok esaslı bu kedi, dedi çocuk hayranlığını gizleyemeyerek.

Konumuzla ilgili olmayan bu detaya şaşkınlığımı gizleyemedim.

    -Nasıl yani, dedim, bir elimi cebime koyarken. Diğer elimde hâlâ ebediyet vardı.

-Nah, bak şu Alaybey’e inen yolun dibinde konteynır var ya, orada Cabbar ve çetesi var. Bizim Fikri Abi ona Cabbar diyor. Bir sokak köpeğini haşat etmişliği var. Neyse, sen satıyor musun bunu bana?

Konuşurkenki gözlerinin içindeki parlaklığı ve hayranlığı, ömrümde bir daha hiçbir yerde görmedim. Sonra bu çıkışı üzerine, resmi biraz kendime çekerek:

   -Yok, dedim. İstersen al senin olsun, para istemez.

Çocuk bir şey demeden önce bana, sonra resme baktı. Sonra yavaşça:

   -İyi akşamlar o zaman, dedi ve arabasını yeniden ayağıyla yavaşça iterek uzaklaşmaya başladı.

Sonuçta bunu ona satamazdım. Sonrasında kendime boş bir direniş sergilediğimin farkına vardım. Arkasından bağırarak eline ebediyeti tutuşturdum. Çocuk bir şey demeden çocuk gözleri ile başını sağ yöne doğru hafif eğip selamlayarak teşekkür etti. Sonrasında yoluna devam etti.

Çocuk, ebediyet ile gittikten sonra ellerimi cebime koyup eski dükkânların arasından dümdüz Sultan Camii’nin yanına çıkıp eve koyuldum. Yegâne kürkçü dükkânım tüm karanlığı ile karşımdaydı. Ebediyetimi isteyen bir çocuk… Bu olaydan tarifsiz derecede etkilenmiştim. Ebediyeti koltuğunun altında taşıyan bir çocuk işçi… Johathan bugün susmuştu. Onun yerine yalnızlığıma Chopin Noctorne Op9’u ile eşlik ediyordu. Cebimdeki param ay sonuna yetmeyecekti ve önlenemez şekilde acıkıyordum. Acaba İbrahim Çallı ilk resmini sattığı zaman ne yaptı? Abidin Dino ağladı mı örneğin? Lambaderi açıp yanında ki koltuğa oturdum. Gitgide görme yetisini kaybeden bir adam olarak o çocuğa yardım edemediğime, gidişini izlediğime ağladım. Ne yapabilirdim? İbrahim Çallı olsa ne yapardı? Ne yapabilirdi Eyüpoğlu?  Tayfun abi yanımda olsa paran yoksa beyaz yastık kılıfına ya da eski şeker çuvalına yap diyebilirdi diye aklımdan geçirdim.

İçimde felaket derecede yanılıyorum hissiyatına kapıldığım bir an tekrar koltuğa oturdum. Ben, ben hayatımda ilk defa ne yapacağımı tam olarak kestiremiyordum.

-II-
EBEDİYETTEN SONRASI

Bir insan yaşarken sonsuzluğunu yitirebilir miydi? Belki size kendi hüznümü abartıyor veyahut kendimi acındırarak şu anda yazmakta olduğum satırları okutma gayesinde bulunuyor izlenimi verdiğimi düşünüyor olabilirsiniz. Ama lütfen şunu düşünün, bir insan, kendi eli sonsuzluğu oluşturur muydu? Şu an hangi mürekkep ile yazığımı tam olarak kestiremiyorum. Kırmızı sanırım ya da mavi. Arkamda Split Waltz çalıyor. Ebediyeti ne zaman çocuğa verdiğimi hatırlamıyorum. Ama sakalıma bakacak olursam en az on beş gün diyebilirim. Siz bu satırları okurken ben az önce kalktım gerindim, cama yönelip havayı ciğerlerime doldurdum “güzel şey aslında yaşıyor olmak” diye düşündüm bir an ve işte o esnada kara bir ağacın dalına gri bir kuş kondu. Beyaz bulut açık gri gökyüzünü kapattı. Koyu siyah bir elmayı kopardı siyah saçlı bir çocuk. Çok açık siyah bir uçurtmayı asılmaya başladı zemheri kara tişörtlü bir başka çocuk. Gece olmadığı halde gri bir gökyüzü… Bu bile yaşama son vermek için gerekli bir neden olabilirdi. Ve eğer ki 19. yy eseri olmuş olsaydı hayatım, çok trajik bir son olabilirdi. Ve hatta bir genç ya da bir arkadaşım hayatımı yazıp hikâye yarışmasına dahi katılabilirdi. Kusura bakmayın belki saçmaladım, şu an zihnim öylesine karışık ve bağımsız ki…

Bu gibi durumlarda içinizdeki öteki benliğiniz ne diyor bilmiyorum ama benim ötekim her seferinde “Ne gereği var bir şeyleri uzatmanın? İşin yok, paran yok, sevdiğin yok, hiç, hiçbir şeyin yok! Sen kalkıp şu ufak şehirden gitsen ev sahiben dâhil hiç kimse senin yokluğunu dahi fark etmeyecek! Sen ölsen dahi nüfus memurları senin yaşadığını ancak evrak işlerin tamamlanıncaya kadar anımsayacak. Hatırla, göz damlasını damlatıcak bir başka birisi yok hayatında, görmüyorsun! Söylesene, en son hangi rengi gördün?” diyordu. İşte sadece bu soru beni tüketiyordu. Artık ilkgençliğimde sorduğum “sen kimsin bu şehirde?” sorusuna “hiç” derken bu soruyu cevapsız bırakıyordum. Ben gerçekten, en son hangi rengi görmüştüm?

Ertesi sabah dala konan gri kuşun siyah olduğunu fark ettim. Çocukların tişörleri de siyahlaşıyordu.

Ertesi sabah gözyüzü geceydi ve de yıldızsızdı. Çok yıldızsızdı. Bu yıldızsızlık bana korku verecek heybetteydi ve ben felaket derece açtım, babamlara haber verdim, üç yüz değil bu sefer bana beş yüz  seksen üç lira göndermişler.

Bu sabah uyandığım zaman her şeyin karanlık olduğunu fark ettim. Her şey karanlıktı. Dışarısı, içerisi… Tuvalete giderken sandalyelerin üzerine düştüm, hâlâ karnımın sol tarafı ağrıyor. Telaşla sokağa çıktım. Üzerimde pijamalarımla yolun ortasında durdum. Arabalar küfürlü kornalarıyla sağımdan ve solumdan zaman gibi akıp gidiyordu. Ve ben ağlamak istiyordum. Yanımda duran ağacı görüyordum, yeşildi. İşte o zaman hayatımdan solup giden o renklerin gözümdeki herhangi bir sorundan değil de bir şeylere olan inancımın yitip gitmesinden kaynaklığının farkına vardım. Görüyordum, anlıyordum ama hiçbir şeyin rengini tam idrak edemiyordum. Ve ben, içimdeki o sesin dediği gibi “ölmeyi” veya da yaşamayı tam anlamıyla hak edecek bir yaşantı sürmediğimi, sürmeyeceğimi biliyordum…

İşte bu okuduğunuz satırlar benim söylediğim, Sabri’nin yazdığı, hayatın karanlığına karşı çaresizliğimin manifestosudur.

Sabri Sür
Latest posts by Sabri Sür (see all)
Visited 11 times, 1 visit(s) today
Close