Yazar: 21:39 Öykü

Acıların Sonu

Cemil daha gün ağarmadan, yıldızlar sönüp de kaybolmadan oturmuştu sarı banka. Gün üstüne doğmuş, yüzündeki gecenin mavisini kızıl ışığıyla silmişti. On beş senedir bugünü bekliyordu. Kızına çarpıp ölümüne sebep olan adam bugün çıkacaktı cezaevinden. Çıktığı anda da asıl cezasına kavuşacaktı. Hak ettiği cezaya. Cemil, şırıngayı titreyen elleri ile son bir kez daha kontrol etti. Şırınga, tam olması gerektiği yerde, adamın banka oturup sırtını yaslayacağı iki tahtanın tam ortasındaydı. Yeğeninden öğrendiği kadarıyla, ilacın vücuda etki etmesi beş dakikayı buluyordu. Her şey istediği gibi giderse on beş yıldır çektiği evlat acısı bugün son bulacaktı. Saat tam öğlen ikiydi ve sabah beşten beri sarı bankta gözünü bile kırpmadan kapıya bakıyordu Cemil. Azraili olacağı adamı, yüreğinde kavurduğu bin yıllık nefretiyle bekliyordu.

Üçüncü paketinin ikinci sigarasını yaktı ve dumanı gökyüzüne üfledi. Aslında yirmi sene kadar önce bırakmıştı sigarayı. Bir daha elini sürmeyeceğine, kızının üzerine yemin etmişti. Kızının öldüğü gün ise yemini bozulmuştu. Cenaze günü kardeşi Osman’ın elindeki sigara paketini almıştı Cemil. O günden beri de günde en az üç paketle dolduruyordu ciğerlerini.

Gergin bir şekilde saatine baktı ve sabaha karşı açılan fırından alıp bitiremediği poğaçasından bir ısırık daha aldı. Sigarasının son dumanını çiğnediği poğaça kırıntılarının üzerine yolladı ve tansiyon ilacını içti. Tam da bu sırada karşısında bütün heybetiyle duran cezaevinin demir kapısı büyük bir gürültü ile açıldı ve içeriden üç mahkûm çıktı. Adamlardan kısa boylu olanı çıkar çıkmaz dizlerinin üstüne çöküp toprağa alnını yasladı. Kendi kendine toprakla konuşan, hatta toprağı öpen bu adamın mutluluk dolu hıçkırıkları kulaklarını doldururken Cemil, “Acaba kaç senedir içerideydi?” diye düşündü. Ancak bu düşünceye harcayacak vakti yoktu. Kıstığı gözlerini diğer iki adama çevirdi. Dış dünyaya yabancılıkları her hallerinden belli olan bu iki eski mahkûm, etrafına aranan gözlerle bakıyordu. Onları bu yabancılıktan kurtaracak olan kurtarıcıları her kim ise, kim onları bu mahkumiyetten özgürlüğe kavuştuklarını tasdikleyecek ise onları bekliyorlardı mutlaka. Belki aileleri, belki de dostları… Neden sonra kendisinin de bir gün böyle içeriden çıkacağını düşündü. Kızının katilini öldürmüş ve yakalanmış, cezasını çekmiş ve dışarı salınmış olacaktı bilmem kaç vakte kadar. Kim gelirdi onu karşılamaya? Çıkar çıkmaz toprağı öper miydi o da böyle? Hem sonra onlardan farkı var mıydı, on beş senedir kaç kez dışarı çıkmıştı köyünden? Beş mi, altı mı? Kaç yıl ceza yerdi acaba? Mahkemede nasıl bir savunma yapardı? Hâkim onu anlar mıydı? “Kızımı öldürdü. Ben de öcümü aldım. Adaletiniz yetmedi, ben de kendi adaletimi uyguladım.” dese, hâkim onu anlar mıydı? Anlamazsa? “Ya sizin kızınız?” derdi o zaman. “Sizin kızınıza biri çarpsa hâkim bey… Kızınız! Kızınız gözlerinizin önünde, on yaşındaki kızınız gözlerinizin önünde…” daha fazla devam edemedi içinde kurduğu mahkemenin hem hâkimi hem de mahkûmu olmaya. Çünkü bu mahkemenin en kesin, en ağrılı neticesi, kızının ölümünü zihninde tekrar tekrar yaşamak ve kahrolmaktı. Hayır, artık bunu yapamazdı. Kirpiklerinin arasında biriken gözyaşlarını silip adamlara odaklandı tekrar. Kısa adam yerden kalkmış sağındaki arkadaşına sarılmıştı. Kısa bir an sonra üçü kenetlenip birbirlerine sarılıp vedalaştılar. İkisinin ailesi üşüştü yanlarına. Kısa adam dalgın dalgın uzaklaştı onların yanından, biraz ilerledikten sonra dönüp tekrar onlara baktı sonra da uzaklaştı sağa sola baka baka. Bu sırada kapanan kapı tekrar açıldı ve iki kişi daha çıktı dışarı. Cemil hemen tanıdı Sıtkı’yı. Hafif kilo almış, saçları dökülmüş, yüzü de çökmüştü. “Beter olsun,” dedi içinden ve yumruklarını sıktı. Az önce ruhunu kaplayan o hüzün yerini nefret dolu bir bekleyişe bıraktı. Mektubu unutmadıysa ilk işi banka gelmek olacaktı.

İki sene kadar önce, kızının katili ile mektup arkadaşı olmuştu. Sıtkı bilmiyordu Cemil’in kimliğini. Cemil’i sarı saçlı mavi gözlü, görmeden aşık olduğu Ahu sanıyor, cezaevi çıkışında onu açık kollarıyla bekleyeceğini düşünüyordu. Sıtkı bugünün hayaliyle kaç gece uykusuz kalmış, kaç sabaha kalp çarpıntısıyla uyanmıştı. Şimdi ise o gün gelip çatmış, sonunda içeriden çıkmıştı.

Sıtkı, demir kapıların arasından sıyrıldıktan sonra bir süre etrafına bakındı. Sanki yıllardır görmediği sokakları tek seferde ezberlemeye çalışıyor gibiydi. Derin bir nefes aldı ve sıkıca tuttuğu çantasını yerden alarak yürümeye başladı.

“Artık hiçbir işe yaramayacak olan çantası. Artık vedalaşması gereken çantası…” diye düşündü Cemil. Sıtkı’nın her adımında Cemil’in yaşlı kalbi daha da hızlı çarpıyor, sanki yaklaşan sonu haber veriyordu.

 Sıtkı, sarı banka, Cemil’in yanına oturdu ve çantasını yere bıraktı. Cemil’in planı kusursuz işliyor gibi görünüyordu. Eğer şırınga kazasız belasız Sıtkı’ya saplanırsa, Cemil’in başka bir şey yapmasına gerek kalmayacaktı. Sıtkı’ya önce inme inecek, sonra kalbi yavaşlayacak, kulakları kızaracak ve son nefesini verecekti oturduğu sarı bankta. Kızının on beş yıl önce eceli olduğu gibi, kendi eceli de olacaktı. “Keşke biraz daha cesaretim olsaydı, hapishaneye girmeyi göze alabilseydim, o zaman kafasına sıkar, hatta belki de kafasını demir sopayla parçalardım.” diye düşündü. Bakışlarıyla Sıtkı’yı süzerken içini bir huzursuzluk kapladı. Acaba iğne olması gereken yerde miydi? Saplanmış mıydı acaba vücuduna? Öyle olsa tepki vermez miydi, yoksa tepki vermişti de Cemil fark edememiş miydi? Kafasındaki tilkiler birbirleriyle fısıldaşırken Sıtkı’nın rahatsız bakışlarını üzerinde hissetti. İzlendiğini anlamış olmalıydı. Cemil, olanca sakinliğiyle bir baş selamı verdi ve suratına dudaklarını ağrıtan bir gülümseme yerleştirdi.

Sıtkı, seneler sonra koğuş arkadaşlarından başka biriyle sohbet etme fırsatını kaçıracak değildi. Hem Ahu’yu beklerken, biriyle laflamak belki korkularını alır götürürdü.

“Nasılsınız?”

“İyiyim,” diye mırıldandı Cemil ve kararsızlıkla devam etti. “sen, s-siz nasılsınız?”

“İyi sayılırım, uzun zamandır gökyüzünü görmemiştim.”

“Ben de dedi uzun zamandır güneşi böyle görmemiştim.”

“İçerdeydim uzun zamandır. Siz?”

“Hayır, ben bugünü bekliyordum.” dedi ve tam o anda pişman oldu. Sıtkı’nın bu cümleden bir anlam çıkarmasından, onu tanımasından korktu. Ama Sıtkı çoktan önüne dönmüş, anlamsızca etrafa bakınmaya başlamıştı bile. İğne, diye düşündü Cemil. Neden etkisini göstermiyordu bir türlü? Gözlüğünü düzeltip çaktırmadan bakmaya çalıştı. Tam o sırada iğneyi gördü, iğne yerdeydi. Korktu. Bir şekilde yerden alıp yerine yerleştirmesi gerekiyordu. Tam harekete geçmek üzereyken Sıtkı tekrar ona döndü.

“Burada birisi beni bekleyecekti, siz ne kadar süredir buradasınız?”

Cemil, yakalanmış gibi korku dolu bir ifadeyle Sıtkı’ya baktı.

“Bir ya da iki saat kadar oldu, tam hatırlamıyorum.”

Sıtkı, Cemil’i dinledikten sonra başını aksi bir yöne çevirdi. Cemil, bir cesaret eğilip hızlıca iğneyi yerden aldı. Cemil, yerine yaslanırken Sıtkı bir anda ayağa kalktı ve gitmeye yeltendi. Sırtı Cemil’e dönük, kendince hesaplar yapıyordu. Demek ki Ahu gelmeyecekti. Beklemenin de, kadınlara güvenmenin de alemi yoktu. Cemil, kendisinden beklemediği bir güçle ayağa kalktı ve iğneyi saplayacakmış gibi tuttu. İşte, Sıtkı’nın sırtı tam karşısındaydı. Saplayabilir ve bu katili cehenneme gönderebilirdi. Tam o anda, Sıtkı bir şey söyleyecekmişçesine Cemil’e doğru döndü. Elinde iğne, gözlerinde nefretle kendisine bakan adamı işte o an tanıdı. Mahkeme çıkışında suratına tüküren, “Seni bir gün öldüreceğim,” diye tehditler savuran adamı nasıl unutabilsindi ki? İğneyi Cemil’in elinden aldı ve ileri doğru fırlattı. Tek silahını kaybeden Cemil, delirmiş gibi Sıtkı’ya saldırdı ve burnuna tüm gücüyle yumruğunu indirdi. İğneyle değilse bile elleriyle alacaktı onun canını. Sıtkı, burnunu tutarak yere düştü. Ellerini, sanki akan kanı durdurabilecekmiş gibi burnuna kapadı. Kan burnundan ellerine yayıldı, parmak aralarından da toprağa yağdı damla damla. Cemil, tekrar hamle yapmak istedi fakat bir sancı girdi kalbine. Sanki kalbine, mangalda ısınan bir bıçak saplanmıştı. Nabzı yükseldi, soğuk bir ter dolaştı vücudunu. Tüm kanı başına doğru çekildi. Şakağındaki damarlar şiştikçe şişti, gözleri önce bulanıklaştı sonra da karardı.

Gözünü açtığında hastanedeydi. Doğrulmayı denedi fakat kolundaki damar yolu ona engel oldu. Sağına soluna bakındı, yanındaki yatakta kendisinden daha yaşlı bir adam yatmaktaydı ve baş ucunda da elindeki dosyaya bir şeyler karalayan bir hemşire vardı. Hemşire, Cemil’in sonunda kendine geldiğini görünce yanına geldi:

“Merhabalar amcacığım, nasılsınız?”

“Neredeyim ben?”

“Amcacığım, bankta bayılmışsınız. Yanınızdaki beyefendi ambulansı aramış, sağolsun. Kalp spazmı geçirmişsiniz. Bir şeye mi üzüldünüz, bir şeye mi sinirlendiniz?”

Cemil hemşireyi cevaplamadı. Kafasını başka bir yöne çevirdi. Sıtkı onu hastaneye getirmiş, sonra da bir korkak gibi kaçmıştı demek ki. Onunla işi bitmemişti. Kızına verdiği sözü er geç yerine getirecekti.

“Beni getiren adam nerede?”

“Bir saat oluyor gideli, uğrayacağını söyledi. Doktorunuz yarım saat sonra uğrayacak, siz dinlenin. Bir şey olursa bana seslenirsiniz, tamam mı?”

Cemil, başını belli belirsiz salladı. Hemşire odadan çıktıktan sonra bir süre yatakta sıkıntıyla döndü durdu. Hastaneye düşmesi hiç iyi olmamıştı.

Gece uyandı. Uyuyakalmış olmalıydı. Alnında öbek öbek ter damlaları birikmişti. Gözlerini tavandan ayırıp sola, pencerenin bulunduğu tarafa çevirdi ve Sıtkı’nın koltukta uyuduğunu gördü. Burnundaki sargıyla, kollarını küçük bir yastığı kucaklar gibi tutmuş, iri vücuduyla sığamadığı koltukta kıvrılarak uyumuştu. Cezaevinden sonra burada uyumak rahat gelmiş olmalıydı. Bir süre izledi uyuyan katili, belki biraz daha izlese üzülecekti haline fakat evlat acısı ağır ağır doldurdu tekrardan içini. Doğrulmaya çalıştı fakat kollarını kıpırdatamadı. Kollarını her oynatmaya çalıştığında tüm vücudu ateş karıncaları ile ısırılıyordu sanki. Çaresizce yatağına gömüldü tekrar. On beş yıl boyunca intikam almak için beklediği adam şimdi yanı başındaydı ve Cemil hiçbir şey yapamıyordu.

“Bir güç ver Allah’ım,” dedi kendi kendine, “bana şimdi bir güç ver ve sonra istersen canımı al.”

Duası kabul olmadı. Nasıl ki kızı öldüğünde kendi canını sunmuştu yerine, bu da o dua gibi kabul olmadı. Sustu sonra, içi de hastane odası kadar sessizdi artık. Bir müddet sonra sessizliği, Cemil’in uyandığını fark etmediği Sıtkı bozdu:

“Nasılsın?”

Cemil hızla kafasını çevirdi Sıtkı’ya. Öfkeyle, evladını kaybeden bir baba nasıl bakarsa öyle baktı. Soruyu bir küfürle cevaplamak istedi, cevaplayamadı. Sıtkı ayağa kalkıp Cemil’in yanına yaklaştı:

“Bakma öyle bana, ben cezamı çektim.”

“…”

“On beş yıl boyunca her gün çektim cezamı, fakat yetmedi… Cezamı sen vermek istiyorsan yap.”

Cemil, son on beş yılının her gecesini, ölümünü düşleyerek geçirdiği adama baktı. Nasıl da güçsüz, nasıl da çaresiz bakıyordu Cemil’e. Belki kızının son bakışları gibi. Adeta bir kurban gibi. Şimdi iki kurban, karşı karşıya gelmişti işte. Ölümün geride bıraktığı kurban ile can alan kurban. Can alandan kurban olur muydu? Bilemiyordu.

“Çık git,” dedi Cemil sessizliği bozarak. “Çık, siktir git.”

Sıtkı ayağa kalktı, affedilmediğin bilen ama salıverilen bir mahkûm olarak ağır ağır kapıya yürüdü. Sonra duraksadı ve yeniden Cemil’e döndü. Belki de ödeşmeleri için gereken şey, onun ölmesiydi.

“İstiyorsan yaparım,” dedi cebindeki şırıngayı belli belirsiz göstererek. Yapardı. Eğer bu yaşlı adam, cehennemden dışarıya adımını onun ölümüyle atacaksa eğer, yapardı.

“İstediğini söyle, yaparım. Kızın geri gelmeyecek. Ben de çok istedim bunu. O ölmeseydi, keşke ben ölseydim dedim. Al beni dedim. Her gün yalvardım Allah’a. Beni al, onu geri ver dedim. Olmadı… Eğer acın dinecekse, kızın geri gelecekse yaparım bunu.”

Cemil adama baktı. Ne diyeceğini bilmiyordu. Çaresizdi. Sıtkı’nın, “kızın geri gelmeyecek” sözünü çekti aldı bir çengel. Saplandı demir bir mızrakla bu düşünce zihnine…” Evet o öldü. Geri gelmeyecek…” Sustu tekrar. Bir müddet sonra kuruyan dudaklarını ıslattı.

“O bana gelmeyecek, beni ona gönder! Dinsin bu acı.” dedi kararlı bir sesle. Minik bir kâğıt kesiği gibi girmişti bu fikir aklına. İnce, incecik bir acı… İçini sızlatıyordu düşüncesi fakat başka çözümü yoktu.

Sıtkı öylece bakakaldı. Ne yapacağını bilemeyerek sendeledi. Sıtkı’nın kararsız, düşünceli bakışını görünce Cemil emrivaki bir şekilde atıldı.

“Yap şunu,” dedi.

Sıtkı’nın elleri, kolları hatta tüm bedeni boşlukta asılıydı, kıpırdayamadı. Cemil, Sıtkı’nın elini tutarak kendine doğru çekti ve iğneyi kendi vücuduna batırdı. Sıtkı yere çöküverdi. Cemil, geriye yaslanırken sıcak bir sıvı yürüdü kolundan vücuduna. Bir yolcuydu artık Cemil, uzun süre önce çıkması gereken bir yolun yolcusu…

Gözlerini kapadı, kızının son görüntüsünü getirmeye çalıştı aklına fakat getiremedi. “Olsun,” dedi, “şimdi ona gidiyorum.”

“Bekle gittiğin yerde kızım… Gittiğin yerde… Gitmek istediğim yerde bekle beni meleğim… Geliyorum…”

Ne Cemil ne de Sıtkı ses çıkardı. İkisi de bedenine, kaderine, her şeyine sarılıp ağladı sessizce. Cemil bir ara gözlerini araladı ve ciğerlerini son kez nefesiyle doldurdu.

“Affettim seni,” dedi Sıtkı’nın elini sıkıca tutarken. “Affettim.”

Editör: Çisem Arslan

Ahmet Yurtsever
Latest posts by Ahmet Yurtsever (see all)
Visited 7 times, 1 visit(s) today
Close