Outlander, Diana Gabaldon’ın aynı isimli çoksatan kitabından uyarlanarak ekranlara ulaştı. Öncelikle konusundan başlayalım. Claire Randall, bir savaş hemşiresi ve 1945 yılında yaşıyor. Kendisi gibi savaşta yer almış olan kocası ile yıllar sonra yeni bir araya gelmişken, gizemli bir şekilde 200 yıl geriye, 1743 yılına yolculuk ediyor. Dizi bu gizemli yolculuğu ve o yolculuk sayesinde Claire’in tanıştığı Jamie ile birlikte oluşturdukları hikâyeyi anlatıyor.
Claire Randall, İkinci Dünya Savaşı’ndan yeni sıyrılabilmişken 1700’lü yılların İskoçya’sının ortasına düşerek yine birkaç yıl içinde gerçekleşecek olan bir savaşın içine giriyor diyebiliriz. 200 yıl öncesine yolculuk ettiğimizi düşünürsek eğer, günün şartlarına ve geleneklerine alışmaya çalışmak için büyük bir çaba harcayan Claire gibi hissedeceğimiz kesin. Dizi çarpıcı örneklerle bunu gözler önüne sermiş. İskoçya’nın 1700’lü yılları tüm doğal güzelliğiyle ve buna ek olarak insanların yaşayışı ve ilişkileriyle gösterilmiş.
Dizi ilerleyen sezonlarda, 1700’lü yılları sırf İskoçya’da değil diğer ülkelerde de tecrübe etme fırsatı sunuyor. Bunu da o kadar başarılı bir şekilde yapıyor ki, o dönemi sizin de yaşamanızı sağlıyor. Hatta şu an tarih kitaplarında büyük harflerle adı geçen kişileri karşımıza çıkarıp, onlarla tanışmanın, sohbet edebilmenin nasıl hissettirebileceğini de gösteriyor.
Konuyu genel olarak okuduğunuzda zaman yolculuğu ve 1900 – 1700’lü yılların işlendiğini görmek, herkesi bu bir bilim kurgu ve dönem dizisi olarak düşündürecektir. Ancak dizi bunun çok ötesinde… İzlediğiniz her dakikada hayatın hala uğraş içinde olduğumuz yanlarını gösteriyor. Dini inançlar, gelenekler, sosyal ilişkiler ince bir dantel misali işlenmiş. Kadının yeri ise hem 1900’lü hem de 1700’lü yıllarda, ne şanslıyız ki, şu an olduğundan çok daha çalkantılı bir halde sürekli sorgulanıyor. İngiltere’den İskoçya’nın ortasına düşmüş olan Claire’in kültür farklarıyla da boğuştuğunu göreceksiniz ve sonra nasıl uyum sağladığını… İnsanlığın dünyanın üzerinde geçirdiği yıllar boyunca nasıl birbirini ötekileştirdiğini, “öteki” olana nasıl gaddar davranışlar içinde olduğu; sadece İngiliz ve İskoç farklarıyla değil aynı zamanda siyahilik, kölelik, kadın ve erkek olarak da, tabiri caizse izleyenlerin gözlerine sokulmuş. Zaman yolculuğu kavramına dönecek olursam, birçok kişiye bu fikir fantastik ve klişeleşmiş bir fikir olarak gelip, diziyi izleyip izlememe kararını etkileyebilir. Ancak zaman yolculuğu ince detaylar ve mistik anlarla, gizemli bir hale getirilerek bir nevi ailelerimizin çocukken bize anlattığı eski zamanların doğaüstü masallarının tadında işlenmiş. Bu sayede izlerken bu fikir hiç rahatsız edici gelmiyor. Aynı zamanda, zaman yolculuğu fikri geleceği değiştirebilme, daha iyi bir hale getirebilme uğraşlarıyla da irdelenmiş. Romantizm kavramını dizinin dışında tabii ki tutamayız. Claire 200 yıl öncesine gittiğinde Jamie’ye âşık oluyor. Yaşadıkları ilişki ve birbirlerine olan sevgileri öylesine duru ve öylesine saf ki izlerken mest olacaksınız. Claire bir ömre iki-üç yaşam sığdırırken bunu bizim de yapabileceğimizi aynı zamanda da hayatımız boyunca bir değil daha fazla kişiyi sevebileceğimizi de gösteriyor.
İlk başlarda dizinin iyi sayılabilecek derecede normal bir dizi olduğunu düşünerek çok çok sevdiğinizi hissedemeyebilirsiniz. Ama dizi, izledikçe kanınıza karışan bir etken haline gelip sizi ekrana ve kendine bağlıyor. Outlander’ın konusu, işleyişi, değindiği noktalar ve müzikleriyle sizi kendine âşık edeceğinden eminim.
- Tenin Gözleri Kitabından 10 Mimari Alıntı - 23 Aralık 2020
- Bugünün 10 Parkı – Geçmişin 10 Kraliyet Bahçesi - 15 Aralık 2020
- Sadabad Sarayı ve Versay Sarayı Bahçelerinin Benzerliği–Barok Dönemi - 28 Haziran 2020