Çetindi bu kış, kapının önü kardan yürünmeyecek haldeydi. Yeşil renkli tahta kapı yarı beline kadar karla kaplanmış, yeni ütülenmiş beyaz bir nevresimi andırıyor. Mutfağın penceresi, bahçenin tamamını görüyor. Nesimi, içerde uyuyor. Onun tabakasından aldığım, bir içimlik tütünü sarmaya çalışıyorum. Acemiliğim parmaklarımın arasından düşen tütünlerden bağırıyor. Döke-saça sardığım sigarayı içilebilecek duruma getiriyorum. Mutfak masasına dayalı, ayakuçları paslanmış metal sandalyeyi belinden tutup tezgâhın kenarına çekiyorum. Dağların arasından yavaş yavaş doğan güneş, parçalanmış bir bardak misali her eve başka dağıtıyor ışıklarını. Bizim evdeki parçası mutfağın penceresinden benim yüzüme değiyor. Karla kaplı pencerenin açık kalan kenarlarından içeri sızan soğuk, ellerimi donduruyor. Tütünü dudağıma götürüp ilk nefesi aldığımda pencerenin kenarından içeri bakan meraklı güvercini görüyorum. Onun meraklı haline tebessüm ederken yakalıyorum kendimi. Aklımdan geçenleri gözlerimin önüne getiriyorum… Kaçtığı kafesini, onu sevgisiyle hapseden genci, belki yavrularını…
Nesimi’nin horlama sesi geliyor içeriden. Tütünümü çay tabağı altının metal kenarına bırakıp, mutfak kapısını aralıyorum, Sevinç’in mırıldanması katılıyor horlamaya. Baba ve kız mışıl mışıl uyuyor. Kapıyı yavaşça kapatıp, sandalyenin kenarına geliyorum yeniden. Gri, siyah, parlak tüyleri, kırmızı göz kenarları, hafif yamuk gagası ile hala bana bakıyor güvercin. Erzak dolabını açıp, bir avuç buğday alıyorum avucuma. Pencereyi zorlukla açıyorum. Güvercin hâlâ orda, gitmiyor, bakıyor içeri, bakıyor gözüme. Pencerenin kenarından tezgâha geliyor pırıltılı kar. Seke seke yaklaşıyor pencereye gri güvercin. Gagasının yamuk ucuyla, tek tek topluyor buğdayları. Öyle yavaş başlayıp öyle seri bitiriyor ki yemeyi, şaşkına dönüyorum. Çay tabağının kenarında duran sigaramın bitmeye yaklaştığını görüyorum. Avucumda kalan birkaç buğdayı, güvercini ürkütmeden karın üzerine bırakıyorum. Pencereyi kapatıyorum, kolayca kapanıyor.
Sigaramın sonuna yetişip yeniden dağlara çeviriyorum gözlerimi. Kış ortasında doğan güneş gözlerime değiyor. Gözlerimi kapatıyorum, göz kapaklarımın üzeri şeffaflaşıyor. İçime doğru, geliyor bütün ışıklar, kış üzerime oturuyor. Sağ avucumda kardelen açıyor. Ellerimi ısıtan gürül gürül yanan sobanın yanına oturup, orda kalmak istiyorum. Ama biliyorum, birazdan uyanacak maden bakışlı kız. Sevinç’in uyanacağı fikri sarınca beni ellerim hemen memelerime gidiyor. Gözlerim kapalı, ellerim memelerimdeyken içimden Nesimi geçiyor. Her ne kadar Sevinç’in boş memelerime yapışacağı fikri sarsa da beni, omuz başlarında küçük ormanlar biriktiren kocamı istiyor bedenim. Nesimi’nin ellerini hayal ederken, Sevinç’in sesini duyuyorum… Sandalyeyi yeniden masanın kenarına alıp, içeri fırlıyorum. Salonun kapısını aralayıp içeri uzatıyorum kafamı. Uyuyorlar.
Mutfağa gidiyorum yeniden, çaydanlığı yıkayıp ocağa koyuyorum.
Çay suyu kaynarken buzdolabını açıp kahvaltı için biber doğruyorum. Biraz peynir, biraz zeytin… Tepsiye koyduğum kahvaltılıkları salona götürmeden önce çekmeceden kareli sofra bezini alıyorum, elim yeniden memelerime gidiyor. Bomboş, verimsiz memelerini sıkıyorum, canım acıyor. Babaannemi anımsıyorum, ben ona ısrarla “Memelerim çok küçük nine, ben nasıl bebek bakacağım?” dedikçe o bana “Hele git başımdan! Meme memedir, süt süttür, kısmet kısmettir,” derdi. Konu nereden açılmıştı da ben ona böyle demiştim, hiç hatırlamıyorum.
Amcamın hapse düştüğü seneydi. Anneleri onları bırakıp gidince, kızları bize gelmişlerdi. O sene öldü babaannem, ne gelini diye bağrına bastığı kadının gitmesinden ne oğlunun hapisliğinden, soyunun devam etmeyeceği korkusu sarmıştı kalbini. Bütün çocuklarının evlatları kız olmuştu. O da öfkesini içine almış biriktire biriktire kendini eritmişti. Ne olursa olsun hala özlüyorum onu.
Sofra bezini koltuk altıma sıkıştırıp, salonun kapısını dizimle aralıyor, içeri giriyorum. Nesimi, yatağın ortasına oturmuş, dizlerinde Sevinç’i uyutuyor. Sol elinin, ince uzun tırnaklı başparmağını dudağına götürüp sus işareti yapıyor bana. Sofra bezini, divanda serili olan yatağın kıyısına serip, tepsiyi üzerine bırakıyorum. Sırayla çaydanlık, ekmek sepeti, su, su bardakları geliyor sofraya. Nesimi Sevinç’i yatağına uzatıyor, iç geçiyor Sevinç.
Sofraya oturuyoruz, Nesimi tek pencereli salonun perdesini sonuna kadar açmış, hafif hafif kar yağıyor. Tepeler, dağlar, çizgisini kaybetmiş. Görünen tek şey sonsuz beyaz dalgalar. Sessizce yapıyoruz kahvaltımızı. Nesimi, azar azar yediği sofranın başına dalgın gözlerle oturuyor. Oturduğu yerde karlar eriyor. Sessizliğin lezzeti kalıyor damağımızda.
Kahvaltı bittiğinde, Nesimi, tepsiyi alıyor bir eliyle, diğer eliyle de ekmek sepetini…
Elimde sadece çaydanlık, kapıyı açıyorum… Mutfakta yan yana duruyoruz. İkimizin parmaklarının arasında birer sigara, bu kez iyi sarılmış. Sigarasını bitirirken Nesimi, -ben henüz yarısındayım- dağların tepelerindeki bulut, hızlıca akıyor başka yerlere. İkimizde o bulutu izliyoruz. Sonra sol elimin başparmağına bir sıcaklık değiyor, onun eli… Kaç zamandır sazın teline değmeyen parmağı. Kafamı çeviriyorum ona taraf, gözleri zaten bedenimin üzerinde. Saçlarıma uzatıyor diğer elini, parmaklarını dolaştırıyor kulaklarımın çevresinde. Yüzünü yüzüme yakınlaştırıyor, öpüyor dudağımla yanağım arasında bir yerden. Sınırları kaldırılmış iki ülke gibi iç içe geçiyoruz o an, dudağında taze peynir kokusu… Bana dokunuşundaki yumuşaklıkta, sazını hatırlıyorum… Öyle güzel çalar, öyle yanık söyler ki, göğsümün ortasından seller akar.
Nesimi, eli elimde ikinci sigarasını yakmaya uğraşırken Sevinç’in sesi geliyor kulağıma. “Uyandı bizimki,” cümlesini ağzımın içinde geveleyip çıkıyorum mutfaktan. Kalbim yerinde değil sanki. Öyle uzun zaman oldu ki dertlerimizden sıyrılıp birbirimize dokunmayalı. Unutmuşum sanki tenini. Salonun kapısını aralıyorum, Sevinç yatağında debeleniyor, beni görünce çığlığı çıkıyor tavana. Kucağıma alıyorum, kafasını kulağıma dayıyor. Küçücük kafası, fare yavrusundan hallice. Nesimi kızının sesine geliyor, ardımızda duruyor. Sıkıca sarılıyor bize, ikimize birden. Sever bizi Nesimi. Sevinç, yarı uykulu mırıldanıyor kulağımıza. İkimizin kulağı bitişmiş onun yüzüne. Karnını doyurmam gerek Sevinç’in. Sarılmamızı yarıda bırakıp oturuyorum pencerenin aydınlık tarafına. Mememde süt yok. Sevinç meme ucumu çeke çeke süt arıyor. Küçücük memelerimden çıkmayan süt, acıtıyor bu kez canımı. Sevinç’in göğsünden gelen hırıltı azalmış. Henüz bir yaşına gelmemiş olsa da kocaman bir hastalığı atlatmıştı benim kızım. Geçirdiği zatürree, onu da bizi de çok yordu. Birkaç ay önce Nesimi’nin işsizliğinin bizi iyice yoksullaştırdığı dönemdi.
Yakacağımız bitmiş, içimiz donmuştu. Yakacak eşyamız kalmayınca komşulardan topladığımız tahtaları da kullanmış, sonu gelmeyeceğini sandığımız soğuğa teslim olmuştuk. Bundan sonra başlamıştı hastane maceramız. On günlük hastane hikâyemiz Sevinç’in dirayeti ile neşelenmişti. Ateşler içinde olmasına rağmen yüzündeki gülümseme hiç eksilmedi kuzumun. Hastanede yatışımızın ikinci gününde annem geldi. Kapıdan içeri girdiğinde kalbimdeki çarpıntı acıya dönüşmüştü bile. Annem, evlenmemi hiç istemedi ve tabii onun sayesinde koca bir aşirette… Evin en asi ve en inatçı çocuğu olarak onlara karşı gelip Nesimi ile kaçmamı saymazsak eğer bir sorun yoktu aramaz da. Onun Alevi köyünden, benim Sünni köyünden olmam en büyük karşı geliş sebepleriydi. “Nedir bu düşmanlık?” diye bağırdığımda bütün komşular evin etrafına toplanmıştı. Annemin kuru elleri, yüzümde acıdan yer etmişti o zaman. Neler yaşamıştık ufacık yaşımızda. Nesimi, beni hiç yalnız bırakmamış, bütün başkaldıran davranışlarımın arkasında durmuştu. Bu aynı zamanda benim mücadelemdi, kendi hayatımla ilgili kararlar almaya, hürriyetime dair bir mücadele.
Sevinç uyuyakalıyor, yorgun düşüyor ve ben biliyorum ki bu umutsuz bir uyuma.
Sevinç’i uyandırmadan yatağına koyuyorum, Nesimi boylu boyunca uzanmış. Gözlerindeki umutsuzluk bin bir kılıkta. Sevinç’i yerine koyduktan sonra mutfağa gidiyorum. Erzak dolabını açıyorum. Bir avuç arpa şehriye kalmış cam kavanozda. Bir parça Kehribar’ın verdiği tereyağı ve teneke kutunun dibindeki bir tatlı kaşığı salça ile pişiriyorum kızımın çorbasını. Mutfağı toplamaya koyuluyorum, içerden Nesimi’nin saz tıngırtısı yükseliyor. Öyle içli ki sazın sesi, elimi ayağımı titretiyor. Pencerenin kenarında bir sigara daha yakıyorum. Tütünü dudağıma doluyor. Kehribar çamaşır asıyor bahçede, donan çamaşırlarını tokaçla döve döve sepete doldurup yenilerini asıyor. İlker çıkıyor kapıdan, annesinin etrafında dolaşıyor. Durmadan konuşuyor. Hiç durmadan… Sevinç’in mırıldanmaları kesiliyor, sazın sesiyle uyuya kalıyor. Sigaramı söndürürken İlker ve Kehribar evlerine giriyor.
Tutacağı kırılmış olan dolabı açıp, kahve çıkarıyorum. İki pişirimlik kahvenin bayramdan kalma olduğunu biliyorum. Cezvenin içinden bayat kahve kokusu yükseliyor. Yine de öyle özel ki bu an. İki kişilik kahve, iki kişilik çaresizlik, iki kişilik aşk… Bu kahveyi kimin getirdiğini hatırlamıyorum ama şunu çok iyi biliyorum, “Fakirin cenneti iyi insandır.” Kahveyi pişirirken annemi hatırlıyorum yeniden, ne zaman kahve taşırsam bunu hisseder ve bağırırdı salondan, “Eğer kahveyi taşırmadan yaparsan git kendini öp,” derdi. En son dört ay önce gördüm annemi, oysa o kadar yakın ki bana. Dört köy yolu, dört hane, dört bulut, dört duvar. Babam o dört köy yolunun bittiği yerdeki Yeşil Köy’ün muhtarıdır. Altı tane sarı ve bol sütlü ineği, yirmi beş tane tavuğu, üç traktörü ve benim bilmediğim metrekare arazisi vardı. Tek katlı damlarının üzerine bir ev daha yapılmıştı yakın zamanda. Sevilmiyordu ama sayılıyordu. Borç verdiği aileler ona borçlarını ödemezse kıçlarından donlarını bile alırdı. Öyle saygın, öyle saygındı! Sıcacıktı evleri şimdi, annemde onunla yaşamaktan ona benzemişti. Kalbi taş, yüzü meymenetsiz, ciğeri kansız! Öyle çok benzemişti ki ona, sevgisini yalnızca ona veriyordu. O da yani babam da sadece kendini seviyordu. Bu yolun sonu hep bendim. Annem henüz bunu bilmiyordu. Mezheplerine tükürdüklerim.
Kahveleri taşırmadan yapıyorum. Nesimi odanın ortasına oturmuş, elleri dizlerinde dışarı bakıyor. Yere yakın evler, gökyüzünün mavi beyaz perdesinin tamamını görüyor nerdeyse… Gün ışığı, kar kalıplarının üzerini yalarken, kar taneleri hafif esen rüzgârla havalanıyor. Birkaçı bizim pencerede kalıyor. Nesimi iç çekiyor, ben kahve tepsisi ile çöktüğüm minderden uzatıyorum ona kahveyi, dudaklarında minik bir gülümseme beliriyor. Kahvesinden yudum alıyor, sonra bir yudum daha. Kafamı dışarı çeviriyorum, bir kurt geziyor beyaz örtülü ovada. Kafasını çevirip bana bakıyor, bir kaç saniye bakışıyoruz, korkuyorum. Sevinç mırıldanıyor, sesi Tanrı’ya ulaşıyor mu? Gözlerimi açıp kapatıyorum, kurt gitmiş. Soldaki saate bakıyorum, kurt bu saatte gelmez ki buralara. Gözüm doluyor.
Nesimi kahvesini yudumluyor yeniden. Sol elinin ince uzun parmaklarını cebine atıyor. Süt ve ekmek alabilecek kadar para bırakıyor kahve tepsisinin kenarına. Kızarıyor yüzü. Sağ gözü seğiriyor görüyorum. Ne zavallı hissediyor kim bilir kendini! Ne zavallı hissediyor bizi!
“Kaç gün kalacaksın Ankara’da?”
“Birkaç gün kalırım herhalde, yalnız başına kalabilecek misin Selvi?”
“Sen dert etme. Sevinç var, neden yalnız olayım?”
“Sen bize süt alıp gel de öyle çık yola… Bugün Kehribar’a bırakamam kızı, Mahmut abi gelecekmiş yoldan.”
“Ben de öyle bir iş bulaydım iyi olurdu.”
“Allah büyüktür Nesimi.”
Sesim, ortadan ikiye kırılıyor. Kahve fincanlarını tepsiye alıp, mutfağa gidiyorum koşar adım. Nesimi de peşimden geliyor… Tabakasından iki sigara çıkarıyor, biri bana, biri ona. Sigaralarımızı yakıp yere çöküyoruz. Kafalarımızın üzerinde siyah bir bulut beliriyor. Bardak altından yaptığımız küllüğe bırakıyoruz sigaralarımızı. Üzerimize yağmur yağıyor. Islanıyor bahçeli evimizin salonu, çocuk odasındaki oyuncaklar çamura karışıyor, etrafı renkli çitlerle kapalı evimiz sele kapılıyor. Yok oluyor. Nesimi’nin gözünde buğu, benim ellerim titriyor. Ne hayatı affediyorum, ne de annemi!
Tam o sırada kapı çalınıyor, gelen köyün öğretmeni Mustafa’nın eşi Canan. Çocuklarının az kullandığı kıyafetlerini getirmişti Sevinç’e. Bana da okumam için Fikrimin İnce Gül’ünü. İyiydi Canan, fakirin cennetiydi. Kapıyı kapatıp, poşetlenmiş kıyafetleri dış kapının arkasına koyuyorum. İçindeki kitabı alıyorum.
Nesimi salona geçmiş uzanmıştı, gözleri yine derindeydi. Pencerenin etrafından sızan soğuk çorapsız ayaklarını soğutmuştu… İkimiz de üşümüyorduk artık, derimiz soğuğu sevmişti. Yanına uzanıyorum, ensemden öpüyor beni. Kulağıma fısıldıyor en sevdiğim türküyü. Zeytin kokuyor nefesi, onca tütüne, onca acıya rağmen. Şükür diyorum gözlerimi kapatıp, bin şükür. Birkaç dakika öylece uzanıyoruz. Nesimi duvarda asılı olan, camı kırık saati görünce fırlıyor yerinden. Hızlıca giyiniyor. Ses etmeden bana hemen çıkıyor evden, anlıyorum bir yere gidiyor. Sevinç’i kontrol ediyorum, birazdan uyanacak anlıyorum.
Nesimi eve dönüyor, bir paket süt, bir paket makarna ve biraz da zeytin var elinde. Mutfağa koyuyor aldıklarını, yüzünü çevirip bakamıyor bana. Evyenin kenarında duran odun çuvallarına bakıyor, boş. Kalan odunlar akşama bizi anca çıkarır.
Soğukta kalacaktık. Nesimi yutkundu. O da biliyordu, ölecektik. Ah baba, adın batsın! Nesimi, yeniden dışarı çıkıp kalan çalı çırpıları toplayıp geliyor. Ellerini yıkıyor evyede. Aynadan bana bakıyor. Tebessüm ediyorum, acı acıyı tırpanlıyor. Boyuna sarılıyor, kalbini duyuyorum. Sevinç’in yanına gidiyor. Soğuk elini öpüyor. Nesimi, ona hazırladığım poşeti alıyor sol eline, sazını da alıyor. Duvardan indirdiği sazı tozlanmış. Beyaz atleti görünüyor, poşetin yırtık kenarından. Yola çıkıyor, nefesi şimdi gurbet kokuyor.
Sevinç uyanıyor, uzanmış minderinde etrafa bakıyor. Emziriyorum sonra, sonra yeniden uyuyor. Soğuk iyice bastırıyor. Çalı çırpı, nevresim, ne varsa yakıyorum. Isınmıyor. Sevinç’e bakıyorum, terlemiş, ateşi çıkmış, sancıyor her yanım. Nesimi ne yapıyor şimdi. Yoldadır hâlâ, ölüyoruz diyorum. Ağlıyor sevinç, ağrısı var, ateşi var, ev soğuk, içi üşüyor kızımın. Komşulara bakıyorum, kimsenin evinde ışık yok. Herkes uyumuş, herkes uyuyor, herkes fakirleşiyor. Mustafa Öğretmen’e gidiyorum, ışıklar kapalı, evin bahçesi kardan geçilmiyor. Eve dönüyorum Sevinç ağlıyor. Yeniden emziriyorum, üstünü çıkarıyorum, ateşi var. Nesimi koş gel Nesimi! Ölüyoruz! Sevinç’i yeniden giydiriyorum, üzerine ne bulursan sarıyorum. Büyük kırmızı omuz şalımdan bohça yapıyorum. Sevinç uyuyor içinde.
Çıkıyorum evden, kasabaya doğru gidiyorum. Bahçeden çıkarken evime bakıyorum. Nesimi el sallıyor bana, gülümseyerek. Kurt var Nesimi’nin yanında. Kurt uluyor. Gökteki ay düşüyor. Feneri yola tutuyorum, yürüyorum, yürüyorum… Ne kadar yürüdüğümü bilmiyorum. Sevinç’i emziriyorum dört kez, ateşi var, kızım yanıyor. Benim burnum donuyor. Nesimi anlatmıştı bir keresinde, askerlik yaparken görmüştü arkadaşını, kulakları kırılmıştı soğuktan. Ellemiyorum burnumu, korkuyorum. Yürüdükçe sıcak akıyor sırtımdan, çakalların sesi geliyor, korkuyorum. Ya şimdi gelirse o kurt yeniden! Neredesin sevdiğim?
Kasabanın ışıklarını görüyorum. “Tamam,” diyorum. “Geldik. Az kaldı Sevinç,” diyorum. “Bir kez daha emzireceğim seni, sonra sıcağa çıkacağız kızım,” diyorum. Sırtımdan alıyorum Sevinç’i. Kırmızı şalımın içinde gözleri kapalı, öylece duruyor. Nefesi donmuş, kirpiklerine kar taneleri yapışmış. Neredesin Nesimi! Işıkları yanıyor kasabanın, geldik diyorum. Kimse bana bakmıyor.
- Polisiye Sesler: Alper Canıgüz - 20 Mart 2024
- Polisiye Sesler: Halis Dokgöz - 13 Mart 2024
- Polisiye Sesler: Timur Soykan - 6 Mart 2024