Bomboş, bembeyaz bir sayfaydı önümde uzanan; sanki tünelin ucundaki son ışık gibi. Elimi uzatsam bir yasemin kokusu olacaktı her şey. Hafif bir iç çekişi duydum odada. Izabel, artık alelade bir köşe yastığıydı koltuğumda, vitrindeki bir çocuk biblosu, kopan bir gitar teli veya her gün aynamın önünde oyalanırken arkamdan hızlıca geçen bir gölgeydi.
-Artık yazamıyorum Izabel.
Izabel hiçbir şeyi umursamıyordu. Çıt bile çıkarmadan hızlıca geçti yine odadan. Pencereden dışarı baktım bir süre, şehir bembeyaz yorganını üzerine çekmiş, bir kış uykusunda gibiydi. Korkunç Ankara ayazı kurban bekliyor gibi asılıydı havada. Hiç dokunmadan kapıma vuruyor, penceremi tıklatıyor, içeriye davet edilmeyi bekliyordu. Bana anlatacağı binlerce yıllık hikâyeler vardı. Birazcık dinlesem olmaz mıydı? Hem yeni yazılarıma da ilham olurdu belki. Çok yalnızdı, çok açtı. Ben de yalnızdım bu küçücük, kutu kadar evde. Birbirimize iyi arkadaş olurduk belki.
Boş sayfaya döndüm. Yanımdaki sandalye hafifçe gıcırdadı biraz.
-Izabel, artık hiç yardımcı olmuyorsun.
Masaüstü lambasını yaktım. Kül tablasındaki izmarit yığını burnumu yokladı hemen.
Bağlarda zaman yeşillere sarılara bürünerek, ıslık ıslık geçerdi, Topal Osman o gün iki kere uzaktan el sallamıştı sevdiğine. Köydekiler onun “cinlere karışmış” bu hallerine alışıktı. Bir tek zaman, hep biraz daha sararırdı Osman’ın neşe dolu ama karşılıksız kalan gülümsemelerine.
Izabel beni dinlemiyordu.
-Olmuyor değil mi? Ben ne anlarım ki zaten köy hayatından? Ben hiç köyde yaşamadım ki. Senle ben, bir köye gitmedik bile beraber. Sahi biz en son nereye gittik seninle?
Karalamalarla dolu kâğıtların arasından kalktım, hatıralar sanki kanepenin ucunda bir battaniye, duvarda asılı eski bir takvim, bir köşe yastığı ve bir biblo.
-Biz seninle bu şehirden hiç ayrılamadık bile, değil mi?
Birkaç siyah tel, kulaklarının arkasından kendini savurmuştu, elleri onları düzeltmeye durdu. Tırnaklarında kırmızı oje, siyah uzun kirpikler, kahverengi uzak bakışlar ve işlemeli eteğinin altında bir çift ince bilek, bir çocuk gibi kurulmuştu karşıma. Asla yüzüme bakmıyordu.
-Izabel? Sen hiç gelmedin aslında bu şehre, değil mi?
Ayaz tekrar tıkladı camları. Kar beyazının bu dünyaların ötesini anlatan bir büyüsü vardı hep. Ama ben artık öykümü yazmalıydım.
Esefle baktı üstüne başına Izabel, masal şehri Paris’e girişinin böyle olacağını hiç düşünmemişti. Sanki yol boyu bir çöl fırtınasına maruz kalmış gibiydi. En çok da özenle seçtiği siyah iskarpinlerine üzülüyordu. Bir mendil çıkardı küçük el çantasından, tam o esnada esrarengiz bir genç adam istasyonun köşesinden dönmüş, onun olduğu tarafa doğru ilerliyordu.
Kafamın içinde şefi olmayan bir orkestra, kimsenin duymadığı bir besteyi çalmaya başladı, bana uğultu gibi geldi. Siyah uzun kirpikler kapandı. Komşularımdan biri gürültülü bir şekilde bir kapıyı açtı.
-Böyle de olmuyor. Ben bilmem ki eskiden kadınlar nasıl giyinirdi, kendilerine nasıl özen gösterirdi, bir erkeğin yoluna bir mendili nasıl usulca bırakırdı. Sen biliyor musun Izabel? İster misin bırakalım tüm bunları, seninle Çankaya’da bir yokuştan aşağı koşalım sadece. Öyle el ele göz göze değil, sen önden bırak kendini ben arkandan sürüklenirim. Yolun bittiği yerden bineriz bir Seyranbağları dolmuşuna. Kışın kuğular havalanır Tunalıhilmi’ye giden gökyüzünde, onların her biri birer dilektir. Ben ekmekleri küçücük bölerim Kuğulu Park’ta, sen de bir bardak mısırla kurulursun bir banka. Kendimizi doyururuz etrafımızdaki tüm canlılar kadar. Ben sana kalın, sıcacık bir şal alırım. Hala buza çalmamış karlar bulursak oynarız biraz da. Kızılay’a yürüyüş soğuk; ısınırız yol üzerinde bir bardak çayla. Izabel, bu şehir var ya, kışın dünyanın en huysuz yaşlısı, en hırçın çocuğu. Onu da öyle bir seviyorsun ki ama. Güzel çocukları kim sevmez, İstanbul’u, İzmir’i ya da Barselona’yı, süsleye süsleye bitiremezsin. Ama asıl sevgi Ankara’dır. Aldığında üzerine büyük gelen bir elbisedir, giyemezsin de bırakırsın vitrinde. Önünden geçersin arada, öyle bakar geçersin, denemezsin belki bir daha. Ama gözünün ucundan yürür yine seninle Meşrutiyet Caddesi boyunca. Öyledir işte bazen, sevmek en çok yanında olmayanındır. Hatta bazen hiçbir zaman var olmamış ve olmayacak olanındır Izabel.
Oturdum yerime, bomboş bir sayfa önümde. Acaba biraz soğuk hava iyi gelir mi zihnime? Belki bahçede bir sigara. Döndüğümde yine denerdim, Izabel nasılsa bir yere gitmiyordu, orada bir köşe yastığı, bir biblo ve bazen bir takvim yaprağı.
Izabel bilmiyordu son bir sigara yaktığını o anda. Bütün gece karşısında oturmuştu o adam, sesinde omuzları düşük ve yorgun bir Barselona vardı yazar olduğunu söylerken; ama Izabel çok uzaklarda, yabancı bir diyarın yabancı bir lisanını duyar gibi oldu onu dinlerken. Bir flamenko usul usul adımlamıştı salonu bütün gece. Ağzında bir dal sigarayla hafifçe ona döndü adam. Izabel çakmağına uzandı. Masalardaki bütün dinleyiciler alkolün ve geç saatlerin verdiği neşeye teslimdi. Şarkıcı kadın oturduğu yerde eteğini düzeltti, bir ressam sanki tablosunda son rötuşlarını yapıyordu. Sigarasını yaktığı adam, adımlarında da bir yorgunlukla geçip gitti masaların arasından, Izabel sandalyenin arkasına bıraktığı şalına sarıldı. Topuzundan kurtulan bir tutam siyah saçı kulaklarının arkasına atarken, havada savrulan bir şeyi yakaladı parmaklarının ucunda. İncecik bir kar tanesi gözlerinin önünde eriyip gitti ve Izabel, o adamı bir daha hiç görmedi.
- Bir Tablo: Son Dans - 3 Ocak 2021