Hep merak etmişimdir. Şairin zihni nasıl çalışır? Şiirlerini hangi duygularla, duyarlılıkla, ruhuna düşen hangi İzlerle yazar? Cahit Zarifoğlu kapalı anlatımıyla bana hem gizemli hem de çekici gelen bir şair. Kabul edelim onun metinlerini anlamak zor. O yüzden onu okumaya niyetlenmiş bir okur, metinler üzerinde emek vermesi gerektiğini peşinen kabul etmesi gerek. Zarifoğlu metinlerinde dünyasını hemen önümüze sermiyor. Bize takip edebileceğimiz bazı ipuçları veriyor. İşte bu ipuçlarını birleştirebilmek için Zarifoğlu’nun gündelik hayatını, en azından kendi kalbine düşen imleri tanımak ve bulmak istedim. “Yaşamak” bunun için biçilmiş kaftandı.
“Yaşamak” kitabı Cahit Zarifoğlu’nun 1943-1979 arasında kaleme aldığı güncelerden oluşuyor. Şair Avrupa seyahatlerindeki gözlemlerine, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde öğrenci, memur ve asker ve yazar olarak yaşadıklarına yer veriyor. Kitap bir yap-bozun parçaları gibi. Kronolojik bir sıraya göre ilerlemiyor. Bu da yazarın yaşadığı dönemlerde yazdıklarını zihnimize oturtabilmemiz için parçaların birleştirilmesi gerektiği bir mücadeleye itiyor bizi. Yani Zarifoğlu şiirlerinde kendini kolay kolay ele vermediği gibi, güncelerinde de hemen ele vermiyor. Fakat kitap 1979 tarihi ile başladığı gibi aynı yılda yazılmış başka bir şiirle sona eriyor. Bu durum da günce tarihlerinin bu şekilde tercih edilmesinin bir bilince dayandığını gösteriyor.
Kitapta tam da beklediğim gibi şiirinin hangi ortam ve şartlarda geliştiğini ele veren gözlemler, şiirinin önermelerini oluşturan düşünce ve değerlendirmeler barındırıyor. Bunun yanında küçük roman denemeleri de yapıyor zaman zaman . Yaptığı bu denemeler Amerika-Vietnam savaşını konu ediniyor. Bunun yanında kendisinden beslendiği edebiyat ortamlarını, parasızlığını, kıt kanaat geçinme çabasını samimi ve dupduru bir üslupla anlatıyor. Şairin şiirlerinde babasına bolca yer vermesini hep dikkat çekici bulmuştum. Güncelerinde babasının ona yazdığı mektuplara yer vermesi ve kendisinin öğretmenlik yaptığı yerleri yine babasının isteğiyle ziyaret edişini uzun uzun anlatışı boşuna değil. Şair kendi derinliğinin kaynağını keşfetmemizi istiyor sanki. Çünkü babasının mektuplarındaki üslubun inceliği, oğluna olan düşkünlüğü merhameti, kucaklayıcılığı ve endişesi bize babası ile şairimiz arasındaki güçlü bağlar hakkında bir fikir veriyor.
“Cahitçiğim, (…) namazlarını ihmal etme. Her iş allahü azimüşşandan biter. Hepimiz onun huzuruna çıkacağız. Ne mutlu yüzü ak çıkanlara. Allaha emanet eylerim. Babanız, Niyazi Zarifoğlu.”
Askerdeki şairimize: “Düşman karşısında bir saat nöbet beklemek ve vazife görmenin 60 sene nafile ibadetten hayırlı olduğunu bizzat sevgili peygamberimiz beyan buyurmuşlardır. Böyle bir vazifeyi yapmakta bulunduğunuz için seni ve bilcümle arkadaşlarını tebrik eyler başarılar dilerim. Babanız.”
Şairin babasının mektuplarının birçoğu bunun gibi temenni ve hatırlatmalarla son buluyor. Şaire ana meselesini hatırlatıyor. Onun için endişeleniyor, fakat şefkatle ve nezaketle. Bir anlığına şairimizin babası bizim de babamız oluyor, İçimiz ısınıveriyor.
Şair kızının doğması, babasının vefatı gibi hayatında yer etmiş önemli tarihleri ise tek ve basit bir cümleyle ifade ediyor. “ ANKARA 1 ŞUBAT 1978 (23 Safer 1398) babam vefat etti.)… (ANKARA 1977, 6 AĞUSTOS SAAT 02.25. kızım doğdu.” Böyle yazmasının sebebi acaba yaşadığı o yoğun duyguları anlatamayacağını düşünmesi mi, yoksa ne yaşadığını okuyucunun keşfetmesini istemesi mi? Bunu anlamak güç.
Zarifoğlu bu eserinde sadece kendi dünyasının alt metinlerini sunmuyor. Aynı zamanda döneminde kendine temas eden ve onu etkileyen Necip Fazıl Kısakürek, Fethi Gemuhluoğlu gibi şairlerle yaşadıklarını tadımlık da olsa bize gösteriyor. Onların şeyhleri ile olan ilişkilerinden kısa kesitler sunarak edebi anlayışında beslendiği geleneğe dair ipuçları da veriyor. Yer yer aynı ortamı paylaştığı şair arkadaşlarına da değiniyor. Bazılarının şiir üslubunu değerlendiriyor satırlarında.
Makbul sanatın imkanı üzerine değerlendirmeler yapmaktan geri durmayan şair, şiir ve şair kavramlarını da irdeliyor. İsmet Özel’in de bulunduğu bir edebiyat ortamında edebiyatın, sanatın amacını, şairin görevinin ne olması gerektiğini tartışan şair, kendi şiirinin teorisini de yapıyor bir bakıma. Edebiyat anlayışının oturduğu temelleri de bize sunuyor böylece.
“Toplum buhran içindeyse bu buhran sanat eserine de gölgesini vuracaktır elbet. Ama büyük sanatçı bu buhranın içinde bile umut ve pırıltı bulabilir, bu çizgiyi bütün eserine hakim kılabilir. Sanatçı değerler anarşisi yaratan değil, bir değerler ahengi kuran kimsedir çünkü. Onun eseri daima huzur verici bir şeyler de taşır. En umutsuz anlarda bile şairin sesinde umuttan ölümsüzlükten gelen bir ses yankılanır. (…..) Sanatçı her şeyden önce hasbi bir insandır. Eserine karşılık beklemez. Hak bildiğini yazar, ve çoğu zaman yalnız yaşar. Bunu yaparken daima toplumun kutsal değerlerine saygı besler. Bu değerlere küfretmez. Sanatçı bir kez küfretmeye görsün, o an insana ve hayata saygısını da yitirir. Onu hor ve aşağılık bir yaratık olarak görmeye başlar. ” Diyerek sanatçının toplumdan kopmaması, onun değerlerine saygı duyması gerektiğinin altını çiziyor. Bunu söylerken edebiyat anlayışının halka karşı değil, halkın yanında olup gelenekten beslendiğini vurguluyor. Halkın kutsallarından ve insanlık değerlerinden beslendiğini bize sezdiriyor. Cumhuriyet sonrasındaki sanatçıların, gelenekten ve insanın temel doğrularından git gide uzaklaştığını ve ondan ilgisini kopardığını söyleyerek onları da eleştirmekten geri durmuyor. Sanat ve geleneğin arasında sıkı bir bağın olması gerektiğini vurguluyor.
“Duyuyorum, bunlarla sanatın ne ilgisi var deyip duruyorsunuz. Söyleyin iki hayatınız mı olacak? Ne saçma! Olamaz bu! Ama oluyor bile. Yazık ki böyle bir iki canlılar var. Ve acısı bunu fark etmemişler dolu(…) İçiniz sizindir. Arkanızdaki içiniz. Ben yargıyı dışınıza bakarak vereceğim. Bir süre de olsa bir arada olundukta namaz kılmayan birinin saklanmasına imkan yoktur. Bir sonraki vaktin girmesi eserinizi ışık altıa alır ve bu ışıkta içimiz de bir parça görünür. Sadece yargımız için, açıklamasanız bile. Böyle söyledi. Sustu.” Zarif şairimiz şiirin şairin yaşamıyla da tutarlı olması gerektiğini ifade ediyor.
Zarif şairimiz birey olmanın tüm imkanlarını kullanarak kendi dünyasını yine kendine has kapalı üslubuyla anlatıyor. Bunun yanında inandığı ümmet olma bilinci üzerinde kafa yoruyor ve kitabın sonuna doğru kendine has üslubuyla gönüllerimize birkaç dize serpiştirmekten geri durmuyor:
“….Kendi dillerimiz kımıldar gibi
İştahlı ve başıboş
Fakat hiçbir kıyılarına özlem duymadık
Ne yalan doğduk ne suçlu aktık
Yalnız ve kaviydik açtığımız çağda
Bir başak gibi dolu
Gizli ve başımız yukarda
……
Sen de arkadaş. Bilali kardeş. Endonezyalı toprak. Abdülkadir es Sufi ve komşularımız. Moroda capcanlı olan elimiz. Eritre birliklerimiz. Afganistan fatihleri. Pakistanın sabır kaleleri. Ve yurdumdaki muamma birlikleride
Sen de dolgın
Umursamaz görünümlü çocuk
Gaganı pençemin yanına getir
Sır kelimeleriyle yıka hayat kapılarını
Koş yanımıza deve soluğu gibi
Nasıl da ayırmışlar birbirinden aynı tür cenkçiyi…”
Ve şairimiz kitabını Peygamberimiz’i hatırlayarak başladığı gibi yine hak aşıklarının hallerini anlatan dizelerle bize ideal insan (insanı kamil) modelini anlatarak bitiriyor. Böylece şair nihai hedefini de bize belirtmiş oluyor.
Şunu belirtmeliyim ki şairi tanımak için bu kitabından başlayanlar, epey zorlanacaklar. Bu zorlanmanın en aza inmesi için yayınevi tarafından iyi bir sunuş yazılabilirdi. Hem şairin dünyasını , şiir üslubunu, edebiyat anlayışını, hem de neden bu şekilde ilk bakışta “dağınık ” olarak nitelendirilebilecek bir ilerleyişle kaleme aldığını okuyucuya anlatılabilirdi. Titizlikle hazırlanmış bir sunuş yazısı okuyucuyu hem şairin üslubuna hem de onun bu derin dünyasına hazırlayabilirdi.
Yine de zarif şairimiz Cahit Zarifoğlu’nun günceleri bize özgün, derin, gizemli bir şairin dünyasını yine onun dilinden bize tanıma imkanı veriyor.
- Boşluk - 7 Ağustos 2020
- Zarif Şair Cahit Zarifoğlu’nu Anlama Rehberi: Yaşamak - 18 Temmuz 2020