Küçük sevimli sahil camisinin minaresinden okunan hüseyni salâ göğü dolduruyordu. Musalla taşında üç ayrı tabut uzanmıştı. Birine yemeni, diğerine ay yıldızlı bir bayrak örtülmüştü. Daha küçük tabutun üzeri ise boştu. Yemeniyi, bayrağı seren el, belli ki bu küçük tabutta yatanı bir sınıfa sokamamıştı.  

Arif Hoca beyaz sarığı ve krem cübbesiyle musalla taşının önündeydi. Orta boylu, kır sakallı, hafif kilolu,  orta yaşın sonlarında biriydi. Köşeli geniş yüzüne, puslu mavi gözlerine bakan herkes ister istemez etkilenirdi. Cemaatin önünde her zaman dimdik duran, bir asker disipliniyle ritüelleri icra eden bu adam, bugün hayatında hiç olmadığı kadar zorlanıyordu.  Sık sık musalla taşından destek alıyor, ellerini sıkıyordu. Gözleri bir çift çukur olmuş giderek kararıyordu. Ne kadar engel olmaya çalışsa da o çukurdan dışarı sızanlara engel olamıyordu.  

Oysa daha dün Arif Hoca İkindi namazını kıldırdıktan sonra mihrapta bağdaş kurmuş oturuyordu. Son cemaat mahfilindeki İsrafil’i dinliyordu. Nebe Suresi bu seste içli, sakin bir dere şırıltısıydı ve cemaatin kalbine can suyu olup akıyordu. İnsanlar bu tilaveti çok beğenmiş, duadan sonra bu genç müezzine sarılıp tebrik etmeden edememişti. Arif Hoca o an sevinciyle bütün camiyi doldurmak istemişti, ama işte bu cübbe sadece yüzüne küçük bir gülümseme sızmasına izin vermişti. Namazdan sonra Arif Hoca’nın hanımı lojmanın arkasındaki küçük bahçeden bir poşet yeşillik toplayıp gelininin eline tutuşturmuştu. “Torunumla yiyin. Yedikçe bizi hatırlayın, olur mu?” diye de tembihlemişti. 

Uzun sarı saçlı torunu gitme vaktinin geldiğini anlayıp Arif Hoca’nın kucağından hiç inmek istememiş, “Dedem olmadan gitmem!” deyip diretmiş, istediği olmayınca da ağlamaya başlamıştı. Sonunda Arif Hoca en yakın yıllık izninde muhakkak torununu ziyaret edeceği sözünü vermişti de öyle ikna edebilmişti minik prensesini. El öpüp ayrılma sırası kendisine geldiğinde babasının puslu mavi gözlerine, kırçıl düzenli sakalına, şişman ve kısa parmaklarına baktı bir müddet. Uzun uzun sarıldılar. Su içer gibi kokusunu uzun uzun çekti içine. Annesinin gözlerinden sicim gibi yaşlar dökülüyordu ama hayat insana doğduğu yerle doyduğu yer arasında bir tercihe zorluyordu. İsrafil ayrılırken babasının yüreğine de durmadan kanat çırpan huzursuz bir kuş bırakmıştı. Sonunda araç lojmandan ayrıldı ve ana caddenin trafiğinde kayboldu. 

Arif Hoca ve hanımı akşam ezanına kadar içlerindeki huzursuz kuşu sakinleştirmek için küçük bahçelerinde kendilerini oyalamaya koyuldular. Bahçenin kenarındaki akşamsefasını, karanfilleri ve mimozaları suladılar. Akşam namazını kıldırıp lojmana dönünce kendisinin de anlayamadığı bir sızlama hissetti Arif Hoca. Hayırdır inşallah dedi içinden.  Cep telefonu çalmaya başladı. Arif hocanın içindeki kuş kanatlarını daha hızlı çırpıyordu.

“Alo, evet benim? Babasıyım ben… Bir şey mi oldu?… Nasıl?… Emin misiniz kızım? Hangi hastanede? Hemen geliyorum. Telefonu zar zor kapadı sanki dünyayı kendi üstüne kapadı. Olduğu yere çöküverdi. Hanımı “N’oldu bey? Yüzün kireç gibi. Allah aşkına n’oluyorsun? Al iç şu suyu. Efendi! Efendi! Arif! Arif!” 

İkindi namazından çıkan cemaat yavaş yavaş Arif Hoca’nın arkasında saf tutmaya başladı. Kimse gerekmedikçe konuşmuyordu, sadece birkaç kişi safların düzgün olması için kısa ve kesin emirlerle birbirlerini yönlendiriyordu. Cemaat toplanmaya başladı. Kadınların yaşlıları cemaati görecek şekilde avlunun öteki ucuna yerleştirilmiş plastik beyaz sandalyelere oturmuştu. Beyaz başörtüsü takmışlardı. Arif Hoca’nın hanımına sakinleştirici verilmiş olacak ki plastik sandalyede öylece yığılmıştı adeta. Boş bakan gözleri ileride belirsiz bir noktaya sabitlenmişti. Gözlerindeki anlam yitip gitmiş, elindeki mendil parmaklarının ucunda öylece kala kalmıştı. Arkasında ayakta bekleyen cemaati seyrediyordu. 

“Yazık oldu. Dağ gibi adam. Kapılardan sığmazdı. Ah kader bu, elden ne gelir!”  “Şşşt sessiz! Kadıncağızın ağlamaktan gözünde yaş kalmamış. Acısını kanırtmayalım.” “Vah vah vah! Buna can mı dayanır! Daha dün o yavrucakla bizim dükkana ekmek almaya gelmişti. Birbirine bir sarılması vardı ki sormayın. Herkes torununu çok sever ama onlarınki başkaydı.”

“Kamyonla kafa kafaya gelmişler. Allahsız şoför ters yönden gelmiş, biçmiş arabayı.  Şoförü de sarhoşmuş, kör olası. Kendini de öldürdü Hocamızın ocaklarına da incir ağacını dikti adi herif.” 

“ Bakın Arif Hoca oğlunun başında bir şeyler mırıldanıyor. Ne konuşuyorlar acaba? 

Arif Efendi oğlunun tabutunun önünde bacaklarının onu ayakta tutması için dua ediyordu. Cemaatin önünde ağlamamak için çabalarken hep oğlunun içinde olduğu fotoğraf slaytları önünden geçiyordu. Bu ilk baba deyişi, bu ilk kavga edip kaşını yarışı, bu aşık olup gözleri kızarana kadar ağlayışı ve bu da akadamiyi kazandığını öğrenip sevinçten babasını şapur şupur öpüşü… Gözlerindeki ışıltı ne mucizevi bir şeydi. Sonra ilk görevi, ilk başarı nişanı aklına geldi. Üniforma giymeye alışmış kaslı vücuduyla damatlık içinde nasıl da tuhaf durduğunu hatırladı. Ama illa ki yakışmıştı. Bütün bu anılar zihnine hücum ederken içindeki her şey boşalmış gibiydi. İki üç adım sola doğru ilerleyip iki tabut arasında durdu. Kızım gibi sevdiğim gelinim, can parem torunum diyebildi. Tabutu okşamaktan kendini alamamıştı. 

Cemaatten homurtular gelmeye başlayınca, arkasına dönüp baktı. Ne de kalabalıktı. “Elhamdülillah, sevenin eksik olmazdı zaten yavrum.” dedi içinden, gururlanmıştı. Genelde namaza başlamadan önce ölüm hakkında birkaç kelam eder, insanların sarsıldığı bu nadir anlarda onları hakikate çağırmayı ihmal etmezdi.  Ama şimdi bırak konuşmayı, nefes bile alamıyordu neredeyse. Ağzını açar açmaz boğazına bir kalleş taş oturuyor ve hiç de kalkacağa benzemiyordu.

“Muhterem cemaat.  Sesi titremişti.  Susmak zorunda kaldı. “Hasbünallah” çekti yeniden. Bugün burada oğlum İsrafil, eşi gelinim Hâle ve Torunum Zeynep’in ce ce, cenaze namazlarını kılmak için bulunuyoruz. Rabbimiz, her nefis ölümü tadacaktır buyuruyor, Allah’tan geldik, yine ona döneceğiz. Biz inanıyoruz ki oğlum ve ailesi Rabbine kavuşmuştur,” dedi. Kalbinden kaynayanlar gözlerinden sızıyor, yol bulup aktığı yerleri eritiyordu:

“Alacağı olan varsa söylesin, ödeyeyim.  Kimsenin oğlumda gelinimde hakkı kalmasın,” dedi. Avludaki sessizliği bir tek kasım sakaları bozuyordu.

Arif Hoca cemaate göz gezdirdi. Ses çıkmayınca: “O zaman bu musallada yatanlara dünyadaki haklarınızı helal eder misiniz?” “HELAL OLSUN.” “Haklarınızı helal ediyor musunuz? “HELAL OLSUN!” “Haklarınızı helal eder misiniz?” “HELAL OLSUN.” “Rabbim şahitliğinizi kabul etsin!” Dedi.

Her üçünün de namazını kıldılar.“ESSELAMÜ ALEYKÜM VERAHMETULLAH”  dendiğinde Arif Hoca’nın kalbindeki kuş can çekişmeye başlamıştı. Git gide ağırlaşan kuş neredeyse yere düşecek, düşerken de Arif Hoca’nın can damarlarını koparacaktı.  

“İsrafilim, birazdan seni omzuma alacağım. Hiç korkma.” dedi tabutu okşarken. Kendine de söylüyordu sanki.  “Çocukluğunda oyun oynarken yorulup uyuya kalırdın. Ben de seni yerden alıp yatağına götürdüm hani. İşte öyle yatağına koyacağım seni yavrum, korkma,” dedi içinden. “Şimdi gidiyorsun. Ama yanında yine eşin, kızın var, yalnız hissetmeyeceksin. Biz de size kavuşacağız bir gün. O güne kadar seni Efendimiz’in kucağına yolluyorum.” Duraksadı. “Oğlum, gelinim, torunum bana haklarınızı helal edin,” Derken artık tabuta sarılıp sessizce hıçkırmaya başladı. Bacakları ona ait değilmiş gibi yığılıvermişti tabutun üzerine. “İnna lillah ve inna ileyhi raciun!” diyebildi kesik kesik.  Arkasındaki cemaatten, meslektaş arkadaşlarından birkaç kişi yanına gelip omuzlarından yakalamasalardı, çöktüğü yerden bir ömür kalkamayabilirdi. Bacaklarında kalan güç kırıntılarını torununun tabutunu taşımak için kullanmalıydı. Ama yüreği belini bükecek kadar ağırlaşırken bunu nasıl yapacaktı.

Yıllardır nice tabutlara eşlik etmişti, her tabutla ölünün hüznünü de beraberinde taşımıştı ama bugün bütün bunlarla birlikte kendi kederini nasıl taşıyacaktı. Mezarlığa doğru ilerlerken Avludaki asırlık çınarların sonbahar renklerindeki yaprakları, tabutların üstüne konfeti gibi yağıyordu. Cemaatin adımlarıyla düşen yapraklar bir şarkı seslendirdiler. Veda şarkısı. Tabiat bu aileyi kendi kırmızı halısında uğurluyordu. Tabutları taşıyan cemaatin getirdiği Segah makamı tekbirler bu şarkıya eşlik ediyordu:

  “Allahu ekber Allahu ekber, Lailahe illalla hualla hu ekber Allahu ekber velilla il’Hamd…”

Hatice Cenkış
Latest posts by Hatice Cenkış (see all)
Visited 4 times, 1 visit(s) today
Close