Yazar: 17:00 Öykü

Galipler Terzi

Benim eşim bir terzi bağımlısıydı. Nasıl ki bazı kadınlar kuaföre bağımlıdır, saçlarını boyatmadan, kestirmeden duramaz, bazıları kendini alışverişe kaptırır da her mevsim bir gardırop değiştirir, benim eşim Sevilay’da işte tam olarak böyle bir terzi bağımlısıydı. 

Anlattığına göre hayatının her noktasında yaşıtlarından kısa ve orantısız olan bedeni yüzünden bu bağımlılık masum bir zorunluluk ile başlamıştı. Bir noktada işin asıl albenisinin paça kısaltmada, cep eklemede olmadığını fark etmiş olacak, sürekli kıyafetlerinin orasına burasına bir süs ekletmekte, düz elbiselerini düğmelerle bezemekte ve eşarplarının uçlarına incik boncuk diktirmekteydi. Bir giydiği kıyafeti ikinci kez giyişinde illa ki bir değişiklik olur, yemek sofrasının üstünden gözlerim illa ki yeni bir büzgü, yeni bir yaka kesimi fark ederdi. 

Neden yeni kıyafetler almak yerine terzilerin yolunu tuttuğu sorguladığımda gizemli bir gülümseme ile omuz silker, koyu renkli gözleri parlarken sessiz kalırdı. Sadece bir gün onu karşıma çekip eğer maddi durumumuz için endişeleniyorsa böyle bir endişeye gerek olmadığını temin eden ciddi bir konuşmaya giriştiğimde gerçeği söylemeye lütfetti. Ne istediğini anlatırken, ölçü alınırken terzilerin gösterdiği ilgiye, evden çıkmak için sürekli bir bahanesi olmasına, yüzlerce kişide bir benzeri olsa da tam olarak eşi benzeri bulunamayacak kıyafetleri olmasına bağımlı olmuştu o.

Ne yalan söyleyeyim, maliyetinin de bütçeme pek bir etkisi olmamasından, onun bu durumdan pek memnun olmasından o zamanlar bana bu pekte önemli bir olay gibi gelmemişti. Bu düşüncem bir yıl kadar önce, Sevilay para istemek için akşam yanıma sokulduğunda ilk kez dalgalandı. Aramızda evlendiğimizden beri süregelen, benim ona haftalık para bırakmamla yürüyen anlaşma şimdiye kadar onun ev ihtiyaçlarını gidermesine, arkadaşlarıyla gezmesine ve terzi bağımlılığına yeterli olmuştu. Fazladan bir isteği olduğunda da genelde kendi parasını yettirmektense benden istediğinden, daha önce hiç parasının zamanından önce bittiğini duymamıştım. Ertesi sabah birinin çocuğuna hediye almıştır, belki de annesine para göndermiştir diye düşünerek, pek sorgulamadan ayakkabılığın üstüne bir miktar para bıraktım. 

Olay bir hafta sonra tekrarlandığında bu kez kaşlarım yukarı kalkarken televizyonun sesini kıstığımı hatırlıyorum.

“İki haftadır paran vaktinden önce bitiyor Sevilay, bakkal bir şeylere zam mı yaptı?” diye sormuştum saf bir merakla.

“Vallahi bilmiyorum, belki de pahalandı da ben fark etmedim. Hiç normalden farklı bir alışveriş yapmadım.”

Onun yüzü de içten bir şaşkınlıkla, belki biraz suçlulukla kaplıydı.

“Sen alışverişinden kısma da, fişlerine biraz dikkat et bu hafta. Kaçak nerdeyse görelim.”

O gün aklıma gelse de dilimin ucuna getirmediğim kaçak tahmin edilebilir biçimde terziydi. Sevilay terzi değiştirmemiş olsa da gittiği terzinin ustası değişmişti. Bu yeni usta, görüntüde zam yapmış olmasa da anlaşılan sık sık eşimin para üstlerini vermeyi unutuyordu. Sevilay’ın parasını da bütün banknotlar halinde verdiğimden son iki ayda verilmemiş bu para üstlerinin toplam meblağsı beş yüz lirayı buluyor, hatta geçiyordu. Bunun farkındalığına daha önce varmamasına sitem ettiğimden aramızda patlak veren tartışma gece yatağımızda birbirimize sırtlarımızı dönerek uyumamızla sonuçlanmıştı.

Sabahleyin erken bir saatte Sevilay’ın yolunu aşındırdığı bu sözde terzinin yolunu tuttum. Hala dün gibi hatırlarım, sıcak, fazla sıcak bir Nisan sabahıydı. Belki de öğleden sonra bu sıcağından ardından bir yağmur nüksedecek, fakat ben çalıştığım ofisi, şirketi doldurup boğan karışıklık ve dert ortamı yüzünden fark edemeyecektim. 

Galipler Terzi, eski bir pasajın yerin altındaki ilk katında, tamda merdiven altında yer alıyordu. Pasaj açılalı çok uzun yıllar geçtiğinden ve o uzun yıllar içinde içerideki dükkânlardan hiçbirinin tabelaları yenilenmediğinden olacak içeride dolaşan ufak müşteri grubu çoğunlukla yaşlılardan oluşuyordu. Terziye ulaşmadan önce küçük karelere sığdırılmış bin bir çeşit tuhafiye, zücaciye, ikinci elciler ve incik boncukçunun yanından geçmeliydi insan. 

Öğrendiğim üzere, eşimi dolandıran adam Ali ‘Galipler’, dükkânına girdiğim o ilk anda dikiş makinesinin başına kurulmuş, insanın o ancak tam anlamıyla yalnız olduğunda erişebildiği rahatlığın pisliği ile parmaklarını yalayarak üçgen peyniri ile simidini yiyordu. Her halinden bu saatlerde müşteri görmeye alışkın olmadığı belliydi. 

O ilk anda nasılda iğrenç ve zavallı bir mahlûkat olarak gözükmüştü gözüme. Çalışmaktan kamburlaşmış omuzları, uzun zamandır yıkanmamış gibi görünen lekeli, yırtık gömleği, yara izleri ile kaplı yüzü ve sulu gözleri ile dünyaya kendi isteği ile getirilmediğini ve bunun ceremesini çektiğini bağırıyordu adeta. Durumu anlattığımda, yakalandığını anladığında mavi gözlerinin kocaman açıldığını, arkasında oturduğu makinenin arkasından ayaklanıp elime yapıştığını sık sık hatırlarım. “Şimdi polise gitsem, o zaman ne yapacaksın kardeşim?” diye sormuştum. Ortada bir fiş olmasa da bir tanık vardı. Sevilay’ın terziye geldiği günlerden birinde yanında olan arkadaşının da bir eteğin boyunun kısaltılmasının yetmiş lira tutmayacağı konusunda bana katılacağına emindim.

Tuttuğu elime doğru başını eğmiş, kısa ense tıraşını ortaya çıkarmıştı Ali. Bana “Ağabey, çoluğum çocuğum var, ettim bir ayıp, sen etme ağabey.” diye yakardığı sırada yüzünü göremiyor, o sırada bunu kasıtlı yaptığının farkına varamıyordum. Korkunun ona yeteceği kanısında, dükkândan çıkmak için davrandığımda bu kez kolumu yakalamıştı. Tek söz etmediğimden o da sessizliğimi olumluya yormuş olacak; “Yeminim olsun, eğer bir gün işin düşerse kulun köpeğinim ağabey, Ali bunu demiştin dersin” diye söz verdi.

Bu sözlerin üstünde çok durmadan toz ve sigara kokan dükkândan ayrıldım. Ben ki büyük bir araba şirketinin sahibinin danışmanlığını yapan Murat Eraslan, bu acınası kulun kapısına yardım için gelecektim. Eğer ki o gün işim başımdan aşkın olmasa arada bir durur, vaktimi verilen bu söze gülmek için ayırırdım.

Ne var ki, işte o büyük ben olan Murat Eraslan, bu düşünceleri içimde tutup ağzıma almamama rağmen, ‘büyük konuşmamak lazım’ deyişinin ayak takılmış sureti oldum, tam da o günden itibaren. 

Yine, Sevilay’ın Ali ile tanışmasına denk gelecek bir zaman diliminde şirket yeni bir anlaşmaya imza atmış, yurtdışındaki daha büyük bir şirketten araba tedarik etmeye başlayacaktı. Muhasebemizde ki memurlardan biri de tam olarak bu noktada bir hata yapmış, belki de bir parmağının fark etmediği seğirmesi ile diğer şirkete ödeyeceğimiz ücretin sonuna fazladan bir sıfır eklemişti. Bu asal bir sayı bile olmayı başaramayan anlamsız rakam, ödememiz gereken ücreti şirketin yıllık gelirinden daha büyük bir gidere neden olmakla suçluydu. Bu suçluyu yakalayamayan muhasebeci ve onun başı kovulmuş olsa da imzaların üstünde yükselen o sıfır bağlayıcıydı. Ortada böyle bir borç varken kredi almak mümkün değildi ve elimizdeki her şeyi olabildiğince hızlı bir şekilde satıp çıkarmamıza rağmen ödememiz gereken meblağı bir türlü toparlayamıyor, karşımıza çıkan her yolu deniyorduk. 

Bu çalışmalarımıza rağmen elindeki her şeyi satmış, sıfıra ulaşmış şirket kapılarını kapattı, icra memurları patronumun ve de ne yazık ki birkaç yıl önce akıllıca bir yatırım olduğunu düşünerek şirketten ufak bir hisse satın almış olan benim evlerimizi bastı.

Sevilay’ın bavullarını toplayıp annesine gitmesi de, icra memurlarının geldiği güne denk gelir. Neyse ki o, kendisinden önce onları kutulara koyup kargolayarak terzi elinden geçmiş o özgün kıyafetlerini kurtarabilmişti.

Aklımda ve ellerimde koca bir sıfır, omuzlarımda artık anlamsızca sallanan takım elbise ile birlikte kaldırımları aşındırırken kendimi o pasajda buldum. Kendini işine verip yaşamanın, parayı kovalarken insanlarla samimi ilişkiler kurmamanın kefaretini Ali’nin gerçekten bir yardım eli bekleyerek ortaya çıkmamdan memnuniyetsizlik saçan gözlerinde ödediğime inanıyorum. 

Ali’yi bir zamanlar polise vermemiş olmamın ödülü ise dükkânın kilerden bozma, tüplü bir ocak ile plastik bir dolaptan oluşan mutfağının yerine, gecelere mahsus atabileceğim bir döşek olmuştu. “Durumun toparlayana kadar kira almam.” demişti Ali, suratında belki de bir zamanlar ona baktığımda benim suratımda oluşan, insanın asfalt üstünde ezilmiş bir solucan gördüğünde de takınabileceği ifade ile. “Çalışıp kendi boğazına bakarsın.”

Çalışmaktan kastı; ben gelmeden önce bir kez bile silinmemiş gibi görünen yerleri silip süpürmek, iplik ve kumaşla kaplı olmayan her zeminin tozunu almak, çay demleyip ona servis etmek, dışarıdan neye ihtiyacı varsa alıp getirmek, o dışarıya diğer esnaflarla laflamaya çıktığında ışık almayan dükkanda oturmak ve bütün bunların yanında, daha önce elim hiç iğne iplik tutmamış olmasına rağmen terzilik işlerini yapmaktı. Bunu ona belirttiğimde Ali kendisinin de çok farklı olmadığını söylemiş, o zaman anlam veremediğim biçimde uzun uzun gülmüştü. 

Sözlerinin anlamını çıkarmam için bir müşterinin önünde göstermelik olarak pantolon paçasını kısaltması yetmişti. Ali gerçekten de, sahip olduğu dükkânın tabelasındaki terzi kelimesinin silinmiş olmasına uygun biçimde dikiş dikmeyi bilmiyordu. Müşteri gittikten sonra soran bakışlarımı dükkânı miras olarak aldığını söyleyerek yanıtlamıştı.

“Arif Usta, Arif.” diyordu müşterinin gidişiyle yemeye başladığı üçgen peyniri elinde sallayarak. “Yaşlı bunak pek severdi beni.”

Ben, dükkânın bir köşesine atılmış fazla alçak taburede keyifsizce oturmuş, kulağım Ali’den çok kaynamasını beklediğim çayda, sessizce oturduğumdan, konuşmaya katılmadığımdan olacak, kendi kendine “Öz babam bana ne bıraktı biliyor musun?” diye sorup, “Borç.” diye yanıtladı ağzındaki peynirin arasından en az onun kadar kötü kokulu küfürler homurdanmaya başlamadan önce.

İnsan, şartlarımızın eşitlendiği, hatta Ali’nin bana yardım eli uzattığı bu durumda yavaş yavaş ona ısınmaya başladığımı düşünse bu normal fakat yanlış olurdu. Bir kere gevezeydi Ali. Sabahın daha onunda belki de altıncı çayını içerken onu yudumlamak dışında susmaz, ettiği kelimelerde ya küfür ya da sitem olurdu. En çok küçüklüğünde suçiçeği geçirdiği sırada suratında çıkan pürüzleri sıkıp patlatmazsa iz kalacağına dair ona yalan söyleyen ağabeyine, birde güya ondan çocuk peydahlayıp evlenmek zorunda bırakan karısına söverdi. Bir insanın nasıl olup da Ali ile evlenmek isteyeceğini, onunla aynı evde yaşayıp, aynı yatakta yatıp bir ömür sürmek isteyeceğini aklım bir türlü almıyordu. Zaten bu düşüncemin üstünden çok zaman geçmeden dükkâna para istemek için uğrayan Fadime ile tanışmış, kadının Ali’ye bakarken suratında beliren ifadeden; Ali ondan nasıl hoşlanmıyorsa onunda Ali’den hoşlanmadığını anlamıştım.

Fadime, kocasının kendisinin tanımadığı arkadaşlarını misafir etmesine alışkın olduğundan olacak, benim varlığım üstünde pek durmamış, selamlaşma adına ufak bir kafa sallamanın ardından ben unutulmuştum. Haftada birkaç kez dükkâna uğruyordu Fadime, Ali nasıl benim eski eşime para üstü vermeyi unuttuysa, ona da eve para bırakmayı unuttuğundandı bu. Bozuk para verdiğinde söylendiğini öne sürerek kadına, her dükkâna gelişinde elinde olan en küçük birimli kâğıt parayı veriyordu Ali. Çok kez müşterilerden aldığımız beş liraları para tomarının arasına, en altına saklamayı denedim, fakat kocası önünde saklama çekincesi duymadan, miktarından utanmadan paraları tek tek parmakları arasında çevirdiği için Fadime çok kez dükkândan buruşuk bir beş lirayla ayrıldı.

Geceleri Ali dükkânı üstüme kilitleyerek çıkıp giderdi, bana anahtar yaptırmak söz konusu bile olmamıştı. Arada bir gece geç bir vakitte anahtarı kilide zorlukla sokarak dükkâna giriyor, leş gibi alkol kokan bedenini döşekte yanıma deviriyordu. Anlaşılan, Fadime’nin ne kadar içtiğini bilmesini istemiyordu. Kadın en azından bir geceliğine bu pis mahlûku çekmek zorunda olmadığından mutlu olsam da, kendi halime sinirleniyor, hatta ona muhtaç olan kendimden de tiksinerek döşekten kalkıp alçak taburemin üstüne tünüyordum.

Ali’den kurtulma arzum ve hayata karşı duyduğum inat beni günden güne içten gelen bir alevle yakıyordu. Güneşin ulaşmadığı, naftalin kokulu pasajda geçirdiğim günlerden solgunlaşmış ellerimin arasından temizlik yaparken bulduğum dikiş makinesinin kullanma kılavuzunu hiç düşürmüyor, öğrendiğim teknikleri Ali’nin bana verdiği eskilerini yamalayarak deniyordum. Hayatta yaptığı her işe mükemmeliyetçi bir tutum sergileyen benim çabalarıma karşılık Ali, çayını yudumlarken halime sık sık gülüyor, bazen elimdeki kılavuzu kapıp onunla omzuma vuruyor, yerleri süpürmemi, ya da o anda aklına gelen başka bir işi yapmamı buyuruyordu. 

Sevilay için terzilik ne kadar değerliyse, Ali içinde o kadar değersizdi. Bir kere bu iş ona para kazandırmıyordu ki, benim çabalarıma rağmen o gelen her işi savsakladığından bir müşteri ikinci kez kapımızdan içeri girmiyor, para kazanmamız imkânsızlaşıyordu.

Ali’nin asıl geçim kaynağı, Mekke’den gelen ufak tefek eşyaları sattığı yaşlı insanlardı. Bu belki de yalnızlıktan dine sarılmış, belki de bir yakınlarının şifası için daha güçlü bir dini obje arayışında olan sevimli, yaşlı insanlar çekine çekine dükkândan içeri giriyor, fakat Ali’nin gözlerini büyütüp dudaklarını sarı dişlerini göstermeden gererek gülümsemesi ile masumlaşan suratını gördüklerinde adımları güçleniyordu. Onların gördükleri; yüzündeki ve vücudundaki yaralar yüzünden çok acı çekmiş, Allah’ın zorlu çirkinlik ve fakirlik sınavlarından geçen, buna rağmen güler yüzünü koruyan ve Mekke’de ki ağabeyinin gönderdiği tespihleri, kitapları ve zemzem suyunu ufak bir ücret karşılığında onlarla paylaşmayı kabul eden zavallı terziydi.

Bilmiyorlardı ki, Ali’nin emri üstüne inandırıcı olsun diye, yandaki tuhafiyeciden alınmış Kabe kokusunu tespihlere sürüp ovuşturan, kitaplar okunmuş görünsün diye sayfalarının köşelerini katlayıp açan, bir milyoncudan alınmış ufak plastik şişelere zemzem diye musluk suyunu dolduran bendim. Kısaca bu pisliğin geçim kaynağı; yaşlı insanların emekli maaşları ve üstünde şüpheli lekeler olan bir döşek karşılığı çalıştırdığı bendim.

Tespihlerin ufak bir kolisini, yani aşağı yukarı üç yüz tane tespihi kırk lira gibi ucuz bir fiyata, Ankara’da ki bir toptancıdan getirtiyordu Ali. Dün, yeni bir koli üstünde ‘hediyelik eşya’ ibaresi ile, kargoyla gelmişti. Bu da demek oluyordu ki, ben mutfakta ki döşeğimi kaldırıp duvara yaslamak, küçük tabureme oturup orada gizlice tespihlere Kabe kokusu sürmek zorundaydım. 

Dükkânın kapısının ani açılış sesi duyulduğunda da boncuklara ufak parfüm tüpünü sürtmekle meşguldüm. Çoktan ateşin üstüne koyduğum çaydanlığa ufak bir bakış atarak Ali’nin her gün yaptığı gibi “Çay oldu mu?” diye bağırmasını bekledim. Onun yerine kulaklarıma gelen ses, anlam konduramadığım tangırtılardı. İş yapan ellerim duraksarken omuzlarımın gerildiğini hissettim. Hırsızların sabah sabah pespaye bir terzi dükkânını soymakla uğraşacaklarını sanmasam da ister istemez bir sorumluluk duygusu ile ellerimdekileri bırakıp ayağa kalktım. 

Eski kapıyı aralayıp dükkânın içine baktığımda Ali’nin ensesi ile karşılaştım. Arkası bana dönük, ipliklerin dizili olduğu raftaki her şeyi umursamazca sağ sola atıyor, rafın gerisini karıştırıyordu. Yere iğne kutuları ve kumaş topları saçılmıştı. Kaşlarım durumun anlamsızlığı ile çatılırken kapının arkasından çıktım. “Bir şey mi arıyorsun?”

Ali tel bir ip gibi sınırlarına kadar gerilmiş, varlığımı unutmuş gibi irkilip, büyümüş gözlerle bana doğru döndü, şüpheli bir biçimde ellerini havaya kaldırmıştı. Üstünden suçluluk akıyordu. Varlığımı hatırlayınca büyümüş gözlerine bana bakarken oturan acımasızlık çöktü ve işine devam etmek üzere arkasını döndü “Evet, evet.” diye söylenerek. Talan edilmiş gibi duran dükkânın ortasında durmuş, panikle titreyen ellerle çekmeceleri açık kapamasını, masaların üstündeki kalıp çizimlerimi yere fırlatmasını izliyordum. Sonunda dikiş makinesinin arkasına düşmüş bir iplik yumağını çekip çıkardı bir zafer sesi ile. Hızla söktüğü yumağın arasında ince bir tomar para vardı. 

“Bir şey mi oldu?” diye sordum gevezeliğinin ilk defa bir işe yaramasını umarak.

Ali bulduğu para miktarından memnun olmamış, etrafı karıştırmaya dönmüştü. “Arif, Arif  Ustayı hatırlıyor musun?” dedi, bir yandan yere attığı malzemeler arasında hareket etmeye çalışıyordu. Neredeyse ayağına dolanan ip yüzünden takılıp düşecek, yüzündeki tek düzgün detay olan burnunu dağıtacaktı. Ya da, başımı aşağı yukarı sallarken ben öyle olmasını umuyor da olabilirdim. 

“Oğlu şehre dönmüş.” omuz silkerek sustu. O takılmamak adına bir kene gibi zıplayarak hareket ederken gözlerimle ensesini takip ediyordum. “Aranız mı kötü onunla?” diye sordum onu biraz daha konuşturmak adına. 

“Yani… Şimdi ihtiyar burayı bana bıraktı bırakmasına ama.. Oğlunun henüz haberi yok.”

“Sana kızacağını mı düşünüyorsun?” 

Ali’nin yüzünden bir gülümseme geçti, ama ya kendine acıyan, ya da durumun tam ciddiyetini bilmeyen benim cehaletimin doğru olmasını dilediğindendi gülümseme. 

“Ya işte, biraz belalı bir ağabey. O gidene kadar kendi ağabeyimin yanına gideceğim.” 

Yüzümde samimiyetsiz bir şaşkınlıkla ona baktım “Mekke’de değil mi ağabeyin?” diye sorarken. O da “Ankara’da.” dedi, bana doğru sıkkın bir bakış atarak. 

Ali dolaplardan birinin altına yapıştırdığı para tomarını çıkarıp diğeriyle birleştirerek sayarken kısa bir süre susup düşündüm. 

“Ama, gitmesen de bir şey olmaz. Burası sana bırakılmış sonuçta, en kötü polis çağırırız, burası senin hakkın.” diyerek ona baktım, eğer aklımdan geçirdiğim şeyi yapmadıysa kaçması için bir neden yoktu. Paralarını cebine tıkıştırırken bana yanıt vermek yerine suratını astığından “Değil mi?” diye ısrar ettim. 

Kestirip atarak, “Oyalama beni.” dedi. Çevresine bir şeyler hatırlamak ister gibi şöyle bir bakış attıktan sonra bana yaklaşıp omzuma vurdu. “Sen işleri ilerletmiştin zaten, bakarsın başının çaresine.” diyerek kapıya doğru yürüdü. “Hadi, allahaısmarladık.” 

Tam dükkândan dışarı adımını attığı sırada kendimi duyurmak için sesimi yükselterek “Ali, Arif Usta’nın oğlunun adı neydi?” diye sordum. 

Ali duraksayıp yüzünde soruma anlam konduramadığını söyleyen bir ifade ile bana baktı.

“Furkan.”

Fadime’nin beni selamladığı gibi başımın ufak bir hareketi ile yolcu ettim onu. Ali gittikçe uzaklaşır, pasaj birer birer dükkânlarını açan esnaf ile canlanırken taburemi mutfaktan alıp dükkânın önüne çektim ve oturdum. Çayın altını kapatmak yerine kısmıştım. Ne de olsa Furkan geldiğinde ona çayın yanında anlatacak uzun bir hikâyem vardı. 

Ecem Kapusuz
Latest posts by Ecem Kapusuz (see all)
Visited 70 times, 1 visit(s) today
Close