Yazar: 18:09 Röportaj

Şenay Şentürk Söyleşisi

SRC Yayınlarından Şenay Şentürk’ün ilk öykü kitabı Mutsuz Evlerden Önce yayınlandı.

Anlatma telaşına düşmeyen yazarı ve birbirinden katmanlı öykülerini merak edenler için soruyorum.

Şenay Hanım roman türünde yazarken öyküye geçtiniz. Bunun bir nedeni var mı? Öykü yazmanıza sebep neydi?

Kendimi bildim bileli iyi bir roman okuyucusuydum. Yazıya romanla başlamamın sebebi bu oldu. Fakat yazmak çok bireysel bir eylem. Oluyor mu? Yazabiliyor muyum? Kendime karşı yeterince dürüst müyüm? Yoksa sadece serbest bıraktığım bir arzu mu bilemiyordum. Bu nedenle öykü yazıp, içeriği kuvvetli edebiyat dergilerine göndermeye başladım. Benim için çok isabetli ve yol gösterici oldu bu. Biliyorsunuz dergilerin epey kalabalık yayın kurulları var ve onay almak zor. Öykülerim yayımlandıkça doğru yolda olduğumu anladım ve tabi ki hiç yayımlanmamış yeni öyküler yazıp kitap olarak sunmak istedim.

Kitabınızın adı, öykülerinizin toplamına içerik olarak denk düşüyor. Evler, evlerin içinde olanlar, yaşananlar, görünenin aksine, gerideki mutsuzlukları işaret ediyorsunuz. Bir yerde öykü yazarı kendine dert ettiğini yazar. Haksız mıyım, siz bu düşünceme katılıyor musunuz?

Mutsuzlukla ilgili bir kitap tanıtımı görmüştüm. Adı “Mutlu Hissetmek Zorunda Değilsin” idi. Bunun beni çok etkilediğini anımsıyorum.  İçinde bulunduğumuz patriarkal düzenin de bir parçası olarak bize sürekli mutlu olmamız gerektiği dayatılıyor. Erkekleri mutlu etmek, kendimizi mutlu etmek ve tabi ki çocuklarımızı mutlu etmek. Aslında benim derdim mutsuzluğun bu kadar korkutucu bir his olmadığıydı. Mutluluk, sıkışık anlara sığmış bir gevşeme ve kişisel egomuzun tatmininden başka bir şey değil bana kalırsa. Ayrıca sıklıkla aradığınızda sizden uzaklaşması da kaçınılmaz oluyor. Beklenmedik anlarda karşılaşılan küçük sevinçler veya bir amaç edinip o yönde ilerlemek kişisel hazlardan çok daha kıymetli.

Gökyüzü Patiska” öykünüzde Kürt bir gazetecinin kiraladığı evde yaşadıkları, evin hanımıyla kurduğu bağ şiirsel bir dille okura sunuluyor. Hem Kürt bir aydını hem siyasi ve ekonomik zorlukları hem de bir kadının yalnızlığını konu alıyorsunuz. Hiçbiri diğerinin önüne geçmiyor. Kısa ve katmanlı bir öykü. Özgürlüğü vurguluyorsunuz bir yerde. Hatta özgür görünürken bile tutsak olma durumunu. Bunu okurun gözüne sokmadan naif bir üslupla yapıyorsunuz. Nedir bunun sırrı?

Öykü, dar alanda kısa paslaşmalarla hikâyeyi okura etkileyici bir şekilde sunmayı hedeflediği için bunu gerçekleştirmek çok zor. Ben kafamdaki hikâyeyi öyküleştirirken zamana yayıyorum. Böyle bir formül buldum. Örneğin “Gökyüzü Patiska”da ben o gazeteci oluyorum. Bir süre onunla yaşıyorum. Gün içinde yaptığım bütün rutin işlerde onu düşünüyorum. Fazlaca empati gerektiriyor. Birlikte hareket ediyoruz, ben sadece yazıyorum.

Beyaz Yaka” adlı öykünüzde çalışan bir genci anlatıyorsunuz. Kahramanınız şizofreniye yakın eylemler gösteriyor. “Yoğun iş temposu zamanla insanlara, hele de yalnız insanlara böyle oyunlar yapar, sağlığı bozar,” ana fikrini çıkarabilir miyiz yoksa “Sağlıklı görünen herkese yine de dikkat etmeliyiz” mi demek gerekir? Bu öyküyü size yazdıran hangisiydi?

Ben de uzun yıllar Beyaz Yaka’ydım, onlardan biriydim. Anksiyetelerim oldu. Elbette ben hayal görmedim. Fakat bu vahşi kapitalist düzende özel sektörde çalışanların akıl sağlıklarını nasıl koruyabildiklerine gerçekten hayret ediyorum. Aslına bakılırsa koruyamıyorlar ve çılgınca davranarak sadece tüketiyorlar, hem ürünleri hem de yaşamlarını. Bu nedenle iş temposu ruh sağlığını, parasızlık onurunu, yalnızlık da bedenini ele geçiriyor.

Bu bahsettiğim her iki öykü erkek kahramanın dilinden yazılmış öyküler. Bunu seçme sebebinizi merak ediyorum.

Kadın yazarlardan her nedense kadın hikâyeleri yazmaları bekleniyor. Beklenti genelde bu yönde. Ben şehirli erkek karakteri yazmayı seviyorum. Kapitalist eril düzenin, sadece kadınlar üzerinde değil, erkekler üzerinde de kurduğu baskıyı görüyorum. Erkeklerin üzerindeki bu “güç balyozu” kalkmadığı sürece kadınların da özgürleşmesi zor bir ihtimal.

Öykü diliniz son derece akıcı ve pratik bir dil. Anlatma telaşına düşmüyorsunuz ancak bazı öykülerinizde yoğun betimlemeler var. Öyküde betimleme sizce neyi ifade ediyor? Olmazsa olmazınız mı?

Aslında her öykünün kendi dili var bence. Ona, yazan olarak ben bile müdahale edemiyorum. “Kimsesiz Anneler Saati” öyle bir öykü mesela, içinde nakaratı bile var, şiir gibi. Şiirsel, pratik, akıcı vs. her hikâye kendine bir dil geliştiriyor. Betimlemesek, dümdüz yazsak olur mu? Olur tabi ki. Çok güzel hikâyeler okuyorum bu şekilde.

Lily” adlı öykünüzde yine anlatma telaşına düşmeden bir kadının mutsuzluğunu ve yeniden dirilişini anlatıyorsunuz. Doktor Jung’ın herkese kısmet olmasını diliyor insan. Ancak aydın bir yazar olarak sormak isterim size, kadının kendini var etmesi -zengin bir hayata rağmen- nasıl başlar, itici güç ne olması gerekir?

Lily’nin itici gücü şiddetli boyun ağrıları. Fazlaca yeterli bir sebep bence. Her kadının bir Doktor Jung’ı yok tabi ki. Keşke olsa. Bu nedenle her kadın, gücü de çözümü de kendi üretecek demek isterdim. Ama bu toplumsal bir mücadele.

“Ayıp Olmasın Diye” adlı öykünüz okuru merakla koşturuyor peşinden. Seval’in ve Fatma’nın sonunu merak ediyoruz. Ancak sürpriz bir son var elbette. Bir doğum, bir ölüm. Ve yine mutsuz kadınlar. Kadını mutsuz eden beklentiler midir? 

Hayır, değil. Kadını mutsuz eden; doğumundan ölümüne kadar yapması gerekenlerin toplumun belirlediği kronolojik sıralamada yaşamaya zorlanmasıdır. Seval çocuk sahibi olmayı gerçekten çok mu istiyor, yoksa sıralama bozulmasın diye mi uğraşıyor, ondan emin değilim. Fatma’nın tek beklentisi engelli doğacağı belli olan üçüncü çocuğunu kürtaj hakkı elinden alındığı için kendini öldürmek pahasına kendi kürtajını kendisinin yapması. Yani ikisinde de beklenti kadından gelmiyor. Tam aksine muğlak bir istek nereden geldiğini fark ettirmeden onlara dayatılıyor.

Kahramanlarınızı iyi gözlemlediğinizi, hal ve hareketlerin diyaloglara dolayısıyla kurguya zıt düşmediğini sevinerek görüyorum. Bunu gözlem yeteneğinize mi bağlamalıyım yoksa başka bir formülü var mı?

Çok teşekürler. Gözlemlemek önemlidir muhakkak. Fakat ben iyi bir gözlemci miyim bilmiyorum. Fakat iyi film izlemeyi severim. Konuşurken karşımdakini içinde bulunduğu duruma verdiği bedensel tepkileri ve arka planını hissederim. Bununla ilgisi vardır muhakkak. 

Kadın kahramanlarınız biraz suskun ve kendine güvensiz. Başkaldıran kahramanlar ve hatta feminist kahramanlar sizden okuyacak mıyız?

Ben öyle düşünmüyorum aslında. Benim kadınlarım kabuğunu kırmaya çalışıyor. İçinde bulundukları durumları düşünürsek oldukça cesurlar.  Eğer roman olsalardı azılı birer feminist olacaklarına eminim. Kadın yazarlardan genel beklenti bu yönde. Fakat sorun kadın feminizminde değil aslında, biz varız. Bize erkek feministler lazım. Benim kitabımın yarısında karakterler erkek. Çünkü bu eril düzen onları da çok hırpalıyor. Güçlü olmadıklarını biliyoruz. Bu yalana sarılmaktansa ben erkek öykücülerden feminist hikâyeler bekliyorum. Bizden daha çok etki yaratacaklarına inanıyorum.

Yeni çalışmalarınız var mı? Yine öykü mü olacak bu türde mi devam edeceksiniz?

Var elbette. Yine öykü olacak. Çok fazla öyküm var. Dergilerde yayımlanmış olanları yeni kitaba koymak istemiyorum. Bu kitaba da koymadım. Dergilerde alan sınırlı çünkü. Kitap çok daha özgür. Bu nedenle tekrar başa döndüm. Sıfırdan.  Henüz üç yeni öykü yazdım ve devam ediyorum. Yazmasam yarım kalırdım. Bunu göze alamıyorum.

Editör: Melike Kara

Nilgün Çelik
Latest posts by Nilgün Çelik (see all)
Visited 26 times, 1 visit(s) today
Close