Buyurun Sami Bey, istediğiniz rapor hazır. E-posta olarak da gönderdim ama isteğiniz üzerine çıktısını da aldım. Nasıl, onun için gelmediniz mi? Ha kargomu size mi teslim ettiler, çok teşekkür ederim. İyi oldu ne zamandır konuşmuyorduk, diyorsunuz. Valla Sami Beyciğim, susmak benim en çok yaptığım şey o yüzden bilemiyorum ne kadar zamandır konuşmadığımızı. Soğuk nevaleyimdir, yeterince yaklaşırsanız buz çıtırtılarını duyabilirsiniz. Ama yine de temkinli olun derim, maazallah bastığınız buz tabakası kırılır filan. Size bir sır vereyim mi? Yaklaşın. İçimde çok ölü var… Eskiden afili cenaze merasimleri düzenlerdim onlara. Şimdi ise öldükleri yerde bırakıyorum. Merak etmeyin kokmuyorlar, buzun altında sıcaklık kaç derecedir bilmiyor musunuz kuzum? Gülmeyin lütfen, latife etmiyorum. Ben çok resmi bir insanımdır bir kere. Bakın şimdi size anlatacağım şeyden sonra buna inanacaksınız. Eski iş yerimde tatlı, becerikli ve cana yakın bir kız vardı. Gel zaman, git zaman çok iyi anlaşır olduk. Birbirimizin evine konuk olmalar, beraber seyahate çıkmalar, bol sohbet muhabbet… Fakat bunca paylaşıma rağmen bana nasıl hitap ederdi biliyor musunuz? Derya Hanım! İlk başta iş yerimiz yüzünden kaptığı ağız alışkanlığı sanıyordum. Fakat yıllar geçti, “Derya Hanım” geçemedi. “Hanım”ı her ekleyişinde “Hanımlar alsın götürsün seni!” diye kızardım ama “Sana Derya diyemiyorum.” derdi. Allah var, son yıllarda demeye başlamıştı ama yine de telefonda konuşurken yanına gelen annesine “Anne sonra gel, Derya Hanım’la konuşuyorum.” diye fısıldardı. Katıldığımız bir kampta yürüyüş yaparken “Deryoş bekle!” nidasını duyduğum andaki şaşkınlığımı takdir edersiniz herhalde. Neyse ki aynı kampta tanıştığımız kızlara benden bahsederken “Derya Hanım yürüyüşü çok sever.” diyerek beni hayretimin içinden çekip çıkardı. Bana o ana kadar “sen” diyen kızlar da ne yapsın, onu gayriihtiyari “siz”e dönüştürüverdiler. Resmiyim işte ayol! Ama mesafe güzeldir. Değmeyelim birbirimize. “Dökmeye niyetim yok içimi, zor sığdırdım zaten.”. İçkimi değil, içimi dedim efendim. Zaten bunu diyen de ben değilim. Kim mi? Amaan boş verin kimse kim. İnsan insana değince iz bırakmadan gitmiyor. En basit tanışıklık, en sıradan rastlaşma bile küfemizde yer kaplıyor. Sizi bilemem ama ben küfemdekileri zor taşıyorum artık, yenilerini eklemeye mecalim yok. Aslında kargoyu sizin almanız bir bakıma iyi oldu. Kargocunun “ne çok kargon var” bakışına bile yer yok küfemde. Dokunmalara kıyamadığım, pamuk misali yumuşacık, ipek kadar hafif ve kıymetlilerimin bile günün birinde o küfede güllelere dönüşebileceğini biliyorum artık. Ama maalesef “İnsana değmeden yaşanmıyor, insanoğlu insansız bir hayat bulamadı.” Bunu da ben demiyorum. Ayfer Tunç diyor, daha doğrusu onun Mürşit’i. Öyle bakmayın yüzüme, kapı komşumdan bahsediyormuşum gibi oldu ama kitabın birinden deyip geçeyim en iyisi. Doğru, habire kitap kargosu geliyor. Ne mi yapıyorum bunca kitapla? Benim evimde sehpa yok Sami Beyciğim, kitapları üst üste koyup sehpa yapıyorum. Özgün bir fikir midir bilmem ama eve değişik bir tarz katıyor. Ayrıca bu ara pahalı bir sehpa modeli olmaya başladı ama olsun, memnunum. Yok yahu hiç dalga geçer miyim sizinle aşk olsun! Evet, bu dediğinize katılıyorum, entelektüel olup da insanlıktan nasibini almayan çok. Onlar da can yakıp, gönül yaralayabilirler, iyi bilirim. Hatta en nahif, en düşünceli, en kibar olanları bile dengenizi, kalbinizi alt üst edip…Neyse… Bence de boş verelim. Nasıl? Eve gidince canım sıkılmıyor mu? Sıkılmaz olur mu efendim? Gün içinde onlarca kişinin “mış gibi”liklerine katlanmanın ağırlığı, daha çabuk geçmesini isterken tam ortamızda gergin yay gibi duran zamanı boş lakırdılarla doldurmaya çalışarak yavaşlatmak insanın canını sıkmaz mı hiç? Bazen öyle anlar oluyor ki dünyada o anda hiçbir yerde olmama isteği bir yılan gibi çörekleniyor içime… Ve öyle zamanlarda bir düğmeye basmak bile ne kadar büyük bir kudret istiyor yarabbi! Eh böylesi bir anda çamaşır makinesini çalıştırma zorunluluğu nasıl can sıkmaz söyler misiniz? Ha siz tek başına vakit geçirememekten doğan can sıkıntısından bahsediyorsunuuz! Pardon… Efendim, duyamadım? Diyorsunuz ki, eve gelince ofis dedikodusu yapacağım biri olsa rahatlatıcı olurdu. Tamam, şimdi anladım. Ah Sami Beyciğim, ben soğuk nevale olduğum kadar çok da sıkıcı bir insanım. Benimle şöyle oturup ağız tadıyla dedikodu yapabilen bir Allah’ın kulu yoktur. Günah falan diye değil canııım! Bana başkasının hayatına dair bir şey anlatılırken ruhumu on beş ışık yılı öteye göndermişim de dönmesini bekliyor gibi hissederim. Müthiş sıkılıyorum efendim, öyle böyle değil. Bir yakınım apartmandakilerin dedikodusunu yaparlarken demişti ki, “Bu konuştuklarımızı bir kitap olarak kurgulayıp eline verirsek Derya’nın ilgisini ancak o zaman çekebiliriz”. Laf aramızda bunu duymak çok hoşuma gitmişti. Nasıl mı vakit geçiriyorum? Bu ara gökyüzünü izlemeyi çok seviyorum. İzler misiniz siz de? Ah ne şahane görüntüler var o mavi perdede bir bilseniz… Ama geriye sarma yok, tekrarı asla yok. Hele günbatımlarında dur bir su içip geleyim diye on saniyeliğine pencereden ayrıldınız diyelim. Hoop! Kaçtı canım şölen! Bir de İz Sürücü * gibi bazı filmler var ki doğanın içimde uyandırdığı kıpırtılara benzer müthiş heyecanlar yaratıyor bende. Yok film heyecanlı değil, aksine üç adam film boyu “bölge”deki bir odaya gitmek için yolları aşıyor da aşıyor. Sonra giderken bir bakıyorsunuz adam otların içine uzanıvermiş filan. Pardon kaçırdım, tekrarlar mısınız? Yarın sizinle yeniden mi izleyelim? Nasıl heyecan katacağımı iyi bilirim mi dediniz? Ah sizi çok iyi anlıyorum… Füsun, tüm ofisin gözüne soktuğu kafam kadar tek taşı parmağına taktıktan sonra o şahane bacaklarını sizin şu tombul avuçlarınızdan esirgiyor olabilir ama böyle yaparak Esra’yı ümitsizliğe düşürüyorsunuz. Oysa sahne sırasının kendisine geldiğine inanıp ne kadar çok sevinmişti. Baksanıza, dakikalardır bizi gözlemekten işini yapamadı kızcağız. Ona haksızlık etmeyin lütfen. Bir de söyleyin ona, beni kafasında bu kadar büyütmesin. Konuşmamızın başından bu yana zihninizin duvarlarında yankısını duyduğum “Bu kadın çatlağın teki!” düşüncesini ona iletmeniz işe yarar belki. Yok tabii ki sizi yanlış anlamadım Sami Beyciğim, kötü bir niyetiniz olmadığını bilmem mi? Az önce “Sadece kitap kargosu gelmiyor, sanırım üstünüzdeki yeni. Kırmızı en çok size yakışıyor” diye duymazlıktan geldiğim cümlenizi söylerken göğüslerimin üzerinde hipnotize olmuş bakışlarınızdan da katiyen şüphelenmedim. Aksine, eşiniz ofise geldiği vakit eliniz ayağınıza dolaşıyor ya, pek üzülüyorum. O da bilsin isterim bu “abi” şefkatinizi. Sahi biliyor mu? Ne, toplantı saatiniz mi geldi? Ah gidiyorsunuz demek… Sohbet yeni koyulaşmıştı halbuki. Durun, raporu unuttunuz! Sami Beeey!
*Yönetmenliğini Andrey Tarkovski’nin yaptığı film.
Editör: Gizem Bozkurt
- Kargo Paketi - 21 Kasım 2023