Bir yazarı anlamak için hangi noktadan bakmak gerekir? Eleştirmenler eserleri incelerken eserden, yazardan, toplumdan, okurdan yola çıkarak eleştirebilir. Fakat başlı başına bir çetrefil eser olan insan hayatı bunlardan hangisiyle ortaya konabilir? Bir yazara hele de bir ülke kurulurken yaşayan bir yazara nereden bakılır? Bu yazıda Yakup Kadri’ye kendi kaleme aldığı kimi makalelerden, onun hakkında devrinde ve sonrasında söz söyleyen ünlü kalemlerin, tarihçilerin, hukukçuların, gazetecilerin, eleştirmenlerin gözünden, ortak anılardan, eserlerine yapılan farklı yorumlardan bakmak niyetindeyim. Fakat elbette ki bu yazı bir son nokta olmayacaktır.
Yeni Mecmua’da 1923’te yayımlanan yazısında[1] Yakup Kadri, Gabriele D’Annunzio’nun (1823-1938 İtalyan şair, aristokrat, gazeteci ve subay) İstanbul’a gelmek istediğinden söz eder. Bu istek yazarı hayli heyecanlandırır. “İtalyan toprağından alacak hiçbir şeyi kalmadığını her şeyi emip tükettiğini,” söyleyen Annunzio Türkiye’yi, “Önünde henüz açılmamış bir şehnâme” gibi görmektedir. Yakup Kadri ise Gazi’nin önderliğinde kurulan yeni Türkiye’nin sadece Annunzio için değil aslında bizim için de kapalı bir ilham kutusu, bir heyecan kaynağı olduğunu söyler. Yeni Türkiye’nin kuruluşuna şahit olmuş Atatürk’ün yanında yer almış bir yazar olarak bu heyecanı hissetmesi doğaldır. Tek endişesi “işlenmemiş, perdahlanmamış, tefsir ve terkip edilmemiş kaynaklar”la karşı karşıya gelince şair ne yapacaktır? Hakkınca anlayabilecek ve anlatabilecek midir yoksa bir vakitler Fatih’in resmi diye onun gövdesine bir İtalyan serdarının başını koyan ressam gibi kendi kültüründen gördüklerine benzeterek mi anlatacaktır? Yazar hem Annuzio’nun duyduğu istekten memnun olduğunu bu yolla belirtirken hem de Yeni Türkiye’nin değerlerini yüceltmektedir. Fakat sonunda yazıyı şairin aynı zamanda bir subay olmasına duyduğu güvenle bitirir. Bir kahraman, elbette ki kahraman bir milleti hak ettiğince anlatabilecektir.
Bir diğer yazısında[2] dünya edebiyatını iki türe indirir: Hars edebiyatı ve mefkûre edebiyatı. Bunlara sırasıyla Fuzuli ve Namık Kemal isimlerini örnek verir. Ve yine ilkini nehre ikincisini volkana benzetir. Genç şairlere de hemen bir öğütte bulunur: “Ey genç şair, boşuna tırmalama! Sende bu iki unsurdan biri yoksa sen de yoksun ve daima yok kalacaksın!” Şairliğin bir yaratılış meselesi olduğu fikrini asla kabul etmediği gibi işlenmeyen hiçbir zekânın ve yeteneğin herhangi bir şeyi başlatmaya gücü yetmeyeceğini belirtir. Bizde nice zekâların ve yeteneklerin bu sebeple boşa gittiğini söyler. Bütün parlak şöhretler de yine bu sebeple söner. Bu durumun tek sebebinin ise hars ve mefkûre buhranında olduğunu belirtir. Genç şairler kişisel duyu ve duygularından çıkıp umumi ve millî bir birleşimle kendilerini ortaya koyarlarsa başarılı olacaklar ve bize ait eserler oluşturabileceklerdir. Ona göre son kuşaklar Arap ve Acem harsına sırtını döndüğünden beri yönünü nereye çevireceğini şaşırmıştır. Bu vakte dek Avrupaileşmek yolu kat edilmiştir. Bu, Türk edebiyatını tesis için yeterli midir ya da gidilmesi gereken yol mudur? Türk edebiyatı evvela bir Türkçe meselesidir. Türkçenin özüne de ancak Türk kültürü içinde ulaşılabilir. Bizim Batı’dan almamız gereken şey yöntemdir. Bir milletin kültürü nasıl tanınır, toplanır, tasnif edilir, kaynak nasıl bulunur bunu öğrenmeliyiz, der. Neticede “her milli deha kendi ırkının kendi ikliminin, kendi harsının mahsulüdür.”
Bir başka yazısında[3] da Macar Türkolog İgnaz Kunoş’un Türk Halk Edebiyatı ile ilgili bir çalışmasından bahseder. Türkolog, Türk atasözlerini, masallarını, manilerini, türküleri derlemiştir. Bir toplantıda bunlara göz gezdiren Recaizade Ekrem, hepsi için “avam şiiri” dedikten sonra kelimelerinin az olduğunu bu sebeple fikirlerinin de az olduğunu söyler. Kunoş, fikirleri de kelimeleri de bol ama henüz bunlar ortaya çıkarılamadı, yanıtını verir. Ve Yakup Kadri’ye göre Kunoş doğru yoldadır fakat Recaizade’den bu yana edebi çevreler Türk Halk Edebiyatı hakkında aynı anlayıştadır. Ona göre dilin tasfiyesi olacaksa halk edebiyatı üzerinden olmalıdır. Bu noktada Ziya Gökalp’e yaslanır. Onun Kızıl Elma’sına Fikret’in Rübabı Şikeste’sinden daha fazla kıymet verdiğini söyler. Biri “Türk dehasının bunaltıcı bir buhranıyken diğeri fecir vaktinin serinliğidir.” Aynı şeyi Dertli’de Karacaoğlan’da bulduğunu söyler ve ekler: “Bu lisan Arabî, Farisî kelimelerle yüklü karışık/saf olmayan Osmanlıca gibi evvela kafaya sonra kalbe hitap etmez, bir musiki gibi doğrudan doğruya gönle söyler. Öbüründe, zihin okunan sözü anlamak için kendi kendine evvela tercüme, sonra izah, daha sonra da tefsir mecburiyetindedir ve şairin sesi bu üç türlü süzgeçten kurtulup da ruha ininceye kadar bütün kuvvetini, halisiyetini kokusunu kaybederek âdeta Almanların “ersazt” dedikleri kimyevi bir madde haline gelmektedir.” Halis haline bize ulaştıracak kaynak halk edebiyatının dilidir ve buradan yol bulacak olan sosyal, siyasi ve hukuki Türk inkılabı bizim rönesansımız olacaktır.
Yakup Kadri’nin bu yazıları onun “eser”inin -en azından niyetinin- bütününü kapsar niteliktedir. Ortalama bir okur için sadece Yaban yazarı olan Yakup Kadri, Türklüğün kaynaklarına ulaşmak isteyen bir yazar olarak çıkar karşımıza. Ziya Gökalp’e, Yahya Kemal’e yakınlığına karşın Nâzım Hikmet’le olan tartışmaları, kimilerince Marksist olarak görülen Kadro dergisi ve hareketi ise edebiyat dünyasında üzerinde hâlâ kalem oynatılan konulardır. Peki yazılarında bahsettiği fikirlerini eserlerinde nasıl yansıtmıştır? Çağdaşları nasıl alımlamıştır bu romanları?
İlk önce bir itirazla başlayalım. Peyami Safa, Nâzım Hikmet ve Yakup Kadri üçgeninde ve çevresinde sert tartışmalar yaşanmıştır. Gazeteci Ergun Göze’ye[4] göre Nâzım, hapisten çıktıktan sonra ona bir nevi kol kanat geren Peyami Safa’dır. Onun düzenlediği müsamerelerde Nâzım, şiirlerini okur ve çok alkış alır. Peyami Safa’nın Hafta’da yazdığı yazıya göre Yakup Kadri, Nâzım’ın bu başarısını örtmeye çalışmıştır. Büyük Harp’te Peyami Safa ve nesli “saman ekmeği” yiyerek soysuzlaşmıştır Yakup Kadri’ye göre. 14 Mayıs 1929’da Milliyet’te[5] yazdığı yazıda şöyle diyordu Yakup Kadri: “Bu tür şairler… Beşeriyet gibi ipsiz sapsız, beşeriyet gibi karışık, beşeriyet gibi gürültücü, patavatsız, kaba behimi ve onun gibi mantıksızdırlar.” Bundan iki hafta sonraki yazısında ise “En büyüğü Harbiumumi’de daha yirmisini bulmamış bu gençler ekmek yerine saman karışık hamurla beslendiler ve irfan yerine Babıâli günlük matbuatının ısmarlama harp edebiyatından başka bir şey okumadılar.” Bunu duyan gençler hareketlenmiş mesele Avrupa gazetelerine kadar aksetmiş ve meşhur “saman ekmeği” tartışması başlamıştır. 16 Haziran’da yeni bir yazıyla geri adım atsa da artık tartışma gideceği yere gitmiştir. Başlangıçta Yakup Kadri’yi ciddiye almayan Nâzım tartışma uzayınca Resimli Ay’da Yakup Kadri için bir hiciv kaleme almıştır. Oldukça ağır olan şiirden biraz alıntı yapalım:
Behey!
Kara boynuz gibi kaşlı
Mukaddes Apis başlı adam
Behey, yüzü karaa.
Ruhunu zenci bir esir gibi çıkardın pazara
Bir orospu odası yaptın kafatasını…
Hâkî ceketli ölülerin cebinden çalarak parasını
Satın aldın kendine İsviçre dağlarının havasını
…
Behey!
Kara maça bey!
Halka ahmak diyen sendin.
Halkın soyulmuş derisinden
Sırtına frak giyen sendin.
Bu şiir dışında hem Haşim’e hem Yakup Kadri’ye bir başka hicviye daha yazar. Ergun Göze’ye göre sosyalist Kadro dergisinin kurucusu Yakup Kadri iktidarın yanındadır ve onun hücum ettiği Nâzım gibi gençler ise iktidarın gadrine uğramıştır. Böyle sert tartışmalardan yola çıkarak hele de tarafsız olmayan bir gözün yorumu elbette ki bizim için yeterli olmayacaktır. Ancak devrin edebiyat dünyasındaki tartışmalar, kutup başlarını vermesi açısından önemlidir.
Yazarlardan Abdülhak Şinasi Hisar, bir yazısında[6] Hüküm Gecesi romanı hakkında fikirlerini belirtir. Romanı hatırat sınıfına koyar ve Proust hayranı olan Yakup Kadri’nin bu romandaki Ahmet Kerim üzerinden kendi neslini aktardığını ama tahlil ve tafsilde eksik kaldığını bu eksiklikleri olmasa bir şaheser olabileceğini söyler. En sona da Ziya Gökalp’in Ahmet Kerim için en sonunda bir Türkçü yazar olacak dediğini ekler.
Yaşar Nabi ise Varlık’ta Ankara romanı üzerine yazdığı makalede[7] bu romanda da Yakup Kadri’nin inkılap davasına olan inancını gördüğünü hatta bazen bunun teknik kusurlara sebep olduğunu ama kişileri ve onların psikolojilerini yaratmada bir romancı endişesi taşıdığını belirtir. Sodom ve Gomore’yi hassas bir milliyetçinin kalbinde uyanan ıstırap olarak nitelerken Yaban’ın anlatım tekniğini beğenir. Hatıra şeklinde yazılan tezli romanların realiteye uygun olduğunu söyler. Fakat en tezli roman Ankara’dır, der ki bu Yakup Kadri için de böyledir. Üslubunu nefis bulur. “Süzülmüş bir balın bütün renk ve kokusuna maliktir.” diye tanımlar üslubunu. Onu inkılap romanı sahasında tek ve eşsiz bulur. Bu süzülmüş bal meselesi ile ilgili olarak önemli bir anekdotu aktarmak gerekir. Dönem edebiyatçılarının önemli buluşma yerlerinden biri olan Tokatlıyan Otel’e gidecek olan Cenap Şehabettin, vapurda karşılaştığı Yakup Kadri’yi de davet eder. Orada henüz tanışmadığı ve “aşar memurlarına” benzettiği Ziya Gökalp de bulunmaktadır. Cenap, Ziya Gökalp’e dönerek, “Üstadım öteden beri Arabî ve Farisî kaidelere göre yapılan terkiplerin lisanımızdan atılmasını istiyorsunuz. Fakat şimdiye kadar bu yolda bir edebî eser meydana koymuş olan var mıdır?” diye sorar. Ziya Gökalp, “Var!” diyerek parmağıyla Yakup Kadri’yi işaret eder.[8]
Çok sonra Fethi Naci[9] Yaban’ı yorumlarken Yakup Kadri’nin Türk aydınını suçladığını söyleyecektir. Naci’ye göre bürokratlar padişahın bölünen yetkilerini Batı’dan ithal ettikleri kurumlarla üzerlerine alarak sürgünden ya da idamdan kurtulmak derdindedirler. Bu, onları halktan ve halkın amaç ve çıkarlarından uzaklaştırır. Köylülerden “onlar” diye bahseden Yakup Kadri’yle ondan kırk beş yıl sonra yayımlanan O romanıyla Ferit Edgü’nün tavrını karşılaştırır. O‘da köye giden öğretmen, bir aydının değil ancak bilinçlenen köylünün kendini kurtarabileceği gerçeğini anlamıştır. Ahmet Celal, Naci’ye göre aydın-köylü arasındaki uçurumun niçinini aramaz. Aynı yazıda Naci, Atilla Özkırımlı’nın Reşat Nuri alıntısını bürokratların anlayışsızlığının bir delili olarak görür. Reşat Nuri köylülerin içinden çıkacak bir kişinin hemşehrilerini zorla, onların fikirlerini sormadan kurtarmak gerektiğini bilirdi şeklinde bir yorumda bulunmuştu ve bu Naci’ye göre tam bir bürokrat görüşüydü. Berna Moran ise bir adım daha ileriye taşır bu kurtarıcılık fikrini ve üstelik de delillendirir[10]: “ … Görüldüğü gibi Mustafa Kemal, İsa gibi sürüsünün başına geçmiş onları kurtarmaya çalışan bir çoban. Böyle olunca Kemalistler de yeni mezhebe katılan havarilere benzese gerek. Nitekim öyledir de. Ahmet Celal, köyden geçen Kemalist subaylardan söz ederken, ‘Bunlar bir ordunun alelade subayları olmaktan ziyade yeni bir mezhebin öncüleri gibidir,’ der. Ahmet Celal’in kendisi de Kemalist değil mi? Ona inanmayanlar da İsa’ya inanmayanlar gibi onu düşman belleyip linç edecek hâle gelmemiş midir? Ama İsa kendisini çarmıha gerenleri bağışlar çünkü onlar ne yaptıklarını bilmiyorlardı… Ahmet Celal de düşman köyü yakıp yıkarken o ‘mahşer gününde’ köylüleri bağışladığını söyler çünkü bunların hiçbiri ‘ne yaptığını’ bilmiyor. Karaosmanoğlu’nun ‘ne yaptığını’ sözcüklerini tırnak içine alması Kutsal Kitap’a gönderme yaptığının kanıtıdır.”
Aydının kurtarıcı olma görevi Yaban’da olduğu kadar Kadro hareketinin amaçlarında da aranmalıdır şüphesiz. Bernard Lewis, Devletçilik başlığı altında Kadro dergisinin zihniyetini Kemal Karpat’a referansla incelerken[11] Kadroculara göre Türkiye’de sermaye, iş gücü ve sınıfı olmadığından devletin öncü bir kadrosu olmalı, ekonomiyi kitleleri yöneterek yükseltmeliydi, der. Bu hareketin İstanbul, Roma, Moskova karışımı ve etkisiz ve kısa bir hareket olduğunu belirtir. Dergi ekonomiyi, iktidarı ulu orta konuştuğu için bir süre sonra kapatılır ve Yakup Kadri Arnavutluk elçisi olarak görevlendirilir. Bu Zoraki Diplomat ise Kadro’nun Halk Parti’nin isteği ile ve onun politikalarını anlatmak için kurulduğunu söyleyecektir. Aslında Kadro hareketinden çok önce Yakup Kadri 1921’de Kurtuluş Savaşı’nda şehit olanlar için okutulan mevlitten sonra şu sözleri söylemiştir: “Dün ilk defa cahil ve atıl bir kütle olarak gördüğümüz halk, memleketin münevverlerine bazı ulvi hakikatlerin sırrını öğretti. Bunlardan biri kalbin akıldan üstün olduğudur. İkincisinde sıdık ve hulus, imam ve içtihat haricinde necat yolu bulunmadığıdır. Üçüncüsü millet ile ümmet mefhumlarını ayırmamak lazım geldiğidir.” Bu sözler Lewis’e göre İslamiyet’e yaklaşmak ve laiklikle çelişmekten başka bir şey değildir ve Yakup Kadri zaten en baştan beri koyu dindardır. Lewis tam bu sırada ilk Meclis’in beşte birinin tarikatlardan, din mensuplarından, ulemadan olduğunu da hatırlatır. Millet ve ümmet ayrımı konusu ile özellikle Lewis’e katılmamak mümkün değildir. Öte yandan Yakup Kadri’nin Bektaşi tekkesine devam ettiği hatta bir ara Yahya Kemal’i de oraya götürdüğü ve meşhur Yahya Kemal-Celile Hanım aşkının bu tekkede başladığı bilinir. Gençlik ve Edebiyat Hatıraları’nda kendisi de bunu anlatır. Öte yandan Nur Baba romanının da bu tekke vasıtasıyla yazıldığını da bildirir. Lewis’in bahsettiği mevlit meselesinde Yakup Kadri şu sözleri de söyler: “Halkın gerçek evinin millî kulüpler, konferans salonları vs. değil, evi, barkı, yurdu, vatanıdır.” Halk, aydınların unuttuğu değerleri korumuştur. Erenlerin Bağından bize buradan seslenir gibidir. Hilmi Ziya Ülken[12] de Gökalp Diyarbakır’da başlığının altında Gökalp’in Malta sürgününden dönüp Diyarbakır’da Küçük Mecmua’yı çıkardığı yıllardan bahseder. Gökalp, bir yazsısında sanatın orijinal olanın peşinden gittiğini bu orijinal olanı bulacak olan dehanın kaynağınınsa halk ve uluslararası dâhiler olduğunu söyler. Bizde bu duruma örnek olabilecek iki isim vardır ona göre. Biri Yahya Kemal diğeri de Yakup Kadri’dir. Çünkü onlar bu iki kaynağı da kullanmıştır. Onlar, Kurtuluş Savaşı’nın edebiyat cephesidir. Bu isimlerin de içinde bulunduğu genç neslin o dönem yaygın olan Bergsonizmin etkisi, halk sufiliği ile Batı’dan gelen metafizik akımın etkisinde olduklarını ve Erenlerin Bağından’ın kaynağının bu olduğunu belirtir. Cevdet Kudret[13] ise Erenlerin Bağından’ı Yakup Kadri ile Yahya Kemal’in Nev-Yunanilik adını verdikleri Akdeniz Medeniyeti fikrine bağlar. 1913 sonrası Yakup Kadri eski Yunana ve Latin şairlerini okumuş, sevmiştir. Yahya Kemal ise o sıralarda Paris’ten yeni dönmüştür. O da parnasyen şiirin etkisindedir. İkisi, Peyâm-ı Edebî dergisinde “Türk düşünce rönesansının Avrupa Rönesansı gibi Yunan ve Latin kaynakları üzerine kurulması gerektiğini” belirtmişlerdir. Cevdet Kudret, Nur Baba romanındaki Bektaşi ayinlerini Yunan kültürünün Türk toplumuna uyarlanması gibidir, diye yorumlar.
Fethi Naci’nin Yaban romanına eleştirisi üzerine açtığımız bu geniş parantezden sonra Naci’nin diğer yorumlarına bakalım. Ona göre Bir Sürgün Osmanlı aydınının çıkmazını anlatan bir roman ya da çıkış yolu bulamayan kuşağın romanı değildir. Dr. Hikmet’in bir dramı varsa bu kişiseldir. Siyasal bir savaş ve ideoloji söz konusu değildir. Batı hayranı olan Dr. Hikmet, Fransa’da bir nevi bohem hayatı yaşamak istemiştir. Jöntürklüğün ne olduğunu kendisi de anlamış değildir. Naci’ye göre Yakup Kadri, Fransızlardan öç almak istemiştir bu romanla. Yani Naci, Cevdet Kudret ve Atilla Özkırımlı gibi düşünmemektedir. Hüküm Gecesi ise 1910-13 arasını gerçek kişilerle anlatır. Ahmet Kerim bir kuşağın prototipi olarak tasarlanmış ama öyle de kalmıştır. Görevi Yakup Kadri’nin gözü olmaktır. Fethi Naci de Niyazi Akı gibi Yakup Kadri’nin İttihat ve Terakki’ye Cumhuriyet’in ardından bakıp eleştirdiğini söyler. Dolayısıyla da Ahmet Kerim’i bir romancı gözüyle değil de bir tarihçi gözüyle oluşturduğunu, tarihi gerçeklik açısından ilginç olsa da roman olarak zayıf bulduğunu söyler.
Görülen o ki medeniyet değişimi yaşayan bir ülkede yazar olmak sürekli bir buhranın, bir çatışmanın, çelişkiler dünyasının insanı olmaktır. Bu durumun en iyi açıklaması Yakup Kadri’nin 1931’de Kadro için söylediği şu sözlerinde aranabilir: “Türkiye bir devrim içindedir. Devrim durmadı. Bugüne kadar geçirdiğimiz hareketler onun yalnız bir safhasıdır. Bu ihtilal safhasında kalsaydık devrimimiz akim kalırdı. O henüz son sözünü söylememiştir. Devrimimiz derinleşme ve genişleme yönündedir. Devrim tarafsız bir düzen değildir, onun içinde yaşayanların -taraflı olsun olmasın- ona intibak etmeleri gerekir.”[14]
Tarık Zafer Tunaya Türkiye’de Batılılaşma hareketlerini bütüncüler ve Kısmiciler olmak üzere iki bölümde incelerken Kadro’yu Kısmiciler içinde değerlendirir.[15]Aynı grupta yer alan diğerleri ise dinci ve gelenekçilerdir. Şevket Süreyya’nın Kadro tanımından yola çıkarak Kadro’nun disiplinli bir inkılap organı olduğunu, teşkilat çerçevesi dar, sınırlı bir idare ediciler zümresi olduğunu söyler. Ona göre Kadrocular faşist ve sosyalist ideolojiler arasında sıkışan dünya düzeninde Türk inkılabını yaratmak istemişlerdir. Onlar, Avrupa’nın kapitalizm ve emperyalizmle çökmekte olduğunu düşünürler. Yakup Kadri, Varlık dergisinde yaşar Nabi’ye yanıt verirken[16] Avrupa’nın, hırslarının ve günahlarının kurbanı olduğunu ve can çekiştiğini artık baş kaldıramayacağını er geç Asya ya da Amerika’nın hegemonyasına gireceğini söyler. Kısaca Tunaya’ya göre Kadro, sosyal bir milliyetçiliğin milli bir vesayet vasıtasıyla icaplarını gerçekleştirmeyi teklif etmiştir.
Erik Jan Zürcher[17], Devletçilik siyasetinin en coşkulu taraftarları olarak gösterir Kadro’yu. Kemalizm vurgusu ile. Komünizm ve kapitalizme karşı bir üçüncü yol olarak değerlendirir. Yalnız kendi içlerinde ikiye ayrıldıklarını bir kısmının devletçiliği değişmeyen bir politika olarak gördüğünü bir kısmının ise bir geçiş dönemi politikası olarak düşündüğünü ve buradan da İnönü- Bayar kutuplaşmasına gidildiğini yazar.
Taner Timur ise Kadro’yu şöyle tanımlar: “Türk Devrimi, gerek faşizmden gerek marksizmden ayrılmaktadır. Çünkü bu rejimler sınıf çelişkisine dayanır. Faşizm egemen sınıfların, Marksizm ise proletaryanın diktatörlüğünü ifade eder. Oysa Türk Devriminin temelinde Türk nasyonalizmi yatmaktadır.”[18] Timur, onların yalnız devletin işletmesinde değil; eğitim, sağlık gibi pek çok alanda devletçiliği savunduklarını, marksist olmadıklarını ama özel teşebbüse karşı devletçilik anlayışını savundukları için öyle sanıldıklarını üstelik onların sınıf kavgasını da reddettiklerini söyler. Diğer taraftan “milli rehberlik formu” fikirlerinin ise faşizme yaklaştırır gibi görünse de aslında devlet kapitalizmini savunduklarını belirtir. Ancak bu durumun devleti burjuvazi aracı durumuna soktuğunu ve onların sonunu hazırlayanın da kapitalizmin destekçisi İş Bankası çevresindeki levantenler, ekalliyet, ittihatçılar yani iş dünyası olduğunu söyler. Dergi tüm bu çevrelerin hücumu ile kapanmıştır.
Yakup Kadri’nin Kadro hareketi içindeki duruşunu Atatürk’ün şu sözlerinde aramak gerekir: “Efendiler, bizim hükümetimiz demokratik bir hükmet değildir, sosyalist bir hükümet değildir. Ve hakikaten kitaplarda mevcut olan hükümetlerin, ilmi mahiyeti itibariyle, hiçbirine benzemeyen bir hükümettir. Fakat millî hakimiyeti, millî iradeyi yegâne tecelli ettiren bir hükümettir. Sosyoloji noktasından bizim hükümetimizi ifade etmek lazım gelirse ‘halk hükümeti’ deriz. Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyet-i milliyece savaşmayı caiz gören bir mesleği takip eden insanlarız. Fakat ne yapalım ki demokrasiye benzemiyormuş, sosyalizme benzemiyormuş, hiçbir şeye benzemiyormuş! Efendiler, biz benzememekle ve benzetmemekle iftihar etmeliyiz. Çünkü biz, bize benziyoruz efendiler!”[19]
Yakup Kadri’yi biraz da Abdülhak Hamid’in Maçka Palas’ın bodrum katındaki apartman dairesindeki edebi toplantılarda, Namık Kemal’den Salah Birsel’e dek pek çok sanatçıyı ağırlayan Lebon Pastanesi’nde, Aşiyan ziyaretlerinde, Deniz Lokantası’nda, Tokatlıyan Otel sohbetlerinde, Ahmet Muhtar Kevakibi’nin konağında, Ahmet Haşim’le gittikleri Acem’in kahvelerinde, mehtaplı gecelerde Yahya Kemal’in de bulunduğu sanatçı meclislerinde hep bir ağızdan Yahya Kemal şiirleri okudukları Kıbrıslılar Yalısı’nda aramak gerekir. Ziya Gökalp, Yahya Kemal’e Nedim gibi şiirler yazdığını söyleyip ona Harabat Şairi ünvanını vermiştir. Karşılığında da “Ne Harabî ne harabatiyim/ Kökü mazide olan atiyim.” cevabını almıştır. Yakup Kadri ise Ziya Gökalp’in hece ile yazdığı
Benim gönlüm kış günü aç
Kalan bülbül gibi muhtaç
Ruhum hasta sensin ilaç
Beni dertten kurtar Tanrım’ı ile Yahya Kemal’in aruzla yazdığı “Akıncılar” şiirini aynı hazla okumaya devam ettiğini söyler.[20] Onun bu iki taraflılığını hayatının birçok ilişkisinde de görürüz. Örneğin aşka inanmayan dostu Şahabettin Süleyman’ın hiç Freud okumamış olmasına karşın insanın ve hayatın özünü cinsi güdülere bağladığını oysa kendisinin tam bir Mehmet Rauf ve Eylül etkisinde olduğunu söyler. Onun coşkun ve sınır tanımayan mizacı Yakup Kadri’nin tam zıddıdır. Sonra, Refik Halit’ten bahsederken onun yüksek burjuva bir aileden gelmesine rağmen kendisinin Anadolu eşrafına ait bir aileden olduğunu belirtir. Kendisi çok ağırbaşlı ve çekingenken Refik Halit’i Aşk-ı Memnu’nun Behlül’üne benzettiğini anlatır. Tüm bu zıtlıklara rağmen dostluklarını Gençlik ve Edebiyat Hatıralarım’da okuyoruz. Bu kitabından insani yönü, çektiği zorluklar, hastalıkları hatta Nâzım’ın yukarıda alıntıladığımız şiirinde bahsettiği ama aslında tedavi için gittiği İsviçre seyahati gibi pek çok şahsi bilgiyle direkt onun çerçevesinden bakmak imkânına eriyoruz.
Yakup Kadri’yi, Atatürk’ün sözlerinin ve vermeye çalıştığımız duygu ve düşünce dünyasının bir sentezi gibi okumak “eser”ini ve kendisini anlamakta anahtardır kanaatindeyim. Geçiş dönemleri aydınlar ve sanatçılar için zorludur. Elbette bu sorumluluğu hissedip ülkesini ilerletmeye çalışan gerçek aydın ve sanatçılar için.
Editör: Mete Karagöl
[1] İlham Menbaı. Yeni Mecmua. C.IV. Nr. 76. Mayıs, 1923. S.201.
[2] Hars ve Mefkûre. Türk Yurdu. C.II. Nr. 7. Nisan 1925. S. 9-13.
[3] Türk Halk Edebiyatı. Türk Yurdu. C.III. Nr. 15. Kanunisani 1925.
[4] Peyami Safa Nazım Hikmet Kavgası. Ergun Göze. Selçuk Yay. İstanbul,1981. S.134-136.
[5] Romantik Komünist.Saime Göksu, Edward Timms.Çev. Barış Gümüşbaş.Doğan Kitap. İstanbul,2001 S.123.
[6] Milliyet. Nr.761. 26 Mart 1928.
[7] Varlık.Nr.20. 1 Mayıs 1934.
[8] Mekândan Taşan Edebiyat. Turgay Anar. Kapı yay. İstanbul,2012. S.359.
[9] 100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme. Fethi Naci. Gerçek Yay. 2.Bs. İstanbul,1990. S.141-144.
[10] Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1. Berna Moran. İletişim Yay. İstanbul,1990. S.158.
[11] Modern Türkiye’nin Doğuşu. Bernard Lewis. Türk Tarih Kurumu Basımevi. Ankara.1996. S.463-464.
[12] Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi. Hilmi Ziya Ülken. Ülken Yay. İstanbul, 1994. S.359, 376.
[13] Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman II. Cevdet Kudret. İnkılap Kitabevi. İstanbul, 1987. S.157-158.
[14] Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi. Hilmi Ziya Ülken. Ülken Yay. İstanbul, 1994. S.359, S. 383.
[15] Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri. Arba Yay. İstanbul,1996 S.174-180.
[16] Yakup Kadri ile Konuşma. Yaşar Nabi Nayır. Varlık. Nr. 32. 1 Nisan 1947 S.4.
[17] Modernleşen Türkiye’nin Tarihi. Erik Jan Zürcher. İletişim Yay. İstanbul, 1999 S.287.
[18] Türk Devrimi ve Sonrası. Taner Timur. İmge Yay. Ankara, 2001. S.179-185.
[19] 100 Soruda Siyasi Düşünce Tarihi. Murat Sarıca. Gerçek Yayınevi. İstanbul, 1993. S. 197.
[20] Gençlik ve Edebiyat Hatıralarım. Yakup Kadri Karaosmanoğlu. İletişim Yay.İstanbul,2018.
- Bir Yazara Bakmak | Yakup Kadri Karaosmanoğlu - 15 Ekim 2023
- Umudu da Gerçeği Gibi Büyüsünde Bir Edebiyat: Latin Amerika - 24 Ocak 2022
- Poetik Bir Soru(n) - 24 Kasım 2020