Yazar: 19:24 İnceleme, Kitap İncelemesi, Roman

Utanç mı Rezalet mi?

Nobel ve Booker Ödüllü yazar J. M. Coetzee’nin Utanç adlı eserini yazdığı yıllarda, vatanı Güney Afrika’da dünya tarihine geçen gelişmelerin yaşandığını ve bu rüzgârın dünyayı etkisi altına aldığını öncelikle belirtmemiz gerekir. Eser bununla birlikte daha birçok başlık altında incelenebilir. Bugünün dünyasında yerini koruyan aidiyet duygusu da incelenmesi gereken temel bir başlıktır kanımca.

Kurgunun 1997 yılında geçmesine rağmen eserin 1999 yılında yazılmış olduğunu görüyoruz. Aslında yakın tarihmiş gibi hissedilse de tam 25 yıl öncesinin atmosferini yaşatıyor yazar okura. Bana kalırsa Coetzee yaşadığı ülkeyi, Güney Afrika’yı anlatıyor. Zamanın düşünceleri değiştirmesi ve yasalarla bu düşüncelerin güven altına alınmış olmasına karşın çoğu insanın bakış açısının değişmemiş olabileceğinin altı çiziliyor belki de. Yazar önyargı ile mi kahramanlarını yaratıyor diye içimden geçirirken, o kahramanların yerine kendimi koyarak olaya dâhil oluyorum. Zenci Petrus’un yerine koyuyorum kendimi. Yıllarca yok sayılmış benliğim şimdi görünür olunca ne yaparım? Bugüne değin öğrendiklerimi yaparım elbette. İşte şimdi bunun adı nahif bir dille şımarıklık, nankörlük olsa da o günlerde “ele geçen fırsatın kaçmaması”, “öğrenilen”, “dayatılan” ya da “yaşamak için gerekli olan zorbalık” benim yeni dünyada karakterim olabilir. Bu değişime ayak uydurmam -belki de güvenmem- zor olacağından bunu usulünce başarmak benden sonraki kuşakların işi olsa gerek. Petrus da ele geçirdiği bu fırsatı yarın ya da bir sonraki gün kaybedebilirim korkusu ve telaşıyla zorbalık kuşanıyor. Kendini garanti altına almak için yapmayacağı eşkıyalık yok. Coetzee, kitabın ilerleyen bölümlerinde ağırlık kazanan ırkçılık ile kahramanı Petrus’a can vererek, kitabın yazıldığı döneme yani ırkçılık yasalarının gündemden kalktığı döneme şahitlik etmek, tarihe not düşmek ister gibi. Irkçılığın kaldırılması ve eşit haklara sahip olunması vurgusu yapılırken; yazar tarafından kurgulanan, gelenekten, yani acıdan gelenlerin bu hakka sahip olduklarında gördüklerini uyguluyor olmasının vurgusudur. Kendine tanınan hakları yeni tanımaya başlamışken, kendini olağanüstü akıllı sanmak ve tüm eylemlerini bunun üzerine inşa etmek, bu güvenle yapabilecekleri tüm çakallığı yapmak, alt kültürden olanların yapacağı hareketlere vurgudur bana kalırsa. David ve kızı için süreç bu şekilde ilerlerken, ırkçı yasalara bağlı kalmayı istemek ve zencilere o bakış açısıyla yaklaşmak kimileri için kaçınılmaz oluyor. Birçokları romanın tam da bu konuyu vurguladığını söylese de yazar bence sadece bu düşüncenin de dili olmuştur kanısındayım. 

Romanın diğer karakteri yine ikinci bölümde karşımıza çıkan Lucy’dir. Lucy ilerleyen sayfalar arasından capcanlı karşıma çıksın ve omuzlarından tutup sarsayım isteği, yazarın dildeki başarısıdır. Lucy’nin başına gelenler doğal olarak kendisini değersiz hissetmesine sebep olurken bir yandan da olaya sebep olan kişileri varlığıyla öfkelendirdiğini düşünmesi, küçük bir çocuk gibi, onları öfkelendirdiğim için başıma bunlar geldi düşüncesi o günün şartlarında da, bugün de uzak durulması gereken bir duygu kanımca. Ancak yine Coetzee kahramanı Lucy’e bunu yaşatırken başka bir zamanda baba kızın bir konuşmasında babanın köpeklerden örnek vererek anlattığı olayı kitabın merkezine koymak gerekir. Kendi güdüleri sebebiyle dayak yiyen bir köpeğin hikâyesidir bu. İçgüdülerine uyarak eyleme geçen köpeğin bu isteğinden dayak yiyerek vazgeçirilmesi ve günün birinde bir dişi köpeğin sesini duyduğunda kendini suçlu hissederek kuyruğunu sıkıştırması, yani bir çeşit kendini cezalandırması… Öyleyse romanın alt satırında saklanan David’in kızının başına gelen olaydan sonra şiddetli bir öfke duyup kendisini suçlu ilan etmesinin altında yatan; bugüne değin kendini hiçbir yere ait hissetmediği, hiçbir zaman güvende olmadığı ve normal bir aile düzeninden yoksun olan bireylerin geldiği sonuç şeklinde düşünülebilir mi? Aidiyet duygusunun temelinde yatan güven duygusunu aile ortamında edinmemiş bir birey başına gelen her kötü olayda tabiidir ki kendini suçlayacaktır. Coetzee’nin kahramanına yaptırdığı da budur. Alt metin, güdüleri yüzünden ceza almış bir köpekle aidiyet duygusu yaşamamış bireyin kendini güvensiz hissetmesiyle kendini değersiz hissederek verdiği tepki aynıdır.

Romanı benim gözümde ilginç kılan bir nokta da adıdır. İngilizce karşılığı “Rezalet” olan bir kelime bize “Utanç” olarak çevrilmiştir. Aslında kime göre ya da hangi pencereden kim baktığında utanç? Zira kitap, asıl kahraman David’in çapkınlık maceraları ile başlıyor. Kitabın ismiyle bağdaştırınca bu çapkınlık serisinin uzun uzadıya devam edeceğini düşünüyor okur. Ancak bu sıkıntıyla okurken olayın David’in dışında başka olaylarla yön değiştirince “utanç” kelimesi unutuluyor. Ne zamanki kitap bitiyor, kitabın adıyla yüz yüze geliniyor. Ancak burada utanç ne? Utanan kim? Ya da orijinal adının Türkçe karşılığıyla “Rezil”… Rezil olan kim? Bu iki sıfata da karşılık gelen bir kahraman yok maalesef. Başkahraman David yaşadığı aşk ilişkilerinde ve en son öğrencisiyle yaşadığı ilişkide utanca dair ya da rezil olmaya dair bir ipucu vermiyor. David’in kız öğrencisi tarafından yapılan suçlamaları kabul edip kızın da hayatına kaldığı yerden devam etmesi bu durumu açıklıyor. Yine Lucy’nin kendisine öfke duyması kötü karakter Petrus’un tüm olanları bilip, hatta organize edip, göz yumması ne utancı ne rezilliği işaret ediyor. O halde, utanç duymaları gereken insanların bu duygudan yoksun oluşlarına dair bir başka alt yazı mıdır kitabın adı?

Coetzee’nin romanına kattığı her karakterin, her nesnenin bir simgeye, bir duyguya hizmet ettiği gerçek. Kitabın orijinal kapağında da, Can Yayınları’ndan çıkan kapakta da görülen köpek neye hizmet eder sizce? Romanın büyük bölümünde sahipsiz köpeklerin uyutulmasından bahsedilmekte. Bunun için bir tesis bile mevcut. Yine burada sahibi olmayan, olup da orada bırakılarak terk edilen, yaşlanıp güçten düşmüş olan, hasta olan velhasıl o ya da bu sebeple gözden çıkarılmış olan yani bir yere ait olmayan canlının üzerinde yapılan güç gösterisine, onun yaşam hakkının olup olmadığına güçlü olanın karar verdiğine mi işaret edilir? Böyle ise gücün egemenliğine de usta bir göndermedir eser.  

Sade anlatımla kurgulanmış eserde beni rahatsız eden tek şey edebiyat camiasını da ikiye bölmüş olan konu, yani kurgunun zamanı. Şimdiki zaman dili ile yazılmış olan eser fiillere süreklilik eylemi veren ve geniş zaman anlamı katan “-yor” ekiyle kulağı tırmalayan sözcükler dizimi oluşturuyor. Kitabın ilk paragrafında bu yoğunlukla karşılaşmak şimdiki zamanın roman dili olmadığını düşünenler için zor bir okuma olacağını düşündürse de sabırlı olan okur, anlatıcının zaman zaman kurguya dâhil olur gibi, ben diline yakın o samimi anlatı dilini kurması şimdiki zamanın yoruculuğunu unutturuyor. Fakat yine de belirtmekte fayda var, son dönemde özellikle çeviri edebiyatında bu dil oldukça yaygın.


Editör: Mete Karagöl

Nilgün Çelik
Latest posts by Nilgün Çelik (see all)
Visited 45 times, 1 visit(s) today
Close