Yazar: 13:31 Öykü

190125

Hatırlamak, korkudur.

Yaşım yaş, işin yoksa şimdi oğlanın beslemeyi unuttuğu tavuklarla uğraş. Eğilirken birbirine sürtünen bel kemiklerimin ağrısı, bir de hanımın guguk kuşu gibi susmayan çenesi olmasa böyle sinirli bir adam olmazdım ben. 70 yıl devirmiş bir ağacın dinlenip köklerini salacağı kadar huzur veren bir toprak yoktu bu lanet köyde. Seneler önce tek bir çantayla adımımı o otobüsten attığımda başıma geleceklerin farkında olsaydım eğer, babamı dinler ticarette akıtırdım terimi köy öğretmenliği yerine. Belki o zaman paraya para demezdim. Şimdi elimde hayırsız bir evlat, çenebaz bir hanım ve kerpiç duvarlarında karıncaların gezindiği bir köy evi vardı sadece. Kadere isyanı bırakalı uzun zaman olmuştu. 

Kir ve isten rengi değişen beyaz gömleğimin kollarını yukarıya doğru katladım. Zeytin ağaçlarının gölgesinde beni bekleyen kümese doğru ağır adımlarla yürüdüm. Ah evladım, bir defa da zamanında besle şu hayvancıkları, dedim içimden oğlumun kara gözleri aklımdan geçerken. Zavallı tavuklar sabahtan beri aç biilaç bekleşmiş olmalılardı ki beni görünce üzerime doğru koşturdular. Onlar benim şalvarımı didiklerken, ben de yemlerini her yana saçtım. Varsın bol bol yesinlerdi. Kümesin kapısı niyetine taktığım tahta parçası yine yerinden oynamıştı. Usul usul sallanıp duruyordu bayrak misali. Önceki gelişimde ağaca astığım keseri bıraktığım yerden aldım ve tahta kapıyı olması gereken yere oturtup birkaç kez keserle vurdum. Eskisinden daha iyiydi. Birkaç kere açıp kapatarak gıcırdayan sesini dinledim. Zeytinyağı sürmek gerekecekti bu gıcırtının sona ermesi için.

“Hoca Bey?”

Muhtarın sesiyle düşüncelerimden sıyrıldım. Çitlerin ardından, meraklı gözlerle beni izliyordu. Muhtar unvanını da hak ediyordu doğrusu, burnunu her işe sokmayı çok severdi. Başındaki kasketi huzursuzca düzelterek etrafa bakındı. Çıraklığına verdiğim oğluma bakınıyor olmalıydı. Köyün tek kahvehanesi, karşımda duran bu kısa boylu, kısa akıllı adama aitti. Bir süredir benim oğlana ustalık ediyordu lakin ne fayda, armut tam da dibine düşmüştü. Oğlum da benim gibi inattı. Adamın bıktığı da her halinden belliydi.

“Hüseyin’e mi bakındın, Muhtar? Sabahtan şehre yolladım. Anasına domates tohumu alacak, ezandan önce döner.”

“Hüseyin’a bakmadıydım,” dedi çekingen bir sesle. Sanki garip bir şey söylemişim gibi, yüzüme bön bön bakıyordu. “Size bakmaya geldiydim, bileğiniz nasıl deyi.”

Bileğim mi? O anda sağ bileğimde kendini hissettiren cılız sızıyla yüzümü buruşturarak elimi kaldırdım. Bileğim, üzeri pansuman lekeleriyle kaplı bir sargı beziyle sarılmıştı. Ne olmuştu benim bileğime? Gözlerimi kısarak hatırlamaya çalıştım ama beynimin içi boş tankerlerden farksızdı. Merakla çitin arkasında dikilmeye devam eden adama doğru yürüdüm. Bön bakışları yerini endişeli bir ifadeye bırakmıştı. 

“Bileğim,” dedim boğazım düğümlenirken. Bir yandan da sargıyı açmaya çalışıyordum. “Bileğime ne oldu, Muhtar? Neden hatırlamıyorum?”

“Dur beyim, dur. Sen yine olanı biteni unutmuşsun. Eh, dediydim ben. Hoca Bey’i yalnız bırakmamak gerek dediydim ahaliye.”

Ne anlatıyordu bu adam, kafayı mı yemişti? İlaç mı vermişlerdi bana, bayıltıp kesmişler miydi beni yoksa? Hanım neredeydi? Eve doğru yürümeye başlayacakken kolumu tutan muhtarın elinden silkinerek kurtuldum. Bu lanet köyde bir tane akıllı adam kalmamıştı.

“Beyim, dur bir. Hah, dur hele. Geçeyim oraya, anlatayım sana ben. Oldu mu?”

Çattığım kaşlarımla muhtarı başımla onayladım. Ne saçmaladığını anlamam gerekiyordu. Sonra da karımla oğlumu alıp gidecektim bu köyden. Yetmişti artık senelerdir bu cahillerin arasında yaşadığım cehennem hayatı. Mersin’e gidecektim. Babamdan kalan mallar yeni bir hayata yeterdi. Zaten şurada kaç sene ömrüm kalmıştı ki? Muhtar, nefes nefese yanıma gelip kasketini başından çıkardı. Ben sabırsızca bileğimdeki sargıyı açmaya başlarken ellerini karnında birleştirip hızlı bir selam verdi. Öyle uzun bir sargı beziyle sarmışlardı ki açmakla bitmiyordu. Nasıl fark etmemiştim ben bunu? Muhtar, bileğimi incitmekten korkarcasına tuttu ve sargı bezini açmaya devam etti. Ondan beklenmeyecek bir kibarlıkla, sargı bezini tenimden ayırdı ve omzuna attı. Geri sarmak niyetindeydi, izin vereceğimi de nereden çıkartmıştı?

Gözlerimi bileğime çevirdiğimde şaşkınlıkla ve korkuyla sendeledim. Birisi bileğimi bıçakla kesmiş, derin yaralar açmıştı dövmemin üzerinde. Atılan dikişlerin arasından kendini gösteren dövmem, varlığını hatırlatmak istercesine bana gülümsedi. Artık okunamayan sayılardan oluşan dövmenin yeşillenmeye başlayan rengi, uzun süredir benimle olduğunu kanıtlar gibiydi. Dövme yaptırdığımı da hatırlamıyordum. Hiçbir şey hatırlamıyordum. Bana neler oluyordu?

“Sevgi iziniz, beyim. On dört yıl önce yaptırdık. Hatırladınız mı? Oğlunuzu kaybettiğinizden beş ay sonra. Hüseyin kendini vurdu ta kümesin orada, ha beyim? On iki yıldır hanımla ben bakıyoruz size. Sevgi izinizi kesmişsiniz, birkaç gün oldu dikiş atılalı. Alzheimer’sınız, beyim.”

Hatırlamak, dehşettir.

Kümesin gıcırdılı kapısını kapattım, iki büklüm oturdum dört tarafı tellerle kaplı tavuk hapishanesinin içine. Kümesin sahiplerini içeriye almadım. Muhtar gitti. Ben kümesin içinde omzumdaki yük ve bileğimdeki çiziklerle dururken, muhtar gitti. Ben gönderdim.

Oğlum da gitti. Gitmiş. Bir baba, oğlunun gidişini nasıl hatırlamaz? Nasıl unutulur akan kan senin canındansa? Bir işe yaramayan kafama sağlam elimle vurdum. Bir şey hatırlasın diye, ya da unutsun diye. Beni bu yürek sancısından kurtarsın diye. Karım neredeydi? Züleyha Hanım, beni ne yapıp edip kocası eden, ince boyunlu, ince fikirli karım neredeydi? O da gitti ya, diye tısladı sesim. Kendi sesimdi bu. Oğlunun acısına, senin hastalığına dayanamadı. İki senede içi çürüdü berrak sulara benzeyen kadının. Öldü hanımın, sebebi sen oldun. 

Yok, yok dedim kendi kendime. Başımı ellerimin arasına aldım. Bunu da mı unutmuştum? Karımın ölümünü, oğlumun ölümünü görüp yaşayıp sonra da silmiş miydim aklımdan? Acılarını sindirip yok mu etmiştim işe yaramaz beynimin çöplüğünde? Tavukların gıdaklamalarına benim hıçkırıklarım karıştı. Bunları da unutacaktım, gözyaşı döktüğüm bu anı. Bileğimi kestiğim anı unuttuğum gibi. Oğlumun kendi canına kıydığı bu kümesi unuttuğum gibi…

Parça parça zihnime geri dönen hatıralar, diken gibi batıyordu yüreğime. Oğlumu, tek varlığımı kendi bencilliklerim yüzünden reddedişim, kapıdan dışarı atışım, o gece yağan yağmur… Ne yağmurdu o. Günahlarımızı temizler sanmıştım halbuki. O gecenin sabahında vurmuştu kendini kara gözlü yavrum, benim yüzümden. Ben, onu olduğu gibi kabul edemediğimden. Ona kendi benliğini çok gördüğümden.

Bütün bedenim titriyordu. Sadece bedenim değil bu kümes, bütün köy hatta bütün dünya benimle sallanıyordu sanki. Geride bıraktığım, hastalığımın unutturduğu hayatım, film şeridi gibi geçiyordu gözlerimin önünden. Oysaki farkındaydım, onları tekrar unutacaktım. Unutunca acı çekmiyordu insan. Ağlamıyordu. Boğazını demirden elleriyle sıkmıyordu insanın duyguları. Boşluktu, yoktu hiçbir şey. Hiçbir şey yoktu. 

On dört yıl nasıl hayatta kaldım? Boğazımdaki düğümü yemek sanarak kaç kere yuttum? Kaç kere karnımı doyurdum sevdiklerim toprağın altında çürürken? Ne işim vardı hala adına dünya denen bu çorak tarlanın içinde? Şimdi kalkıp gitsem, yarın nerede uyanırdım? Daha da kötüsü, uyanır mıydım? Uyanmak ister miydim yapayalnız bir sabaha daha?

“Baba, sen beni hiç sevmedin.” 

“Baba, benim suçum değil.”

“Ben buyum. Böyleyim. Özür dilerim.”

“Yolcu yolunda gerek, Allah’a emanet baba.”

Hatırlamak, cezadır. 

Kümesten çıktım. Oğlumun hıçkırığı, silah sesi, bam! Karımın çığlığı, benim sessizliğim, arkamı dönüp gidişim… Sevgi izim, sevgisiz senelerim. Tavuklar yuvalarına döndü. Güneş dağların arkasına saklandı bir zaman sonra. Nefes nefese kalırken evimin yokuşunu çıktım. Bileğimdeki ince sızı kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. İşte bu kapı. Omzumla ittirerek içeriye girerken tanıdık bir koku doldu burnuma. Hanımın kokusu. Bir kadının kokusu nasıl asılı kalırdı senelerce bir evde? Sobalı odanın kapı eşiğinde duraksadım. Koyu yeşil duvarda asılı olan tüfekle bakıştım. Senelerdir elime almamıştım. Yoksa almış mıydım? Hatırlamıyordum ki.

Mutfağa girdim, savaş alanından farksızdı. Tezgâhta duran bıçak, bileğimdeki sayıları hatırlattı bana. Onlardan nasıl kurtulmak istediğimi. Çıktım mutfaktan. Bıçak olmazdı. Sobalı odaya yürüdüm ayaklarımı sürüyerek. Madem bu döngü böyle devam edecekti, buna son veren ben olmalıydım. Tüfeği yerinden indirdim. Elimi soğuk demirde gezdirirken, her ne yapacaksam çabuk olmam gerektiğini biliyordum. Her an başa dönebilirdim. Kafamın içine, bana her şeyi unutturan o yere. Bir daha kendimi unutmak istemiyordum. Yaşadığım ve yaşattığım acılar bitsin, üzerimdeki kara bulutlar yağmurlarını bıraksın istiyordum. Tüfeğin ayarlamasını yaptıktan sonra ucunu çenemin altına yasladım. Tek bir dokunuş, son bir ağrı. Sonra özgür olacaktım.

..

.

Hatırlamak, korkudur.

Editör: Elif Türkoğlu

Çisem Arslan
Latest posts by Çisem Arslan (see all)
Visited 8 times, 1 visit(s) today
Close