Yazar: 19:57 İnceleme

Zorbalıklarla Örülmüş Bir Kenet

Roman, intihar, cinayet ve vicdan azabı etrafında dönerken geçmişin yankıları günümüzdeki derin yaraları açığa çıkarıyor. Kenet, yaşamın ve ölümün iç içe geçtiği bir yolculuğa davet ediyor; okuyucuyu, kayıpların gölgesinde sorgulayıcı bir deneyime sürüklüyor.” sunuşuyla okura ulaştırılan Kenet; Hakan Akdoğan’ın kaleminden çıkan ve kurgusuyla, karakterlerin birbirlerinin hayatındaki yerleri ve bıraktıkları izlerle tam bir kenetlenme durumunu anlatıyor. 

Kenet, anlamı ve eser adı olarak zorlayıcı bir tercih. Yazarın edebi zevkinin yansıması olsa da sert tınısıyla hafızada zor yer edinen hatta ilk duyulduğu anda anlamlandırılması zaman alan bir kelime. Fakat bu kitaba başka bir isim konulmasını da arzu etmezdim. Kenet’in “Kenetlenmek” kelimesiyle aynı kökten geldiği düşünülürse yazarın kurguda karakterlerle zorbalığı âdeta birbirine kenetlediği fikrine varılabilir.  

Akdoğan, zorbalığın her türünün isim değiştirerek dünden bugüne artan ivmeyle hayatımızdaki yerinin farkında olan yazarlardan. Belki de bu sebeple kitabında bu konuyu geniş yelpazede ele alıp gencin yaşlıya, yaşlının gence, güçlünün güçsüze, güçsüzün güçlüye, insanın hayvana, doğaya, kadının erkeğe, erkeğin kadına ve ergen-akran zorbalığının her çeşidini işlemekten imtina etmiyor. Üstelik bunu sadece tek bir bakış açısından değil, her iki taraftan da ustalıkla okuruna gösteriyor. 

“İnsanlar kendilerini biricik sanırlarken çok benzer şeyler yaptıklarını fark edemiyorlar.”[1]

Zaman zaman bilerek yapılan hataların ve sürekli iyiliğin de zorbalık olduğunu, bir yerden sonra iyiliğin karşı tarafta suçluluk psikolojisi yarattığını ve hatta iyilik yapanların da kurban rolüne büründüğünü düşünüyorum. Akdoğan, kitabında benzer sahnelere fikirlerimi desteklercesine yer veriyor.

“Bile isteye hatalar yapıp kurban rolüne mi büründüm? Sırf kendimi haklı çıkarmak için hatalar yaptım mı? Sonra canavara dönüşüp ezildiğimi haykırdım mı?”[2]

Yazarın psikanaliz bilgisinin derinliği, kurgusuna yüklediği imgelerin yanı sıra karakterlerine verdiği isimlerle de ön plana çıkıyor. Kitabı okurken satır aralarında kurgunun derinliklerinde yazarın izlerini ararken karakterlerin isimleri, beni hayatın yanılsaması gibi ters köşeye sürüklüyor. Mesela kitabın otuz ikinci sayfasında Haşmet: “Bu ilişki beni esir alacaktı,” derken ilişki yaşadığı kadının adı Özgür’dür ve işin aslı bir ilişki içerisinde kimse özgür değildir. 

“Buraya adım attığımız günden beri Özgür’e ne kadar bağımlı olduğumu açık açık söylüyorum kendime.”[3]

Freud bu konuda “İnsanların çoğu özgürlüğü gerçekten istemezler çünkü özgürlük sorumluluk gerektirir ve insanların çoğu da bundan korkar.” Derken kitapta Haşmet:

“Anladım ki benim asıl kaygım değişiklik yaşamak,” [4]der.

İsimlerin insan karakterindeki etkileri nesillerdir bizlere anlatılır. Adının “Demir” olduğunu bildiğimiz birinin demir gibi sağlam yapıya, psikolojiye sahip olduğunu düşünürüz. Ön yargılarımız daha burada başlar. Oysa hayatın gerçekleri farklıdır. Akdoğan da bu anlatılara gülüp geçermişçesine kahramanlarına sembolik isimler vererek okuruna farklı bir bakış açısı sunuyor. Başkahramanımızın ismi Haşmet iken ve Haşmet, haşmet sahibi değilken zulmün sahibinin adıysa Selami’dir. Okura basit gelen yazarınınsa üzerinde düşünerek emek verdiği bu tür oyunlar kurguyu gerçekliğe daha fazla yaklaştırıyor. Zihnimizde var olan imgelerin farklı yansımaları, kurguyla zihnin verilerini birleştirdikçe varlık sahasından çıkıp farklı bir anlam daha kazanmasını sağlıyor.

“Kurgunun gerçekliğiyle gerçekliğin kurgusunun arasında bir çizgi olmadığını öğrendim.”[5]

Haşmet’in dayısı olan Bahattin isminin ise yazarın bir dönem “Masa” dergide yayınlanan yazılarında aynı ismi taşıyan karakteri “Bahattin”den yola çıkılarak verildiğini düşünüyorum. Bahattin’i bu sebeple tüm kurgudan ayrı tutmak istesem de kurgunun yapısı buna müsaade etmiyor. Yazar onun da zorbalığa uğradığını anlatırken başka bir kitapta yer alan başkahramanla aynı düzlemde işlendiğini dikkatli okurların âdeta yakalamasını istiyor. Kendimi biraz zorlayıp yazarın metinler arası kurduğu bu oyuna katılıyorum. Geçmiş dönemde yaptığım okumaları düşünürken Yusuf Atılgan’ın unutulmaz kitabı Anayurt Oteli’ni anımsıyorum. Yazarın Anayurt Oteli’nin Zebercet’i ile Bahattin arasında kurduğu görülmez bağ ilerleyen sayfalarda daha belirgin oluyor. Anayurt Oteli’ni okumayanlar için kısaca bahsetmem gerekirse Zebercet’e babasından bir otel miras kalır. Anayurt Oteli. Zebercet otelin hem kâtibi hem de işletmecisidir. Zebercet yaşamı boyunca hiç evlenmez. Ankara’dan trenle gelen bir kadına âşık olur ama kadına ulaşamaz. Otelin ortalıkçı kadınıyla kurduğu bağ daha çok anne bağıdır. Burada Oedipus Kompleksi’nden bahsedebiliriz. Çünkü Zebercet ortalıkçı kadınla kurduğu anne bağını kadını öldürerek keser. Sonrasında da tıpkı dayısı gibi kendini otel odasında asar. Bakış açımızı Kenet’e çevirdiğimiz zaman Bahattin aslında gassal olduğunu, babasından miras kalan pansiyonun işletmeciliğini yaptığını görürüz. Üstelik Bahattin bırakmadığı gassallık mesleğinde kendine kurgusal bir dünya kurmuştur. Gasilhanede yıkanan ölülerin yakınlarından dinledikleri hikâyeleri bir deftere not alır ve onları okuduğu kurgusal karakterlerle özdeşleştirir. Kurgunun ilerleyen sayfalarında Bahattin kasabaya gelen bir öğretmene âşık olur ve kavuşamaz. Kitapta yer alan Bahattin’in pansiyonun gündüz işletmeciliğini yapması için anlaştığı Melahat Hanım’ın ölümü de bana Anayurt Otelindeki gibi Oedipus Kompleksi’ni anımsattı. Aslında kitabın sonu ile bilgi vermek istemiyordum ama son sayfada Bahattin’in kendi defterine yazdığı son notu buraya eklemem gerekiyor.

“BAHATTİN İPEKÇİOĞLU

            Babasından miras kalan pansiyonun sahibi. Çelimsiz gassal. Annesi gitmiş, bir daha da gelmemiş. Ankara’dan trenle gelen bir kadını sevmiş. Kadın gitmiş, bir daha da gelmemiş. Ölü yıkarken aklı gitmiş. Bir daha da gelmemiş.

ZEBERCET-ANAYURT OTELİ”

Bahattin’in pansiyonu yeğeni Haşmet’e bırakması ve Haşmet’in Özgür tarafından terk edilmesi ise Bahattin’in Haşmete hazırladığı paradoksal bir kader olabilir mi? Bu sorunun cevabını kitabı okuyacak diğer okurlara bırakıyorum.

Anayurt Otelinden bahsedip kitapta yer verilen Hasan Ali Toptaş kaleminden çıkan Gölgesizler’den bahsetmemek olmaz. Yazar Hasan Ali Toptaş’a ve Gölgesizler metnine olan saygısını aşağıdaki paragrafında bizlere gösterir. 

“Nusret berber çırağını hemen kırtasiyeye gönderdi. Kira kontratı almasını istedi. Çırak o kadar gecikti ki berber sabırsızlanmaya başladı. O sırada elinde büyük bir tespihle gelen keçi sakallı müşterisini tıraş etmek için izin istedi Bahattin ile İnci öğretmenden. Koltuğa oturttuğu müşterisi aynaya asılmış karakalem kuğu resmini kimin yaptığını sorduğunda berber gülümseyerek cevap verdi: ‘Her seferinde de aynı şeyi soruyorsun! Ben yapmadım,’ dedi, ‘kimin yaptığını da bilmiyorum.’”[6]

Kenet’in biçimsel açıdan Gölgesizler metnine yaklaştığından bahsedebiliriz. Anlatıdaki muğlaklıklar, kurgusal mekânların isimsiz ve benzer yerler olması, anlatıcının roman yazarı olması (üst kurmaca) yer yer girilen rüyalar ve olayların karmaşık yapısı Akdoğan’ın okuruna metinler arası bir eser sunduğunu işaret eder. Romanda anlatıcının da roman yazarı olması ve yazma sürecine eş varoluş sancıları kitaptaki diğer karakterler gibi kendini arama yolculuğudur. 

“Yazılarım dışında dikkate değmeyecek bir adam olduğumu düşündükçe canım daha çok yanıyor.”[7]

Romanda mekân isimlerinin olmayışı okura bu mekânların gerçekliğini sorgulatır. Kasabanın, gasilhanenin, pansiyonun, çay bahçesinin, sokakların adı yoktur. Bu da okurun metindeki yerleri düşünebilmesine olanak sağlamaz. Okur, kurgusal gerçeklikte mi yoksa hayal âleminde mi olduğunu tam olarak anlayamaz. 

Bir kurgu oluşturulurken arketiplerden, psikanalizden, mitolojiden de yararlanılır. Jung arketipleri “Ortak bilinç dışını oluşturan yapısal ögeler,” olarak tanımlar ve “İnsanın ruhsal durumunun ve gelişiminin etkisiyle sanat eserlerinin psikolojik yapısı biçimlenir.” diye devam eder. Buradan yola çıkıp Akdoğan’ın önceki kitaplarıyla bu kitabı arasında anlatı ve bakış açısı farkını ise şu sahnede net görürüz. Yazar 2019 yılında Eksik Parça Yayınları’ndan çıkan Kirpi Mesafesi kitabında başkahramanının iç dünyasına bizi aşağıdaki sahne ile davet eder:

“Bu binada doksan dokuz kişi yaşar. Odayı boylamasına geçen borulardan doksan dokuz kişinin sesi gelir. Her evin kendinden bile gizlediklerini atmak için yerleştirilmiş boruların birleşerek yerin altına indiği noktadayım. Herkesin bağırsak hareketlerinin kavşağındayım…

Binanın çöpleri, haftada iki kez, belediyenin çöp toplama aracı gelmeden önce, benim penceremin önünde bir araya getiriliyor…”[8]

Günler geçer anlatılar, kurgular değişir, gelişir ve yazar son romanında benzer bir sahneyi üst perdeye taşır: 

“Gün doğarken çatıda kargaların tıpır tıpır yürüyüşleri, arada sert bir şeyi kırma çalışmaları, martılarla kapışmaları üst katta kalanlar için erken uyanmak demek. İnsan değişiyor, zaman değişiyor, mekân değişiyor ama doğa bir biçimde varlığını sürdürüyor eksik gedik, yarım yamalak da olsa.”[9]

Jung’ın sanat ve psikoloji söyleminden devam edecek olursak her kitabın yazılma zamanı olduğu gibi okur için de okunma zamanı olduğunu düşünüyorum. Hatta ileri götürecek olursak kişilerin okuduğu kitaplara bakarak o anki psikolojilerini, geçmiş dönem yaşanmışlıklarını ve içlerini görebiliriz. Akdoğan da Kenet’te Özgür’ün okuduğu, yarım bıraktığı kitaplardan kadının psikolojisini çözmeye çalıştırıyor Haşmet’e.

“Okumayı istemediğimiz kitaplar daha çok bilgi verir bilen bir göze. Bir gelecek okuma eylemi değil bu; okurun geçmişteki bilgilerine dayanarak andaki kurgusal seçimlerinin hangi duygusal çıktılarla çakıştığını öngörme eylemi.”[10]

Psikanalizden biraz da mitolojiye geçmek istiyorum. Çünkü Hakan Akdoğan kitabının merkezi olan zorbalık temasını işlerken insandan hayvana yapılan zorbalığı da es geçmiyor. Ölümün hayatlarımızda kol gezdiği yetmezmiş gibi avcı-toplayıcı dönemden kalma avlanma tutkusu birçok masumun yok olmasına sebep oluyor. Kenet’te de bir avcı tarafından vurulan kuğu, kasabanın havuzuna düşüyor. Etrafta ölüm sözleri kol geziyor. Gassal olan Bahattin’in kuğuyu yakalayıp çevreden istediği battaniyeye sarması hatta veterinere götürmeye çalışması okur için olası bir şey. Oysa kurgunun gerçekliği farklıdır. Kuğunun ölmesinin derin anlamları vardır. Kuğu mitolojide ve pek çok kültürde zarifliği, rengi ile iyiliğin, saflığın ve göklerin koruyuculuğunun sembolüdür. Yazar burada zorbalığın aslında tüm bu kavramların yok ettiğini ve kuğuyla ilgili anlattığı bu hikâyeden farklı bir anısına geçip aslında orada aşkın da öldüğünü ima eder.

Yazarın anlatımına tam manasıyla hâkim olamadığımı bilsem de Akdoğan’ın eserlerinde kelime tasarrufunu önemsediğini, daha kısa anlatabileceği şeyleri dili mahir kullanışıyla uzatmadığını bildiğimden ben de incelememi daha uzatmama düşüncesindeyim. Kitabın Hakan Akdoğan romancılığında yeni bir sayfa açacağını düşüyorum. Yazımı kitaptan bir alıntıyla bitirmek istiyorum: 

“Başka bir kişinin kurgusunun diğerlerinin hayallerine denk düşmesinin mucizevi sonucudur edebiyat.”[11]

Hakan Akdoğan, Kenet, Eksik Parça Yayınları, İstanbul, 2024.


[1] Hakan Akdoğan, Kenet, Eksik Parça Yayınları, İstanbul, 2024, s. 30.

[2] Hakan Akdoğan, a. g. e., s. 67.

[3] Hakan Akdoğan, a. g. e., s. 125.

[4] Hakan Akdoğan, a. g. e., s. 126.

[5] Hakan Akdoğan, a. g. e., s. 131.

[6] Hakan Akdoğan, a. g. e., s. 66.

[7] Hakan Akdoğan, a. g. e., s. 56.

[8] Hakan Akdoğan, Kirpi Mesafesi, Eksik Parça Yayınları, 2019, İstanbul, s. 10.

[9] Hakan Akdoğan, Kenet, Eksik Parça Yayınları, İstanbul, 2024, s. 35.

[10] Hakan Akdoğan, a. g. e., s. 98.

[11] Hakan Akdoğan, a. g. e., s. 98.

Huban Seda Aras
Latest posts by Huban Seda Aras (see all)
Visited 46 times, 1 visit(s) today
Close