Mehmet Bilal Dede, 15 Mayıs 1962’de İstanbul’da doğmuş. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun olduktan sonra Stuttgart Üniversitesi’nde Almanca ve Politika eğitimi almış. İlk öyküleri 1980’li yıllarda yayımlanan Dede, çeşitli dergilerde muhabirlik, düzeltmenlik ve sayfa sekreterliği yapmış. Uzun yıllar da reklam yazarı ve yaratıcı yönetmen olarak çalışıp dizi senaryoları yazmış. Halen birçok yere edebiyat, sinema ve müzik yazıları yazan Mehmet Bilal Dede’nin son kitabı Unutmadan İthaki Yayınları etiketiyle okuyucuyla buluştu. Bir yakın dönem romanı olan Unutmadan, bu toprakların özellikle edebiyat açısından hayli “verimli” olan siyasi geçmişini Fırat ve Yılmaz karakteriyle içselleştirerek anlatıyor. Ancak kitabı, sadece bu iki karakter üzerinden “klasik Türk siyasal romanı” olarak okumaya heveslenmeyin derim…
Kasabadan kaosa
Fırat, bir kasabada ailesinin tüm yarım ağızlı “olmaz”larına rağmen üniversiteyi İstanbul’da okumak isteyen, okumaya hevesli bir genç. Bir anlamda “Oku, ama hobi olarak oku” diye dizlerinin dibinden ayrılmasına karşı çıkılan, bir an önce eli ekmek tutup eve üç kuruş (ve daha fazlasını) getirmesi beklenen, kısaca töre ve gelenek bulutlarının tam olarak üzerine çökmediği kasabada, millet ne yapıyorsa o da aynısını yapsın diye önüne ket vurulmuş, kanı kaynayan bir delikanlı. Ama inadı inat. Ne yapıp edip kapağı İstanbul’a atmak istiyor. Evin büyüklerinin tüm karşı çıkışlarına, ninesinin de karşı çıkışıyla son söz söyleniyor ve Fırat üniversiteyi kazanmak için hızlandırılmış bir kursa kayıt yaptırarak İstanbul’un yolunu tutuyor. Yolunu, izini, suyunu bilmediği bu şehirde halasının tek göz evinde kalan Fırat, yeterince fazlalık olduğunu bilmesine rağmen yapacak bir şey olmadığı için burada idare etmeye mecbur kalıyor. Bir yandan kursa giderken diğer yandan cepken delik şehri keşfetmeye çalışan Fırat, ülkenin kaotik atmosferini de çözmeye çalışıyor. Zira ortalık yangın yeri. Mitingler, boykotlar, sloganlar bazen kurşunlar havada uçuşuyor.
İlk nefes
İşte o kurşunların yığınların üzerine doğru havada uçuştuğu bir kalabalığın arasında, o kalabalığın tüm coşkusunu iliklerine kadar hissettiği bir gün, tanışıyor Yılmaz’la. Ortalık toz dumanken kendilerini bir köşeye atmayı başaran Fırat ve Yılmaz’ın kaderi o gün çizilmeye başlıyor. Yılmaz, arka tarafındaki şeytan tüyüyle girdiği her ortamda ayna gibi parlayan, etrafındakileri dudaklarından çıkacak iki cümleyle tav edecek tavırlarıyla ortamın parlayan yıldızı minvalinden her daim parmakla gösterilen adamı olarak Fırat’ın da çekim alanına giriyor. İkisinin yavaştan başlayan dostluğu, ikisinin kafaları çekmeye Galata Köprüsü’ne gittiği bir akşam iyice pekişiyor. Dumanlı kafa çıktıkları mekânda, omuz omuza ve sallana sallana yürürken ilk kez değiyor Yılmaz’ın kokusu Fırat’ın burnuna. Teni tenine… Sonra sonra Fırat, Yılmazların Nişantaşı’ndaki evlerine gitmeye başlıyor. Fırat’ın, bir devrimcinin Nişantaşı’nda oturmasına ve zengin bir aileden geliyor olmasına aklı başlarda pek yatmasa da sonra duruma alışıyor. Kız kardeşiyle ahbap oluyor. Elbette zaman onlardan azade akıp memleketin politik ortamında “şartlar olgunlaşınca” o zalim darbe geliyor bir sabahın köründe. Vaziyet belli, gelecek meçhul. Fırat, mecburen baba evinin yolunu tutuyor. Yılmaz ise daha acı gerçeklerle karşı karşıya kalıyor.
Unutanlar ya da öyle sananlar
Ülkede nispeten her şey normale döndükten uzun bir süre sonra, Fırat geçimini kâh İngilizce dersi vererek kâh öğretmenlik yaparak sağlarken Yılmaz’ın akıbetini kaybediyor. Bilene edene de rastlamıyor. Yine zaman en büyük silahını kullanıp her şeyi unutturuyor. Fırat da artık bir yanını zamana teslim etmiş, onun getirdiği bağımlılıklarla mücadele ederken, diğer yandan her eski devrimcinin bir şekilde kapısından geçtiği yayınevlerinden birinde editör olarak karşımıza çıkıyor. Yayınevinde “şiir tadıcısı” olan bir çalışanın Fırat’a hoplaya zıplaya getirdiği şiir dosyasını okuyunca içi “cız” ediyor Fırat’ın. Her ne kadar isimsiz, mahlassız bir dosya olarak gelse de dizelerden sahibinin kim olduğunu hissediyor Fırat. Yılmaz’ın o ilk ter kokusunu çektiği zamandaki koku geliyor sanki dizelerden Fırat’a. Yılmaz’ın Köln’de olduğunu öğrenip kısa süre sonra başlayacak Frankfurt Kitap Fuarı bahanesiyle atlayıp gidiyor. Eski halinden eser kalmamış Yılmaz’ı buluyor. Birbirlerine birer yabancı gibi geliyor iki eski dost. Ne Fırat kurcalıyor ne de Yılmaz anlatıyor hikâyesini. Yine zaman çıkageliyor. Ama bu defa bambaşka şekilde ve hiç de şarkı sözlerinde, şiirlerde yazmadığı bir biçimde. Alev alev yanan o kalabalık arasında başlayan dostlukla çizilen kader, bu defa tersine yazılmaya başlıyor. Unutanlar ya da öyle sandığını düşünenler arasında…
Mehmet Bilal Dede Unutmadan kitabında, adını tam olarak koymadığı ve muhtemelen de okura bıraktığı bir “ilişki”yi, Türkiye’nin çok insan yemiş bir dönemini, milenyum öncesini ve sonrasını fona koyarak anlatıyor. Bu süreçlerle ilgili yüzlerce kitap yazıldı, birçok film çekildi ve doğal olarak aynı hikâyeleri okuduk, çünkü o hikâyeler öyleydi. Gerçekti. Ancak Mehmet Bilal Dede’nin kitabını farklı kılan, olay örgüsünün ve kurgunun sadece zamana ve getirdiklerine değil, Fırat ve Yılmaz’ın muğlak ilişkisine daha fazla odaklanarak okuru burada tutmayı başarıyor olması. Yazar, arka plan itibariyle daha önce karşımıza gelen pek çok şeyi layıkıyla ama dozunda kullanıyor fakat tıpkı Yılmaz’ın isimsiz şiir dosyasındaki dizelerinde bolca vurguladığı gibi, Fırat ve Yılmaz’ın arasında yaşananların da dokununca “cız” olacağına vurgu yapıyor. Mehmet Bilal Dede’nin gerçek anlamıyla “zaman”ın altını ince ince ama ısrarla çiziyor oluşuysa romana bambaşka bir okuma yönü katıyor.
Kaynakça
Mehmet, Bilal Dede. Unutmadan. İstanbul: İthaki Yayınları, 2023.
Editör: Buse Karabulut
- Natsume Soseki’nin “On Gecelik Düşleri” - 27 Eylül 2024
- “Küresel Köy”ün İlk Kuralı: “Hiperkültürellik” - 5 Eylül 2024
- “Rüzgâr Yükseliyor, Yaşamayı Denemeliyiz”* - 24 Ağustos 2024