İçinde bulunduğumuz dünya son zamanlarda yok olmaya ve kendini kaybetmeye yüz tutmuş durumdadır. İçinde milyonlarca insanın yaşadığı dünya yorulmaya mı başladı da kendini kaybetmeye yüz tuttu? Kimi insanların omuzlarına dahi baktığımızda büyük bir çöküş, suratlarında ise yılların yorgunluğu da yer almıyor muydu?

Sessiz bir savaş içinde uyandık dünyaya… Kendini kaybetmek üzere olan ve kocaman var olan içinde yok olan… Söz konusu ele aldığım bu makaleyi günümüzde dinamikliğini taşıyan bir konu üzerinden işleyeceğim. Makalemi kaleme almamdaki amacım ise var olan bir birey olarak düşünce içine girmek, sessiz savaşın ne olduğunu açıklamak ve sağlığın hayatımızdaki yerini göstermeye çalışmak olacaktır. Dilerseniz kocaman bir evren içinde küçük bir parça olarak bütün bir şekilde sayfaları canlılığını sürdüren konularla doldurmaya başlayalım…

Hastalıkta ve Sağlıkta

Üzerine düşündüğüm ve oldukça çok duyduğum ikileme gibi yer eden fakat ikilemeden uzak olan bu iki ayrı kavram, yani ‘hastalık’ ve ‘sağlık’ kavramı bir diyalektiği içinde barındırmaktadır. Bu diyalektik düşünme Antikçağ felsefesinden bu yana süregelmektedir. Yine bu diyalektik sistem ya da başka bir deyiş ile diyalektik yaklaşım, 20. yüzyılda da kendini Heidegger’in ontolojisi üzerinden göstermektedir. Bu noktada Heidegger’in Metafizik Nedir? eserine işaret etmek mümkündür.

‘Varlık’ varsa ‘hiçlik’ de vardır. Biri diğerini tamamlar niteliktedir. Birinden söz ederken diğerini düşünmemek elde değildir. Çünkü ‘varlık’ kendini bizlere ‘hiçlik’ ya da ‘hiçme’ olarak kaçınılmaz bir şekilde gösterir. 

Böyle diyalektik düşünülecek olursa ‘hastalık’ kavramı, ‘sağlık’ kavramını da beraberinde getirir. Fakat gelin görün ki günümüzde bir hastalık olduğunda sağlıklı kimseler Karadeniz’e bakan dağlar gibi ya da Akdeniz’e uzanan Toroslar gibi oldukları yere uzanıp arkalarını dönerler… “Hastalıkta ve sağlıkta” diyenlerin pek azı birbirini tamamlar niteliktedir. Burada önemli olan “Sağlık nedir?” sorusuna değinmektir. 

İnsanlık, tarih boyunca kıtlık, salgın ve savaşlarla mücadele etti. Harari, insanlığın kısa bir tarihini Sapiens ve Homo Deus adlı eserlerinde bizlere anlatmıştı. Homo sapiens,  en başından bugüne dek sağlıklı bir yaşam ve varoluş mücadelesi içindeydi.

Söz konusu olan ‘sağlık’ kavramı, vücudun hasta olmaması durumu, vücut esenliği ya da esenlik gibi anlamlara gelmektedir. Hatta çoğu zaman devlet ve devletin kurucusunun sağlıklı ve bütünlüklü birey olması vurgulanır. Bütünlüklü birey ile kastedilen şey ise vücudunda bir engel ya da olumsuzluk görülmemesidir. 

Herkesin bildiği üzere şu an içinde bulunduğumuz bir salgın durumu hayatımıza yer etmiş durumdadır. Yok olmaya ve kendini kaybetmeye yüz tutmuş dünyanın hemen hemen her ülkesi bu salgın ile yüz yüze gelmiştir. Bu salgın elbette ki -korona (covid-19) salgınıdır. Bu salgın dünyamızda bir virüs olarak yer etti. Peki, ‘virüs’ kavramı tam olarak ne anlama gelmekteydi?

Virüs dediğimiz kavram iki farklı anlamıyla karşımıza çıkmaktadır. Birinci anlamı bulaşıcı hastalıklara neden olan mikroptur. İkinci anlamı ise bilgisayar programını bozan etken olarak yer almaktadır. Elbette bu çalışmayı birinci anlamı, yani bulaşıcı hastalıklara neden olan mikrop tanımı üzerinden tamamlayacağız.

Dünya, kar beyazı ve gece koyusunu üzerinde barındıran bir kaplanın güçlü pençesiyle savaşıyormuş gibi bu salgınla savaşmaktadır. Açık ve nettir ki dünyada çoğu ülke bu hastalıktan muzdariptir. Fakat elde ve avuçta sağlık yer etmemektedir. “Hastalıkta ve sağlıkta” diyen insanlar, salgına kapılmış ülkelere dağ ya da bir duvar gibi sırtlarını dönmektedir. 

Günümüz dünyasında hep beraber ‘bir’ olmak varken herkes birbirini suçlayıp hasta günlerinde birbirlerinin yanlarında olmamaktadır. Dolayısıyla burada ‘hastalıkta ve sağlıkta, iyi günde ve kötü günde’ gibi birbirini tamamlayan kelimelerin insanlığı tamamlamadığını görmüş bulunuyoruz. 

Bizler, daha doğru bir ifadeyle dünyadaki sağlıklı ülkeler birbirlerini suçlamayıp aksine destek olmalıdırlar. Söz konusu koronovirüs belki de ortaya atılan, yorgun dünya üzerine bırakılan bir silahtır. Her silah kendi içinde bir ses barındırabilir fakat bu salgından oluşan silah, sessiz bir savaşı doğurmaktadır…

Sessiz ve Silahsız Savaş

Her savaş topla, tüfekle ya da bombalarla yapılacak diye bir kural söz konusu değildir. Yeri geliyor bulunduğumuz hayat içinde düşünce savaşı, yaşam savaşı veriyoruz. Yaşam savaşı denildiğinde akla gelen ilk şey bir kimsenin kendi yaşamına ait verdiği sağlık üzerine bir mücadeledir. 

İnsanlığın tarih boyunca en büyük düşmanı salgın ve bulaşıcı hastalıklar olmuştur. Antik Yunan’da dahi büyük salgın hastalıklar kendini göstermiştir ve Antik Yunan yurttaşları bu salgının tüm aileleri yok edebileceğini düşünmüşlerdir. 

Sözünü ettiğim bu hastalık sizlerin de tahmin edebileceği gibi ‘Kara Veba’ olarak bilinmekteydi. 1330’larda Doğu Asya ya da Orta Asya’nın bir bölgesinde ortaya çıkmıştı. Bu hastalık bazı hayvanlardan, örneğin pirelerden oluşmuş şekilde tüm hızıyla Asya, Avrupa ve Kuzey Afrika ülkelerine yayılarak yirmi yıldan daha kısa sürede Antik Okyanus ve çevresine kadar varmış oldu. Bu hastalığın tüm toplumları ekonomik ve psikolojik açıdan etkilediği görülmüştür. 

Böyle bir salgın karşısında ülke yöneticileri elleri kolları Platon’un mağarasında zincire vurulmuşçasına kalakaldılar. İnsanların o dönemlerde bilime başvurması geç olduğundan dolayı çoğu kimse kendisini Tanrı’ya sığınmış şekilde buluyordu. Oysa Tanrı, elbette onlara bir dönüş yapmadı. Asıl iç acıtan şey şuydu: Bilim aşıyı bulunca herkes kendi Tanrı’sına teşekkür etti…

‘Kara Veba’ salgını tarihte yerini alan tek bulaşıcı hastalık olarak yer etmedi. Dolayısıyla salgın konusu çoğu filozofun da gündeminde yer aldı. Bunun en güzel örneğini Albert Camus’nün Veba eseri bizlere hümanist ve nihilist bir doktorun cehalet ve veba salgını ile savaşması konusunu vermektedir.

Çok sonra insanlığın karşısına grip ve çeşitleri, verem ya da frengi gibi hastalıklar ortaya çıkmaya başladı. ‘Şimdi’nin içinde yer alarak gelmeyen geleceğimizi bir kenara koyup arkamızı dönerek ‘geçmiş’imize bakalım… Yakın zamanda 2002-2003 yılında ‘Sars’ hastalığı ortaya çıkmış ve bizi derin bir şekilde sarsmıştı. 2005 yılında kuş gribi, 2009-2010 yılları içinde üzerine şarkılar da yazılan domuz gribi, 2014’te Ebola ve son olarak ise 2020 yılında Koronavirüs büyük bir dağdan düşen çığ gibi hayatlarımıza düştü.  

Bu noktada “Bu tip hastalık ve salgınlar neden çok yayıldı?” sorusunu cevaplamak gerekmektedir. Öyle ki insanlık en başından beri tarımla uğraş halindeydi. Kimi insanlar çiftçilik yaptılar ve bereketli topraklar üzerinde açıklı koyulu yeşil bitkileri ve en güzel meyveleri ürettiler. Kimi insanlar ise hayvancılıkla uğraştılar. Açıklı koyulu rengi olan büyükbaş hayvanlara, sarıya kaçan kıvırcık tüylü küçükbaş hayvanlara ya da birbirinden güzel ve batan güneşin kızıllığına değinmiş tüyleri olan kümes hayvanlarına baktılar. İşte böylece düşünen hayvan olarak insanın, diğer hayvanlarla yakın ilişkisi birçok hastalığı beraberinde getirmiş oldu.

Günümüze baktığımız zaman şu soruyu kendimize sormamız mümkündür: Bizler 21. yüzyıl içinde yaşayan kimseler olarak teknolojiye daha yakın konumdayız. Tarım ve hayvancılıkla uğraşan kişilerin sayısının önceki yıllara göre makineleşme sayesinde biraz daha azaldığı görülmekte… O halde günümüze devrik cümlelerin üzerimize devrildiği gibi devrilen bu koronavirüs, hayvancılık azaldığı halde nasıl oldu da bir hayvandan ortaya çıktı? 

İnsanlık çoğu salgını bilim ve teknolojinin gelişmesiyle atlattı. 21. yüzyılın ileri teknolojisi günümüzde yer alan Çin’de ortaya çıkan koronovirüsü atlamakta güçlük çekiyor. Geçmişe dönüp tekrar baktığımızda ülkeler arasındaki savaşlar topraklar uğruna yapılan savaşlardı. Fakat artık günümüzde insanlar teknoloji savaşı yapıyorlar. Burada en acı noktaysa şu: Önceden silahlar ve büyük toplar savaşın başladığını bize gösteriyordu. Çıkan ya da yapılan her savaş dünya üzerinde büyük sesler uyandırıyordu. Şimdi gelin görün ki yapılan savaşlar ‘sessiz savaş’ halini almış bulunmaktadır. 

Belki çoğu salgın hastalık hayvanlar üzerinden bulaştı insanlığa… Fakat günümüzde var olan Koronovirüsün basit bir şekilde herhangi bir hayvandan bulaştığını ileri sürmek düz bir yolda arabayı bariyerlere sürmek gibi bir şeydir. Çünkü bu konular derin araştırma gerektirir. 

Küçük bir varsayım yapmak ya da çıkarım yapmak makalemi ve kendi düşüncelerimi daha iyi ifade etmemde büyük rol oynayacaktır. “Dünyada insanlık tarihine bakınca varsayalım ki eğer günümüzde yaşanılanlar birer silahsız sessiz savaşsa insanlığın tarihine dönüp salgınların nerelerde ve nasıl ortaya çıktığı araştırılsa ve bu salgınlara aşıyı, örneğin A devleti bulmuş olsun diyelim… Sonuçlara bakıldığında her salgının aşısını ya da ilacını A devleti bulmuşsa eğer, sözüm ona korona salgınına A devleti çözüm bulmuyorsa, aksine kendisi de dünyayı bir film gibi izliyorsa o halde sessiz savaşı koronavirüs üzerinden başlatan A devleti olmuştur.” demek yerinde bir ifade olabilir.

Söz konusu olan koronovirüste “İnsanlar ölüyor.” ifadesini kullanmak gerekirken günümüzde çoğu ülke “Yaşlılar ölüyor.” demekle kalmayıp yaşlarına göre sıralama yapmakta ve onları ayırmaktalar. Bu tip ayrımcı bakış açıları koronovirüsün bedenlerinden çok zihinlerine işlemiş olduğunu, dolayısıyla etik ve ahlak çerçevesi içinde düşünmediklerini göstermektedir.

Doğanın Geri Dönüşü ve Değişimi  

Doğa, en başından beri üzerine yorum yapılan, düşünce geliştirilen bir nesne olmuştur. Bu doğa tarih boyunca birçok savaşa ve acımasızlığa tanık olmakla kalmayıp tüm bunlara aynı zamanda ev sahipliği de yapmıştır. 

Öyle ki insanların acımasızlığı, yani doğaya zarar vermesi, doğayı kirletmesi doğamızı yorgun bir savaşçı haline getirmiştir. Kimi insanlar duyamaz doğanın çığlığını… Kimi zaman işitirim, rüzgârın sesi ile çarpar suratıma onun sesi… Sadece gökyüzü ağlamaz evrende. Aynı zamanda doğa da ağlar ve gözyaşlarını saklar toprak altına…

Doğamız tüm bunlardan sonra acaba insanlıktan öç mü almakta? Doğa günümüzde değişim halinde mi? Bu gibi sorular elbette düşüyor aklınıza… Bundan yıllar öncesine gittiğimizde insan avlanmak zorundaydı. Doğada yer alan çoğu canlıyı avladı ve varlığına devam etti. Acaba günümüzde doğa, avlanması yasaklanan hayvanları avladığı için insana ders mi veriyor?

İnsanlık tarihine baktığımızda ormanlar insanların kafesleriydi… Teknolojinin gelişmesi ile insanlar çadırlardan çıkıp gökyüzüne kadar varan büyük ve göz dolduran binalarda yaşamlarına devam ettiler. Günümüze bakınca biz insanlar koronavirüs karşısında ya da başka bir deyişle ‘sessiz savaş’ karşısında doğaya boyun eğdik ve kafeslerimiz olan evlerimize geri dönmüş bulunduk.

Sonuç olarak hayatımızı artık politik ve ekonomik açıdan tüm ülkelerin aldığı kararlar yönlendirecek… Koronavirüs ile dünyanın savaştığı bu sessiz savaşta, çiçeklerimiz her ne kadar kitap aralarında kalan çiçekler gibi solsa da çok yakında yeni bir dünyaya uyanıp bir çocuğun elindeki pamuk şekerinin pembeliğinde açacak çiçekler…

Bilim, tıp ve teknoloji ilerledikçe gençliğimizin baharlarına yeni bir güneş doğacak. Aksi halde bilim, tıp ve teknolojiye olan inancımızı yitirirsek gençliğimiz sonbaharda kalmışçasına yaprak dökecek… Ve yine son sözü dünya üzerinde bir parça şeklinde yer alan insanlık söyleyecek…

DİPNOT

1. Ölüm korkusunda hiç ile karşı karşıya gelme durumu
2. Yuval N. Harari, Homo Deus, (Çev. Poyzan Nur Taneli), Kolektif Yayınları, İstanbul, 2016, s.31
3. Sabahattin Özafşar, Türkçe Sözlük, Birleşik Yay. İstanbul, 2009, s.426
4. Ümit Kabukçu- Mustafa Pektaş, Türkçe Sözlük, Pasifik Yayınları, Ankara, s.425
5. Yuval N. Harari, Homo Deus, (Çev. Poyzan Nur Taneli), Kolektif Yayınları, İstanbul, 2016, s.19

KAYNAKÇA

  • Yuval N. Harari, Homo Deus
  • Sabahattin Özafşar, Türkçe Sözlük
  • Ümit Kabukçu- Mustafa Pektaş, Türkçe Sözlük
  • M. İlin- E. Segal, İnsan Nasıl İnsan Oldu 
Barış Çokaz
Latest posts by Barış Çokaz (see all)
Visited 22 times, 1 visit(s) today
Close