İçtiği çaylardan olacak, midesi, alev almış, eski bir İstanbul evi gibi yanıyordu. Yine de ocakçının, masaya koyduğu bilmem kaçıncı çayı önüne çekip karıştırmaya başladı. Masanın üstü, oraya buraya savrulmuş kağıtlarla, önceden alınmış notlarla ve birbirinin alternatifi başlangıç yazılarıyla doluydu. Elli dokuz yaşına gelmiş fakat yazar olma hayalinden vazgeçmemişti. Ona yazar olamayacağını söyleyen editörlere; imza günlerinde önlerini kesip ellerine tutuşturduğu yazılarını şöyle bir okuduktan sonra kibarca “başka alanlara yönelmesini” öğütleyen yazarlara inat yazmaya devam etmişti. Onlara hadlerini bildireceği ve hepsinin tenkitlerinden utanacakları günler o kadar yakındaydı ki, yıllar geçmesine ve haddini bildireceği insanların çoğunun ölmesine rağmen bu hayalin peşini bırakamıyordu. Yazmayı seviyordu sevmesine, ama bu ona yetmiyordu. Yazar olmak; mümkünse tanınmış, çok okunan bir yazar olmak istiyordu. Yanından ayırmadığı çantası, farklı zamanlarda yazılıp unutulmuş kağıt parçalarıyla doluydu. Kimi “Her sabah bu saatlerde uyanır Nevzat.” diye devrik bir cümleyle başlar, adeta birbirinin üzerine devrilerek yokuş aşağıya yuvarlanan tomruklar gibi, düzensiz ve rastgele cümlelerle devam ederdi. Daha ilk paragrafın sonuna doğru yazı, olanca gücünü tüketip, çatlamış bir yük katırı gibi oracıkta kalırdı. Çantanın bu ağır yükünün diğer bir kısmını da herhangi bir bütüne ait olmayan yazı parçacıkları oluştururdu. Bunlara ya da “özlü söz” demek de doğru olmazdı. Yalnızca öylesine aklına gelen ve fiyakalı olduğuna inandığı cümlelerdi. Küçük saman kağıtlar, “Gür sesiyle ramazan topu gibi bir cevap patlattı.” ya da “kendi içini kendine yasaklamış bir kadını sevmek…” gibi anlamsız cümlelerden oluşan karalamalarla doluydu.

Çayını yudumlarken midesi tekrar alev aldı. Kapandığı kağıdın üzerinden yüzünü ekşiterek doğruldu.

“Ekmek var mıdır Mürsel ağabey?” diye sordu ocakçıya.

“Elim dolu. Şu üst dolapta olacak biraz. Kalk da al.” dedi kırk iki yaşındaki Mürsel.

Kalkıp üst dolabı açtı. Ekmeği buldu. Büyük bir parça koparıp ağzına doldurdu. Şişmiş yanaklarını kıpırdatarak yerine döndü. Biraz ılık süt hayal etti ekmeğin yanına. Mürsel süt vermezdi. Kahveye koyarken bile dirhemle koyuyordu. Geçmişi anımsadı. Karısı, ılık süte ekmek doğrayıp yedirirdi ona. İyi kadındı Songül. Evcimendi. O küçücük daireyi çiçek gibi tutardı. “Kim bilir nerededir? Nasıldır?” diye düşündü. Evi terk edeli neredeyse on iki yıl olmuştu. Fakat o, bunca yıldır ne bununla ilgili tek bir cümle yazmış ne de bundan ilham almıştı. Unutmak istediği ya da kaçtığı için değil, yazmaya değer bulmadığı için yazmıyordu. O, diğer yazarlar gibi kendi deneyimlerinden ya da gözlemlerinden damıttıklarını yazmıyordu. Okunabileceğini düşündüğü, kendisini ünlü bir yazar yapacağına inandığı şeyleri yazıyordu. Hatta bunu yaparken klasiklerden de ufak tefek aşırmalar olmuyor değildi. Yazmak onun gözünde hiçbir zaman bireysel bir iş olmamıştı. Kendisini bir aşçı gibi görüyor;  başarıya giden yolun, müşterinin damak tadına en uygun yemeği, en doğru biçimde hazırlamaktan geçtiğini düşünüyordu. Aslına bu işlere ilk başladığı yıllarda durum böyle değildi. Yazmanın tatmini ona yetiyordu. Ama hayalindeki gibi bir yazar olamama halinin müzminleşerek ilerlediği yıllar boyunca önceliği değişti. Şimdi de ara ara içinden geçeni yazdığı oluyordu. Ama bunu fark ettiğinde hemen duruyor, kâğıdı bir tarafa fırlatıyordu. Bir imza gününde kendisine “Yazar olmayı değil yazmayı önemsemelisin. Beğenmediğin yazılarını tekrar gözden geçir. Belki de bunca zaman yanlış yol tutun geliyorsun.” diye öğütleyen moruktan nefret etmişti. Onun için hava hoştu tabi. Herkesin tanıdığı, kitapları binlerce satan, zengin bir yazar olunca öğüt vermek kolaydı.

“Yaz ulan kâtip! Biraz da bizim halimizi yaz.” diye bağırarak sırtına bir tokat indirdi Eşref. Sonra da karşı masalardan birine kurulup pis pis sırıttı. Ölesiye iğrendiğiniz birinden o denli de korkuyorsanız elinizden pek bir şey gelmez. Eşref’le ne zaman karşılaşsalar bu pis adam kendisiyle dalga geçer, bunu yaparken de sırtına, ensesine ya da kulağına vurarak keyiflenirdi. Hapis yatmıştı Eşref. Elli yaşındaydı. Birini bıçaklamış diyorlar. Mahalledeki nadir vukuatlardan biriydi bu. Bu, vukuatsız mahalledeki ikinci önemli haber, Songül’ün kaçması olmuştu. Adeta mahalle kendi hayat biçimini en başından tercih etmiş; heyecansız ama güvenli bir hayatı seçmişti. Akşamları televizyon başına kurulup heyecanla izledikleri ucuz dizilerdeki olayları kendi hayatlarında istemiyorlardı. Dizi bitince televizyonu kapatıp sıkıcı ve güvenli hayatlarına dönebilmeliydiler.

Yavaşça kalktı. Masadaki kağıtları toparlayıp çantasına doldurdu. Eşref az önceki sırıtışıyla seslendi: 

“Hayırdır kâtip? Biz geldik diye mi gidiyorsun?”

Acele ederek kahveden çıktı. Kendini hemen caddeye attı. Hava öyle güzeldi ki “İnsanın böyle bir havada dünyanın neresinde olduğu önemli değil.” diye geçirdi içinden. Durdu. Yere çöküp çantasından bir parça kâğıt çıkardı. Az önce içinden geçenleri kâğıda yazdı. Elbette cümleyi “Ne önemi var nerede olduğunun? Eğer bir gelin gibi taze, bir gelin gibi sıcaksa hava…” diye ezip büzmeyi ihmal etmedi. Bunu yapmaktan kendini alamıyordu. Bir edip, günlük konuşmanın ruhsuz, sıradan sözlerine ruh ve estetik kazandırmayı bilmeliydi ona göre. Bu huyunu o kadar abartmıştı ki artık yazdıklarına düz yazı demek mümkün değildi. Nesir diyarında kaybolmuş beceriksiz bir şair gibiydi. 

Eve giden yol üzerindeki esnafın selamını alarak ilerledi. Kendisiyle yaşıt ya da kendinden genç bu adamları, mahallenin büyükleri gibi görüyordu. Saygıdan değildi bu; gerçekten böyle hissediyordu. Yaşlanmak bir yana büyüdüğünü bile düşünmüyordu. Çünkü olmak istediği şey olamamıştı henüz. Yetişkin olmanın kuralıydı bu. Ya olmak istediğin şey olmak, ya da onu istemekten vazgeçmek… Ancak bu ikisinden biri olursa büyürdü insan. Ama o, çantasındaki öykü parçalarında olduğu gibi hayatının sonraki perdesine geçemiyordu. Elli dokuz yaşında, yazar olmak isteyen bir genç olarak kalmıştı. Köşe başında durup sigara yaktı. İki nefes çekemeden attı. İçemiyordu artık. Tıkanıyordu. Oysa içmesi gerekiyordu. Bütün yazar ve şairlerin sigara ve içkiyle arası iyiydi. İçkiyi de sigarayı da oldu olası sevmemiş, yine de gençliğinden beri içmişti. Bir an gözünün önüne hayali bir fotoğraf geldi. Dumanlı bir meyhane masasında, kendisi ve dönemin büyük yazarları kadeh tokuşturuyorlar… Keyiflendi. İşin bu taraflarına bayılıyor, neredeyse yazmaktan çok seviyordu. Gülümseyerek evine girdi.

Eskiden uçak kazalarında, henüz kara kutular icat edilmeden önce, kaza zamanının tayini, pilotun kolundaki saate bakılarak yapılırmış. Kazanın etkisiyle kırılan saat, zamanı kaza anında dondururmuş. İşte bir kadının terk ettiği evdeki durum da budur. Evin her yeri, her detayı o terk edilme anında kalmıştır. Bu enkazın bir yerlerine sığışıp yaşamaya devam eden erkek, artık ne yaparsa yapsın zamanın tekrar yürümesini sağlayamaz. Songül’ün düzenlediği ve kendince dekore ettiği evde de durum böyleydi. Duvardaki çiviye asılı torbada danteli, makarası ve tığı duruyordu. Pazar malı terlikleri kanepenin yanındaydı. Aynanın kenarında yine onun yerleştirdiği ve üzerinde memleketi Van’ın panoraması bulunan bir kartpostal vardı. İçindeki çiçeklerin çoktan toprağa karıştığı; toprağının da kül rengi bir kayaca dönüştüğü saksıların boyunlarına asılmış makromeleri Songül kendi elleriyle örmüştü. Fincanların dizilimi, dokuz yıldır bırak yıkanmayı, yerinden bile oynamamış masa örtüsü, pikaptaki Zeki Müren kırkbeşliği, kısaca her şey, kadının gittiği anı hapseden bir fotoğrafa dönüşmüştü. Bu kompozisyonun dokuz yıldır tek değişeni, oraya buraya saçılmış kağıtların günbegün çoğalarak bu metruk müzenin yüzeyinde oluşturduğu beyaz dokuydu. Yıllardır kullanılmayan yatak odası, bir kâğıt deposunu andırıyordu. Salondaki kanepe -uyumak için kullanıldığından- bu beyaz fonda kontrast oluşturan tek yerdi.  Buraya uzandı. Uzun bir uykuya daldı.

Sabaha karşı yine o şiddetli mide yangınıyla uyandı. Mutfağa koşup dolapları ve sebzeliği karıştırdı nafile. Mutfak bomboştu. Musluktan biraz su içti. Yangın söner gibi oldu. Biraz kendine gelince masanın üzerindeki kağıtlardan birini aldı. Geri bırakırken durdu ve tekrar okudu. Kağıttaki paragraf ilgisini çekti. Okuyarak salona yürüdü. Yavaşladı. Etrafa bakındı. Başka bir kâğıt aldı. Mutfaktan aldığının arkasına ekleyerek tekrar okudu. Heyecanla etrafa bakındı. Yazıları birleştirerek okuyor, okudukça heyecanı artıyordu. Hareketleri hızlandı. Tüm evi doldurmuş bu kâğıt deryasının içinde oradan oraya koşturuyor, yazıları ardı ardına eşleştirerek ilerliyordu. Doğru parça olmadığını gördüğü bazı sayfaları aldığı yere bırakıyor, bir iki denemeden sonra doğru sayfayı bulunca da gözleri parlıyor, yüzü sevinçle geriliyordu. Ne zaman yazdığını bile hatırlamadığı bir yazıyı okurken, bir önceki bölümü tamamladığını görünce gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Az önce bıraktığı sayfalar, bir süre sonra mutlaka doğru yere oturuyor, evdeki kâğıt deryası sayfa sayfa tasnif oluyordu. Sanki zaten var olan bir eser, yıllar içinde sayfalara bölünerek bu terkedilmiş evi kaplamış, şimdi de bir medcezir gibi tekrar bir araya gelerek çekiliyordu. Evin üzerindeki örtü kalktıkça dışarıda doğmakta olan güneş, pencerelerden içeriye doluyordu. Yazar ve eser arasındaki özne-nesne ilişkisi ters yüz olmuştu sanki. Evet, bir eser var oluyordu. Ama yazarın iradesiyle, onun parmakları ucunda değil… Adeta eser kendi kendini var ederken yıllar boyunca yazarın yapamadığını yapıyor, gökyüzünün bulut devşirmesi, toprağın hareket etmesi gibi doğal bir devinimle kendini yaratırken kırk yıllık bir sancıya da son veriyordu. Yazarının, bir eser yaratamadığı kırk yılın ardından eserin kendisi, bir yazar yaratıyordu. Güneş doğduğunda, iki ciltlik tomarın önünde yere çöktü. Ellerini eserin üzerine koydu ve sarsılarak ağlamaya başladı. Az sonra kısık iniltileri yükseldi. Şimdi kahkahayla karışık bir feryat evin duvarlarında çınlıyordu.

____________________________________________________________________

Mahalleli, uzun süre kendisinden haber alamayınca polise gidildi. Kapı kırılıp da içeri girildiğinde o kâğıt deryasından geriye hiçbir şey kalmamıştı. Masaların, sandalyelerin, yatağın üzerinde; yerde, büfede, raflarda, evin hiçbir yerinde tek bir kâğıt görünmüyordu. Ev, üzerindeki beyaz çarşaf kaldırılıp atılmış bir kadavra gibiydi. Polis evin her yerini aradıysa da kimseyi bulamadı.

“Birilerinden mi kaçıyordu?” diye sordu polis.

“Yok be komiserim. Garibandı. Öyle kimi kimsesi de yoktu.” diye cevapladı ocakçı Mürsel.

“Ee nereye kayboldu koca adam?” diye üsteledi polis.

“Vallahi biz de anlamadık.” dedi Eşref.

Memuru zabıt tutarken amiri, yerde buruşturulmuş bir kâğıt buldu. Önce açıp kendisi okudu. Anlamayıp mahalleliye uzattı.

“Bu ne?”

Mahalleli, elden ele geçirerek okuduğu yazıdan hiçbir şey anlamamıştı. 

“Bilmem! Kim bilir?”

“Bir şey anlamadım.”

“İntihar mektubu gibi…”

“Herhalde…”

Polis kâğıdı geri alıp memuruna uzattı. “Al şunu dosyanın arasına koy.”

Evi mühürleyip gittiler.

Karakola dönerken polis memuru az önce dosyaya koyduğu kâğıdı çıkarıp tekrar okudu. 

SON

Alper Yılmaz
Latest posts by Alper Yılmaz (see all)
Visited 15 times, 1 visit(s) today
Close