“Doğduğun güne lanet olsun!” Yosun tutmuş yüksek duvarın ardından yan bahçede çamaşır asan genç kadının bedduası duyuluyordu: “Doğduğun güne lanet olsun!” Şu, otuzunda olup da ellisinde gösteren, somurtkan ve her daim mutsuz kadınlardandı. Günün her saati çığlıklarını ve sövgülerini duysam da kendisini yalnızca akşamları görürdüm. Ben yokuşun başındaki büfeden sigara alıp eve dönerken o da hızlı devinimlerle kapısının önünde üst üste duran, onlarca irili ufaklı, rengarenk pabucu eşleştirip hizaya sokardı. Bir arı kovanını andıran bu evin çilekeş dişisi, belki de yalnız benim görebildiğim garip, soğuk bir çekiciliğe sahipti. Terli boynu, pazen eteğinin altında devinen kalçaları, kim bilir kaç bebeği emzirmekten bitap düşmüş göğüsleri, sönmüş bir ateşten geriye kalan tek köze üfler gibi emekli erkekliğime selam gönderiyordu. İşte yalnız hayatımın bu öfkeli kenar süsü, muhtemelen kendi doğurduklarından birine haykırıyordu: “Doğduğun güne lanet olsun!”

Üzerinde fil ve tavus kuşu resimleri olan fincanıma çay doldurdum. Bu çay takımını karım çok beğenmiş, emekliliğimden önce sıkça çıktığımız seyahatlerden birinden dönerken koca kutuyu valize sığdırmak için epey uğraşmıştı. Karım için bu seyahatler dışındaki İstanbul günleri, bir sonraki seyahati beklemekten ibaretti. Emekli olup da, o zamanlar henüz bir varoşa dönüşmemiş bu mahalleden ev almaya niyetlendiğimde bana itiraz etmiş, ikramiyenin tamamını geri kalan ömrümüz boyunca seyahat etmek için kullanmamızı istemişti. Ev sahibi olmayı anlamsız buluyordu. İçinde bir çocuğun büyümeyeceği bir evi evden saymadığını ima eden sözlerinin ardından bakışları donuklaşır, bir müddet öylece durur, ardından gidip odaya kapanırdı. Kısırlık tedavisi için, Avrupa ülkeleri de dahil çalmadığımız kapı kalmamıştı. Bize bir tanesi nasip olmayan “çocuk” denen nimetin, bahçe duvarının ardında, birer mantar gibi her sene peydah olması, karımı büsbütün bunaltıyor, muhtemelen bu sebeple kalan ömrümüzü uzun seyahatlerde geçirmemizi istiyordu. O, kalan ömrünü çabucak bitirip de beni Avrupa’nın muhtelif kentlerinden alınmış gümüş takım, mücevher ve benzeri ıvır zıvırla baş başa bıraktığında hepsini toplayıp salondaki büyük konsola tıkmıştım. Son dört yıldır mezarına da gitmez olmuştum. Şimdi bu izbe bahçede çay içiyordum ve komşu kadının haykırışlarını dinleyerek uykuya daldım.

Ben yetişene kadar kapı ikinci kez çaldı. Uyku sersemi, salondan geçişimi zorlaştıran bu eski yemek masasını atmam gerektiğini düşündüm. Kapıyı açtığımda az önce canlı cansız her şeye lanetler yağdıran kadın karşımda duruyordu. Akşamki öfkesi yatışmış gibiydi. Yine de gerginliği sezilebiliyordu. Elindeki tabakta az önce kokusunu aldığım fakat şu an karşımda durmasına rağmen ne olduğunu hala anlayamadığım bir yemek vardı. Mesafeli bir sesle konuştu: “Merhaba ağabey.” Bu mahalleye gelin geldiğinde karım ve beni kapı girişinde görmüş ve selam verirken bana “amca” diye hitap etmişti. Benden hızlı yaşlanıp aradaki farkı kapattığını hissetmiş olacak, bir zamandır bana ağabey diye sesleniyordu. Saat dokuza geliyordu. Kocasının, gece yarısından önce eve döndüğü vaki değildi. Elindeki tabağı alıp kadını içeri buyur ettim.  Böyle ara ara yemek getirdiği olurdu. Çoğunu yemesem de hiçbirini reddetmedim. Ne de olsa yedirip içireni olmayan, yalnız bir ihtiyardım. Kadın nadiren içeri girer her girdiğinde de büyük konsolun yanına gidip hevesli gözlerle gümüş şamdanları ve mücevher kutularını izlerken elini hafifçe kristal sürahilerin üzerinde gezdirirdi. Kızacağımdan korkup göz ucuyla beni kollayarak, bir korsanın, hazinesini izlerken duyduğu iştahla ıvır zıvır dolu konsolun etrafında dolanırdı. Gümüş likör şişesini eline alıp inceledikten sonra yerine koydu. Yavaşça yanıma geldi. Yüzüme ilgiyle baktı. Bunca yıl bir bahçe duvarıyla ayrılsak da beni yakından inceleme fırsatı olmamıştı. Sanki az sonra çamaşır suyu kokan elini yavaşça kaldırıp parmağının ucuyla anlıma ve yanağıma bastırarak gerçek olup olmadığımı kontrol edecekmiş gibiydi. Belli ki ona çok uzak ve yabancı bir şeyleri çağrıştırıyordum. Karımla bazı akşamlar tiyatro ya da sinemaya giderken kapı önünde oturup bizi izlerdi. O anlarda da yüzünde aynı bakış olurdu. Yahut evden çıkarken karımı öptüğüme şahit olduğunda… Kocası bilmem kaçıncı rakıyı bedavaya getirmek için meyhanede sürterken; benim gün batımında elimde çiçekle eve gelişimi de bu bakışla izlerdi. O zamanlar bana soğuk ve ilkel bir kişiliğin tezahürü gibi gelen bu bakışı şimdilerde daha iyi tarif edebiliyorum. Bu, yaşayamadığı hayatı yaşayanlara duyulan içgüdüsel ilgiyle, yanı başında sürüp giden uzak bir mutluluğa şahit olan kadının, garip ve ürkütücü bakışıydı. Bu, sahip olmayanın sahip olana duyduğu o tuhaf öfkenin bakışıydı. Evliliği boyunca tek bir gün bile sevgi görmemiş, gençliğin o doğal arzularından uzak, mahrumiyetlerle dolu bir kürek mahkumunun, mutlu, konforlu ve sevgi dolu çifte duyduğu hasedin bakışları… Biliyorum, çünkü karım da, bazı günler evin önünde bekleyen otomobile, kendisine açtığım arka kapıdan binerken bir an durur ve yan evin kapısında oturmuş, o sene doğan bebeğini emziren bu genç anneye aynı bakışlarla bakardı. Bu küçük yaratıklara sürüyle sahip olan, çatık kaşlı, küçük anneye…

 Aramızdaki bakışma, kadının arkasında tuttuğu elinin kıpırdamasıyla bozuldu. Pazen eteğinin arkasındaki küçük bohçanın sallandığını gördüm. Anlamaya çalışan gözlerle tekrar yüzüne baktım. Tam neden geldiğini soracaktım ki sokak kapısının açıldığını duydum. O tarafa yürüdüm. Salondan hole doğru baktım. Karşımda yirmili yaşlarında, ürkek, hırpani giyimli, genç bir erkek duruyordu. Hafif aralık dudakları nefes alıp verirken belli belirsiz titredi. Yüzünde vahşi hayvanlara özgü bir doğallıkla öylece karşımda dikiliyordu. Arkamı dönüp kadına baktım. Tavırlarından adamı tanıdığı anlaşılıyordu. Bu tanışlık, kadının elindeki bohçayı da açıklıyordu. Geri geri adımlarla konsola doğru giderken küçük bir kafa hareketiyle aşığına talimat verdi. Genç adam irkilerek kendine geldi. Telaşlı ve tedirgin bir hareketle elini beline atıp eski, paslı bir tornavida çıkardı. Mütevazı silahını bana doğru tehditkar bir tavırla uzattı. Bunu yaparken çarpan kalbinin sesini neredeyse duyabiliyor, titreyen çenesini görebiliyordum. Elimde, adını bilmediğim yemekle dolu tabak, kıpırdamadan olduğum yerde durdum. Kadın, bakışlarını benden kurtarır kurtarmaz konsola yöneldi. Hızla üzerindekileri bohçasına sokuşturmaya başladı. Hareketleri kaba ve kontrolsüzdü. Çekmeceyi açtı. İnci kolyeleri ve altın yüzükleri avuçladı. Ganimetini göğüslerinin arasına, kazağının içine doldurdu. Genç adam tornavidayı o kadar sıkı tutuyordu ki motor yağıyla kararmış eli mosmor olmuştu. Ne yaptığı hakkında en ufak bir fikri yok gibiydi. Hiçbir yere ait olmayan insanlara özgü garip bir havası vardı. Yetersiz beslenmiş bir sokak köpeğinin çevikliğine sahipti. Korkuyordu ve heyecana kapılırsa elindeki paslı demiri göğsüme saplayacağı kesindi. Kadın işini bitirdi. Bize doğru koşarken kazağının altından yere düşen bir yüzük yuvarlanarak önüme kadar geldi. Kadın uzanıp yüzüğü yerden aldı. Doğrulduğunda yüz yüze geldik. Az önceki vahşi bakış yok olmuştu. Rahatlamış, uysallaşmıştı. Yüzünde bir hırsızın pişkin, arsız ifadesi de yoktu. Kendine ait eşyaları almaya gelmiş gibiydi. Garip ama ben de benzer bir duyguyla bakıyordum ona. Soyuluyormuş gibi hissetmiyordum. Sanki sebepsiz yere alıkoyduğum ve gereğince ilgilenmediğim eşyaları sahibine teslim ediyordum. Birbirini bilen gözlerle bakışıyorduk. Mutluluğu hiç tatmamış olanla, onu sonradan kaybeden arasındaki mesafe, o kısacık anda kapanıvermişti. Daha yakındık şimdi. Çarçur edilmiş dişiliğiyle karşımda duruyor, küfürbaz ve gergin dudaklarını öpme isteği uyandırıyordu. Şefkatli denebilecek bir ifadeyle bakıyordu. Karım öleli kimse böyle bakmamıştı bana. Nasıl özlemişim… Başını karım gibi hafif yana eğerek yaklaştı, yanağımın dudağıma yakın bir yerinden öptü. Mutluydum. Genç aşığı bir heykel gibi bizi izliyordu. Kadın hızla çıkıp gitti. Genç adam duruşunu bozmadan ve gözlerini benden ayırmadan geri geri yürüdü. Elini arkaya atarak aralık kapıyı kavradı. Çelimsiz bacaklarının üzerinde yaylanarak fırlayıp gitti. Bir süre arkalarından baktım. Sonra salona döndüm. Çekmeceleri ve kapakları açık, üzeri dağınık konsolun yanından geçtim. Elimdeki tabağı beni sinir eden yemek masasının üzerine bıraktım. Bahçeye çıktım. Masaya oturup soğumuş çaydan bir fincan doldurdum. Yudumlamaya başladım. Yan bahçeden çocuk ağlamaları geliyordu. Uykuya dalarken, beni sinir eden şu yemek masasından hemen yarın kurtulmaya karar verdim.

Alper Yılmaz
Latest posts by Alper Yılmaz (see all)
Visited 14 times, 1 visit(s) today
Close